kefal meselleri
Enis Akın
I
Eğer suda yaşayan bir av hayvanıysan, kendinden daha büyük bir arkadaşınla beraber dolaşmanda hayatî bir önem vardır. Bir gün zıpkınlı bir avcıyla karşılaşırsan, avcı ilkin ona nişan alacaktır. Bu sana kaçman için bir fırsat verir.
Fakat büyüklerle takılmak sadece hayatın başlarında kolaydır, gün geçtikçe senden daha iri olan arkadaşlar azalır ve etrafında senden daha ufak olan arkadaşlar belirmeye başlar.
İri av hayvanları, etrafları ne kadar kalabalık olursa olsun avcıyla karşılaştıklarında aslında yalnızdırlar. Yalnızlık bir cesaret işi filan değil, sadece başarılı bir irileşmenin zorunlu sonucudur.
Avcı sana, ava sorar: Korkun mu daha büyük açlığın mı?
İyi bir avcının en iyi yaptığı iş dikkat etmektir; soğukta, sıcakta, aç, kıpırdamadan bekler; avı, yani seni kendine çağırır. Dikkat her zaman dışarıyla ilgili bir kelime. Bekleyebilen kişi kendisidir. Sen avcı! Avı beklerken üşüyebilir, ıslanabilir, acıkabilirsin; bunların hepsi başa çıkılması gereken zayıflıklardır; öznenin zayıflıkları. Bir avı beklerken kendine değil çevreye dikkat göstermektesin; yoruldukça zorlaşan bir iş. Etraf sahnedir. Sen, avcı! Etrafındaki her şeyi bir dekora dönüştürmektesin. Dikkat, nesneleştirir.
Av sana, avcıya sorar: Başarmak mı daha zor başaramamak mı?
Sen, avcı hiçbir zaman “ben kimim” diye sormazsın kendine. Öylece bilirsin kendini. Kendine döndüğünde, kendini bir av olarak, hatalarını bir av hayvanı gibi yakalamak için bakarsın. Eğer suya bakıyorsan, hem ormanda hem suda olduğunun farkındasın.
Oysa av, yani nergis, dikkatsizdir; sadece kendine yönelik dikkate dikkat denemez; nergis suyla ormanın arasında sudaki yansısına hapistir; ne ormanda ne de suda olmayı bilir; aslında bir av bile değildir; tarihte bitki avlamakla övünen bir avcı görülmemiştir.
Avcı en çok kendinden korkar; kendi arızalarından; kendine yetememekten.
Örneğin, oltayla balık avlamak şimdiki ânın kutsanışıdır. Misinayı dinlerken, sadece şimdiden ibaret bir bekleme; ne bir önceki ne bir sonraki an vardır: “Şu anda, şimdi, şimdi, şu anda dünyanın en büyük karagöz balığı iğnenin etrafında dolaşıyorsa...” Böyle, tetikte geçen anlardan oluşan bir kaç saat sonunda avcı bitkin düşer. Bu yüzden balıkçılar hep erken yaşlanır: Sadece şimdiyi yaşadıkları için.
II
Ben şnorkel ve zıpkınla avlanırım.
Gençlik düşüncelerim denizin altında bekler beni; hayatımın hep başka şeyler tarafından belirlendiği o çaresiz yıllarla karşılaşmaya inerim suya.
Nefesimi tutup bükülüyorum; ellerimi öne uzatıp ayaklarımı yukarıya kaldırıyorum; son bir itme darbesi ve ordayım; sessizlik; öteki dünya; burada her şey farklı; bildiğim kurallar işlemiyor; çocukluğum gibi.
Eski bir şarkı buldum dipte: “those were the days my friend/we thought that they’d never end/we sing and dance/forever and todaaaay” devamı neydi?“we live the life we choose/we fight and never loose...”. Hay Allah! Besleniyorlar. Bir balık sürüsü, az kalsın görmüyordum. Şşşşt dikkatli, yavaş, yaklaş, yavaş... Zıpkının tetiğini sıkmaya başla, yavaş, ne zaman atmalı, biraz daha, yaklaş, yavaş, birazcık daha... Hayır! Beni gördüler; kaçıyorlar. Zıp! Kınn!
Iskaladım. Meraklı balıktır kefal; ıskaladım mı, son bir kez yaklaşır; bakışırız; başarısız katiliyle bir veda; bana ateş eden bu mu? Utan! “Çabuk yeniden doldur şu tüfeği!”
Nefesim bitti; çıkmalıyım. Bitti mi hakikaten? Daha fazla dayanamaz mıyım? 10 saniye daha dursam ne olur? Nasıl anlıyorum nefesimin gerçekten tükendiğini? Nefes almak için yukarı çıkarken bazen iri bir kefal görüp yarı yoldan tekrar dalıyorsam, dalabiliyorsam, demek ki bitmemiş gerçekte. “Ohhh hava”.
III
İki türün karşılaşması; avcıyla karşılaşan av, hiçbir zaman sadece bir hayvan değildir; o aynı zamanda senden önceki avcılardan kaçabilmiş bir hayvandır; önceki avcılardan daha akıllı olduğu için sağ kaldı. Her av, senden önceki avcıların sınırını temsil eder; onların aklını davranış silsilesine katarak hayatta kalmış. Eğer onu vurursan senden önceki bütün avcıları yenmiş olacaksın; tabii senden sonrakiler de aynısını sana yapacak.
Ava ulaşmak için yapılması gereken yol, dinsel bir tören gibi sessizce ve tam bir ciddiyet içinde, inanç ve korkuyla yapılmalıdır. Av ve av. Av olayı ve av hayvanı. Av olayının kurallarını av hayvanı belirler.
Bir kefalle her zaman onun en güçlü olduğu ortamda karşılaşırsın; o, av, senin, avcının, nefesinin yetip yetmemesine aldırmaksızın kaçabilir. Oyun değil bu; av mazeret bilmez; adalet yok; adalet yerine elinde bir zıpkın var.
Zıpkınla bir balığı kafasından vurursan kaçamaz; sırtından vurursan uzaklaşamaz; karnından vurursan bir daha göremezsin; yırtar kendini; gider ücra bir köşede ölür.
Sen, avcı hayatında denizin altında gördüğün en büyük balığa attın; vurdun; ama buna inanamadın; elini uzattın; ama karnından vurduğun için balık zıpkından çıktı. Sen, avcı parmaklarının ucuyla balığa dokunduktan hemen sonra kaçtı. Bağır bağır bağır. Kumun kuma sürtünme sesine, ağzındaki şnorkelin bozduğu boğuk çığlıkların karıştı. Seni senden başka duyan olmayacak.
Denizin altında bağırdın; kaçırdığın en büyük balık için boğazını yırta yırta bağırdın; tuzlu gözyaşlarını kattın tuzlu sulara; deniz kanıyordu; o zaman anladın; denizin altı yukarıdan görüldüğü gibi değildi; denizin altı çok büyüktü.
Sonsuz yanı başında başlıyordu.
İriydin ve yalnızdın.
Birden arkana baktın.
Adam Öykü, 2004
11 Ekim 2009 Pazar
7 Ekim 2009 Çarşamba
garaj adamları (hikaye)
Garaj Adamları
Enis Akın
Beni adam edemediniz.
“Doğru” dedi Sami abi, “sen adam olmazsın”. Sonra ayağa kalktı. Sana bakarak montunun bir kolunu geçirdi, diğerini de kolunu iyice arkaya atarak geçirdi. Son olarak iki kolunu da öne uzatarak hopladı, ağır mont üzerine zar zor oturdu. Garajın kapısından görülebildiği kadarıyla bulutlu bir kış günüydü. Öğlen saat ikiyi geçiyordu.
Sami abiyle günlük vedalaşmanıza doğru hızla yaklaşıyordun. Birden aceleci davransan, Sami abi daha hazırlığını tamamlamadan “hadi güle güle”yi ağzından kaçırıversen –lan hepsi hepsi kelimelerdi– sahne anlamsızlaşacak ve durumu kurtarmak için hızla başka kelimeler bulman gerekecekti. Hele aceleyle “hojçakal” gibi birşey filan çıksa ağzından, belki birkaç hafta boyunca Sami abinin her türlü bakışını “acaba alay mı ediyor” diye yorumlayacaktın. O zaman işin iyice zordu, küçük alaycılıklara hazırlıklı olmalıydın. “Unutma! Birisi sana bir yumruk atarsa sen o yumruğu al ve daha kuvvetle kendine çek, en iyi kurtuluş bu”. Alaycılığı yenmek için kendine onlardan daha çok gülmeliydin. Herşeyi bu kadar ciddiye alma!
İlişkiniz neticede bir iş ilişkisiydi, bu kadar elektrikli filan olması gerekmiyordu, hepsi bir zamanlama sorunuydu. “Neyse” dedi Sami abi, ince bıyıklıydı, kapının koluna elini koydu, arkasına bakmadan: “Hadi eyvallah”. Oh, hiçbir şey yerinde edilen bir veda sözü kadar kolayca gerçeklik hissini bir yerlerden –nerden?– bulup getiremezdi. Üzerine basa basa söyledin: “hojj çakal”. Bir eliyle tuttuğu kapının kolunu bırakmadan döndü, senin yüzünde bir utanma ifadesi göremeyince hafifçe sırıttı, dışarıya doğru seğirtti. Gıcırtılı bir kapı sesi duydun, sonra sessizlik.
Sen, Şükrü, şimdi kendinleydin.
Sami abi enine boyuna iri bir adamdı (onun gibi olanlar hiç zamanlama sorunu yaşamazlar). Her tarafından sular damlayan bu karanlık garajda altı yıldır çalışıyordun ve Sami abiyle günde 8 dakikalık –çıkmak için hazırlanması bu kadar sürüyordu– ilişkin, ayda bir uğrayan patronu saymazsan tek iş ilişkindi. Sami abiyi hergünün aynı 8 dakikası görmek, adeta dinsel bir törenmişcesine hazırlanmasını, her seferinde montunun yakasını düzeltmeyi unutmasını, fermuarını güçlükle geçirmesini ve yukarı çekmesini seyretmek ve “hadi eyvallah”ı beklemek. Bunda bir şey vardı. Toprak kaymasını önlemek için beton blokların dökülmesi ya da bir western filminde baş aktörün bara yanaşıp “bir viski” demesi gibi bir şey. Zamanı durduran, oturaklı bir şey.
Ortaklaşa bir garajı çeviriyordunuz. Sami abi sabah beşte geliyor, sen öğlen ikide gelip garajı ondan devralıyor, gece on birde kapatana kadar bekliyordun. Yaptığınız işin temeli buydu: beklemek. İlk bakışta herhangi bir yoruculuğu olmayan bir işti, ama neredeyse sıfır emek harcamak gerekmesi, adamı günün sonunda epey bir yorgun düşürüyordu. Kasların belki fazla enerjiyle yüklü kalması, nedenini açıklayamadığın bir bitkinlik, yorgunluk değil bitkinlik ya da boşlukla yorgunluğun uhulanmış hali. Bazen, uzun süre konuşmamaktan, dişlerinin birbirine kenetlendiği, ağzının yüzünün birbirine girdiği olurdu. Bir garajda beklemek zamanın ta kendisiydi. Dakikalar, saatler, saniyeler değil, katı bir şey olarak zaman öylece ortada duruyordu. Saatlerin gösterdiği ise sadece geçmiş ve gelecek anlardı, onlar da durmuş ya da duracak olan şeylerdi. Belirli bir anda olabilecek tek olay, birinin çıkış ya da giriş yapması oluyordu. Motosikletli kız hariç, bugün giriş yapacak mı acaba? Onu düşünmek, 500cc’lik patlıcan moru chopper’ının üstünde kaskının altından sarkan saçlarıyla gelip karanlığı delen bir ışık şeridini düşünmek gibiydi. Dışarıda başka bir şey –ne?– vardı. Bakışlarını esir alan masa saatinden kurtarırken derince bir nefes aldın.
Sadece arasıra müşterilerin yıkatmaya bıraktıkları arabaları yıkarken düşüncelerden uzaklaşabiliyordun. Şimdi saat 5 civarlarındaydı. Bir müşterinin arabasını yıkıyordun, fırçanın geçtiği yerlerde köpüklerin kaportanın boyasını kaplamasını, sonra birer ikişer eksilerek metalik mavinin yeniden ortaya çıkmasını izliyordun.
Garaj, şehrin iş merkezlerinden birinin altındaydı. Giren çıkan iş adam ve kadınlarına Sami abi “günaydın” der, sen Şükrü, aynı kişilere “iyi akşamlar” derdin. İner kalkar geçiş, bir düğmeye dokundukça ince bir inilti sesi çıkararak iner ve kalkardı.
Şimdi basınçlı su, bitmeyen enerjisiyle dünyadaki bütün kirleri yok edebileceğine dair yeminler ederek kaportanın üstüne fışkırıyordu. Köpükler panik içinde dağıldılar.
Geçen hafta mıydı, yoksa geçen ay mı, bir bisikletli abone vardı, Edward, adı buymuş, halbuki ne de çok Türk’e benziyordu. O gün garajın arka tarafında bir ses duymuştun, yavaşça o tarafa seyirttin. “Ulan gene o moruk genel müdür, sekreterinin memelerini elleyip otuz bir çekiyorsa?” Ayakların geri geri gidiyordu, aslında senin derdin değildi ya, sekreterin ağlamasını görmeye dayanamıyordun. Hafifçe başını uzatmıştın, Edward’dı, yerdeydi, başını tutuyor, parmakları arasından kan sızıyordu. Sonra ağır çekimle izlenen bir sahne bitmiş gibi, hareketlerinde âni bir hızlanma olmuştu. Onun bisikletini bağladığı bölümde havalandırma boruları iyice alçalıyordu. Patron bir zamanlar bu boruların üzerine “dikkat başınızı çarpmayınız” gibi yazılar astırmıştı da sen itiraz etmiştin, “yazıyı görenler zaten boruları görmüşlerdir, yazıyı yere yazalım”. Patron sana garip garip bakmıştı, galiba vazifene fazla anlam yüklediğini düşünmüştü. “Off kötü kanıyor, kaskını niye çıkardın ki?”
İşte o gün öğrenmiştin, 29 yaşında İranlı bir göçmen olduğunu, adının da Edward. Epey uğraşmıştınız kanamayı durdurmak için, ellerin kanlanmıştı. Edward’ın aids’li olabileceği o gittikten çok sonra aklına gelmişti. Aslında evhamlı bir heriftin, günde birkaç kez ter basmalarla sonlanan endişelere kapılırdın. Aman canım boşver, olursa olsun, o gün birşey olmuştu, bir işe yaramıştın. Hristiyandı, demek İran’da hristiyanlar da yaşıyordu. Kaç ay önceydi hakikaten, altı ay oldu mu?
Saat 7 civarları, günün en yoğun saatı geride kaldı. “İyi akşamlar Şükrü”. “İyi akşamlar Edward.” Hiç “günaydın” demediğin Edward çıkış yaptı.
Sen, Şükrü, akşamları, sabahları, gün içinde yapılması gerekenleri aynılaştırarak her gün aslında tek bir günü yaşıyor gibi olduğunu uzun zaman önce fark etmiştin. Zaman yok edilebilir bir şeydi: Tekrarlamak insanın ölüme karşı geliştirdiği en etkili ilaçtı. Arada sırada maaş konusunda karşılıklı yakınmanızı saymazsak Sami abiyle ayrılmalardan oluşan bir ilişkiniz vardı. Ucuca eklendiğinde birbirinize habire aynı veda kelimelerini söylüyordunuz: “Hadi eyvallah”, “güle güle”, “görüşürüz” ya da sadece “hadi”. Bu kelimelerin zamanında söylenmesi çok önemliydi, bu ikinize özel bir ilişkinin tüm kelime dağarcığının bir nefeste, hayır birkaç, çıkmasıydı: “güle güle”. Sanki ters bir vurgu, bütün şeyleri, hayatı, bir şey yapmayı, ya da hiçbir şey yapmamayı anlamsızlaştıracak, önündeki dokuz saatte bir boşlukla baş başa kalmana yol açacaktı. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi kalakaldığın oluyordu bazen böyle.
Sabah olanları hatırladın yeniden. “hojj çakal” ha, ne yapıyorum ben, “kendisini komik sanıyor” demiştir şimdi Sami abi, dişlerinin arasından tısladı zaten. Ya da sana öyle gelmişti. Sami abi şehirde bir randevusu olduğu için biraz geç çıkmıştı. Son aylarda yaptığınız en uzun konuşmaydı. Allah allah, nerden de geldik bu konuya? Sen neden olduğunu anlamadığın bir şekilde “seni seviyorum” deyivermiştin konuşmanın bir yerinde, o da “sen adam olmazsın” ve “hadi eyvallah”. Sami abi gittikten sonra kendine neden başka bir iş aramadığını sorup durdun. Belki bu iş için fazla duygusaldın. Belki aşık olman falan gerekiyordu. Tuvalette çişini yaparken başını yana çevirip aynaya bakma alışkanlığı edinmiştin, yüzünü görebildiğin bu ender anda hep aynı soruyu sorardın: Motosikletli kız bugün gelecek mi acaba? Bir korna sesi.
Motosikletli kız bugün gelmedi. Artık paydos saatiydi. İşten çıkmak üzereyken kazağını ters giydiğini fark ettin, ama garajdan bir an önce çıkıp gitme isteği, kazağını çıkarıp tekrar giymene engel oldu. Nedense çıkma saati gelince bir telaş kaplıyordu içini. Sonra anahtarlarını kaybettiğini fark ettin. Telaşla aranırken masanın üzerindeki ıvır zıvırı bir oraya bir buraya ittin. Önce kazak şimdi de anahtar, hay aksi! Aramanı hızlandırıyor, bulamadıkça daha çok telaşlanıyordun. Sonra durdun, başını kaldırıp derin bir nefes aldın, kazağını çıkarttın ve düz olarak yeniden giydin. Giyer giymez anahtarı da buldun. Oda küçüktü, kazağını çıkartabilmen için belli bir pozisyonda durman gerekiyordu ve bu sırada karşındaki duvara asılı hırkanı gördün. Uzanıp cebinden anahtarlarını aldın. Çok eskidi bu lacivert hırka da. Aklın Sami abiyle konuştuklarına takıldı yeniden. “evet” dedin kendi kendine “Aşığım ben, ama kime? Sadece henüz bunu bilmiyorum”. Korna sesi. Geç kaldığı halde seni yerinde bulabilen şanslı bir araba sahibi çıkış istiyor. Düğmeye basarken avcunun içini göstererek selam verdin “iyi geceler”. Kadın sana fazladan bir gülümseme fırlattı. Bir gurur kapladı içini, “hepimiz bir şeyiz aslında, bir yer kaplıyoruz”. Üstündeki dev binanın beton blokları arasında yüzlerce hemcinsin çalışıyordu ve sen onlardan farklı değildin. Bir kedi değildin mesela, yani kediden çok yukarıda çalışanlara yakındın. Miyavlamıyordun, “iyi geceler” diyordun. Artık eve gitme zamanıydı.
Odanın yere sürten alüminyum kapısını açmak için biraz zorlamak gerekiyordu. Son bir kez dönüp içeri baktın, anahtarı ararken karıştırdığın masanın üzerinde okumayı uzun zaman önce bıraktığın bir kitabın sırtı görünüyordu. Yapabileceğin en iyi şekilde miyavladın, beceremediğini fark ederek kendi kendine güldün. Kapıyı kapattığını altı çığlık çığlığa yere sürten alüminyum sesinden anladın, şaşırdın. Ellerini ceplerine sokarak montunu bedenine sıkıca sardın. Dışarısı soğuk olmalıydı, sen, Şükrü, havanın çoktan kararmış olduğunu biliyordun.
Çıktın.
Adam Öykü, 2002
Enis Akın
Beni adam edemediniz.
“Doğru” dedi Sami abi, “sen adam olmazsın”. Sonra ayağa kalktı. Sana bakarak montunun bir kolunu geçirdi, diğerini de kolunu iyice arkaya atarak geçirdi. Son olarak iki kolunu da öne uzatarak hopladı, ağır mont üzerine zar zor oturdu. Garajın kapısından görülebildiği kadarıyla bulutlu bir kış günüydü. Öğlen saat ikiyi geçiyordu.
Sami abiyle günlük vedalaşmanıza doğru hızla yaklaşıyordun. Birden aceleci davransan, Sami abi daha hazırlığını tamamlamadan “hadi güle güle”yi ağzından kaçırıversen –lan hepsi hepsi kelimelerdi– sahne anlamsızlaşacak ve durumu kurtarmak için hızla başka kelimeler bulman gerekecekti. Hele aceleyle “hojçakal” gibi birşey filan çıksa ağzından, belki birkaç hafta boyunca Sami abinin her türlü bakışını “acaba alay mı ediyor” diye yorumlayacaktın. O zaman işin iyice zordu, küçük alaycılıklara hazırlıklı olmalıydın. “Unutma! Birisi sana bir yumruk atarsa sen o yumruğu al ve daha kuvvetle kendine çek, en iyi kurtuluş bu”. Alaycılığı yenmek için kendine onlardan daha çok gülmeliydin. Herşeyi bu kadar ciddiye alma!
İlişkiniz neticede bir iş ilişkisiydi, bu kadar elektrikli filan olması gerekmiyordu, hepsi bir zamanlama sorunuydu. “Neyse” dedi Sami abi, ince bıyıklıydı, kapının koluna elini koydu, arkasına bakmadan: “Hadi eyvallah”. Oh, hiçbir şey yerinde edilen bir veda sözü kadar kolayca gerçeklik hissini bir yerlerden –nerden?– bulup getiremezdi. Üzerine basa basa söyledin: “hojj çakal”. Bir eliyle tuttuğu kapının kolunu bırakmadan döndü, senin yüzünde bir utanma ifadesi göremeyince hafifçe sırıttı, dışarıya doğru seğirtti. Gıcırtılı bir kapı sesi duydun, sonra sessizlik.
Sen, Şükrü, şimdi kendinleydin.
Sami abi enine boyuna iri bir adamdı (onun gibi olanlar hiç zamanlama sorunu yaşamazlar). Her tarafından sular damlayan bu karanlık garajda altı yıldır çalışıyordun ve Sami abiyle günde 8 dakikalık –çıkmak için hazırlanması bu kadar sürüyordu– ilişkin, ayda bir uğrayan patronu saymazsan tek iş ilişkindi. Sami abiyi hergünün aynı 8 dakikası görmek, adeta dinsel bir törenmişcesine hazırlanmasını, her seferinde montunun yakasını düzeltmeyi unutmasını, fermuarını güçlükle geçirmesini ve yukarı çekmesini seyretmek ve “hadi eyvallah”ı beklemek. Bunda bir şey vardı. Toprak kaymasını önlemek için beton blokların dökülmesi ya da bir western filminde baş aktörün bara yanaşıp “bir viski” demesi gibi bir şey. Zamanı durduran, oturaklı bir şey.
Ortaklaşa bir garajı çeviriyordunuz. Sami abi sabah beşte geliyor, sen öğlen ikide gelip garajı ondan devralıyor, gece on birde kapatana kadar bekliyordun. Yaptığınız işin temeli buydu: beklemek. İlk bakışta herhangi bir yoruculuğu olmayan bir işti, ama neredeyse sıfır emek harcamak gerekmesi, adamı günün sonunda epey bir yorgun düşürüyordu. Kasların belki fazla enerjiyle yüklü kalması, nedenini açıklayamadığın bir bitkinlik, yorgunluk değil bitkinlik ya da boşlukla yorgunluğun uhulanmış hali. Bazen, uzun süre konuşmamaktan, dişlerinin birbirine kenetlendiği, ağzının yüzünün birbirine girdiği olurdu. Bir garajda beklemek zamanın ta kendisiydi. Dakikalar, saatler, saniyeler değil, katı bir şey olarak zaman öylece ortada duruyordu. Saatlerin gösterdiği ise sadece geçmiş ve gelecek anlardı, onlar da durmuş ya da duracak olan şeylerdi. Belirli bir anda olabilecek tek olay, birinin çıkış ya da giriş yapması oluyordu. Motosikletli kız hariç, bugün giriş yapacak mı acaba? Onu düşünmek, 500cc’lik patlıcan moru chopper’ının üstünde kaskının altından sarkan saçlarıyla gelip karanlığı delen bir ışık şeridini düşünmek gibiydi. Dışarıda başka bir şey –ne?– vardı. Bakışlarını esir alan masa saatinden kurtarırken derince bir nefes aldın.
Sadece arasıra müşterilerin yıkatmaya bıraktıkları arabaları yıkarken düşüncelerden uzaklaşabiliyordun. Şimdi saat 5 civarlarındaydı. Bir müşterinin arabasını yıkıyordun, fırçanın geçtiği yerlerde köpüklerin kaportanın boyasını kaplamasını, sonra birer ikişer eksilerek metalik mavinin yeniden ortaya çıkmasını izliyordun.
Garaj, şehrin iş merkezlerinden birinin altındaydı. Giren çıkan iş adam ve kadınlarına Sami abi “günaydın” der, sen Şükrü, aynı kişilere “iyi akşamlar” derdin. İner kalkar geçiş, bir düğmeye dokundukça ince bir inilti sesi çıkararak iner ve kalkardı.
Şimdi basınçlı su, bitmeyen enerjisiyle dünyadaki bütün kirleri yok edebileceğine dair yeminler ederek kaportanın üstüne fışkırıyordu. Köpükler panik içinde dağıldılar.
Geçen hafta mıydı, yoksa geçen ay mı, bir bisikletli abone vardı, Edward, adı buymuş, halbuki ne de çok Türk’e benziyordu. O gün garajın arka tarafında bir ses duymuştun, yavaşça o tarafa seyirttin. “Ulan gene o moruk genel müdür, sekreterinin memelerini elleyip otuz bir çekiyorsa?” Ayakların geri geri gidiyordu, aslında senin derdin değildi ya, sekreterin ağlamasını görmeye dayanamıyordun. Hafifçe başını uzatmıştın, Edward’dı, yerdeydi, başını tutuyor, parmakları arasından kan sızıyordu. Sonra ağır çekimle izlenen bir sahne bitmiş gibi, hareketlerinde âni bir hızlanma olmuştu. Onun bisikletini bağladığı bölümde havalandırma boruları iyice alçalıyordu. Patron bir zamanlar bu boruların üzerine “dikkat başınızı çarpmayınız” gibi yazılar astırmıştı da sen itiraz etmiştin, “yazıyı görenler zaten boruları görmüşlerdir, yazıyı yere yazalım”. Patron sana garip garip bakmıştı, galiba vazifene fazla anlam yüklediğini düşünmüştü. “Off kötü kanıyor, kaskını niye çıkardın ki?”
İşte o gün öğrenmiştin, 29 yaşında İranlı bir göçmen olduğunu, adının da Edward. Epey uğraşmıştınız kanamayı durdurmak için, ellerin kanlanmıştı. Edward’ın aids’li olabileceği o gittikten çok sonra aklına gelmişti. Aslında evhamlı bir heriftin, günde birkaç kez ter basmalarla sonlanan endişelere kapılırdın. Aman canım boşver, olursa olsun, o gün birşey olmuştu, bir işe yaramıştın. Hristiyandı, demek İran’da hristiyanlar da yaşıyordu. Kaç ay önceydi hakikaten, altı ay oldu mu?
Saat 7 civarları, günün en yoğun saatı geride kaldı. “İyi akşamlar Şükrü”. “İyi akşamlar Edward.” Hiç “günaydın” demediğin Edward çıkış yaptı.
Sen, Şükrü, akşamları, sabahları, gün içinde yapılması gerekenleri aynılaştırarak her gün aslında tek bir günü yaşıyor gibi olduğunu uzun zaman önce fark etmiştin. Zaman yok edilebilir bir şeydi: Tekrarlamak insanın ölüme karşı geliştirdiği en etkili ilaçtı. Arada sırada maaş konusunda karşılıklı yakınmanızı saymazsak Sami abiyle ayrılmalardan oluşan bir ilişkiniz vardı. Ucuca eklendiğinde birbirinize habire aynı veda kelimelerini söylüyordunuz: “Hadi eyvallah”, “güle güle”, “görüşürüz” ya da sadece “hadi”. Bu kelimelerin zamanında söylenmesi çok önemliydi, bu ikinize özel bir ilişkinin tüm kelime dağarcığının bir nefeste, hayır birkaç, çıkmasıydı: “güle güle”. Sanki ters bir vurgu, bütün şeyleri, hayatı, bir şey yapmayı, ya da hiçbir şey yapmamayı anlamsızlaştıracak, önündeki dokuz saatte bir boşlukla baş başa kalmana yol açacaktı. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi kalakaldığın oluyordu bazen böyle.
Sabah olanları hatırladın yeniden. “hojj çakal” ha, ne yapıyorum ben, “kendisini komik sanıyor” demiştir şimdi Sami abi, dişlerinin arasından tısladı zaten. Ya da sana öyle gelmişti. Sami abi şehirde bir randevusu olduğu için biraz geç çıkmıştı. Son aylarda yaptığınız en uzun konuşmaydı. Allah allah, nerden de geldik bu konuya? Sen neden olduğunu anlamadığın bir şekilde “seni seviyorum” deyivermiştin konuşmanın bir yerinde, o da “sen adam olmazsın” ve “hadi eyvallah”. Sami abi gittikten sonra kendine neden başka bir iş aramadığını sorup durdun. Belki bu iş için fazla duygusaldın. Belki aşık olman falan gerekiyordu. Tuvalette çişini yaparken başını yana çevirip aynaya bakma alışkanlığı edinmiştin, yüzünü görebildiğin bu ender anda hep aynı soruyu sorardın: Motosikletli kız bugün gelecek mi acaba? Bir korna sesi.
Motosikletli kız bugün gelmedi. Artık paydos saatiydi. İşten çıkmak üzereyken kazağını ters giydiğini fark ettin, ama garajdan bir an önce çıkıp gitme isteği, kazağını çıkarıp tekrar giymene engel oldu. Nedense çıkma saati gelince bir telaş kaplıyordu içini. Sonra anahtarlarını kaybettiğini fark ettin. Telaşla aranırken masanın üzerindeki ıvır zıvırı bir oraya bir buraya ittin. Önce kazak şimdi de anahtar, hay aksi! Aramanı hızlandırıyor, bulamadıkça daha çok telaşlanıyordun. Sonra durdun, başını kaldırıp derin bir nefes aldın, kazağını çıkarttın ve düz olarak yeniden giydin. Giyer giymez anahtarı da buldun. Oda küçüktü, kazağını çıkartabilmen için belli bir pozisyonda durman gerekiyordu ve bu sırada karşındaki duvara asılı hırkanı gördün. Uzanıp cebinden anahtarlarını aldın. Çok eskidi bu lacivert hırka da. Aklın Sami abiyle konuştuklarına takıldı yeniden. “evet” dedin kendi kendine “Aşığım ben, ama kime? Sadece henüz bunu bilmiyorum”. Korna sesi. Geç kaldığı halde seni yerinde bulabilen şanslı bir araba sahibi çıkış istiyor. Düğmeye basarken avcunun içini göstererek selam verdin “iyi geceler”. Kadın sana fazladan bir gülümseme fırlattı. Bir gurur kapladı içini, “hepimiz bir şeyiz aslında, bir yer kaplıyoruz”. Üstündeki dev binanın beton blokları arasında yüzlerce hemcinsin çalışıyordu ve sen onlardan farklı değildin. Bir kedi değildin mesela, yani kediden çok yukarıda çalışanlara yakındın. Miyavlamıyordun, “iyi geceler” diyordun. Artık eve gitme zamanıydı.
Odanın yere sürten alüminyum kapısını açmak için biraz zorlamak gerekiyordu. Son bir kez dönüp içeri baktın, anahtarı ararken karıştırdığın masanın üzerinde okumayı uzun zaman önce bıraktığın bir kitabın sırtı görünüyordu. Yapabileceğin en iyi şekilde miyavladın, beceremediğini fark ederek kendi kendine güldün. Kapıyı kapattığını altı çığlık çığlığa yere sürten alüminyum sesinden anladın, şaşırdın. Ellerini ceplerine sokarak montunu bedenine sıkıca sardın. Dışarısı soğuk olmalıydı, sen, Şükrü, havanın çoktan kararmış olduğunu biliyordun.
Çıktın.
Adam Öykü, 2002