İnsan neden esasında oturmalıdır doğduğu yerde?
Enis Akın
Çünkü şu insan bir muammadır, yani dile bağımlıdır. Bir de bu var!
İnsan mı kelimelerini konuşur, yoksa konuştukları mı insanı yapar? Sorusu kafaların üzerinde sallanırken...
Dile bağımlı insanın dramı, ayağının tozunu yurdun kapısından dışarı uzattığı zaman başlar, bir daha da bitmez.
Hiçbir şey eskisi gibi değillerdeyiz ilk bir kaç saat içinde, daha uçaktayken fark etmeye başladığı bir yanık kokusu, bir ... bir ... ne bileyim bir kelek var gibidir.
Dil ağızdan firar etti bir kere, isa asi oldu. Artık bu kadarı da olmaz, ne yani, kim kimin efendisi, dil de ne oluyor, alt tarafı fazla hareketli bir organ.
Önce “sinir olur” göçmen.
Ve hatırlar: Dil'e ne kadar da hâkimdim bir zamanlar... Nasıl da kurardım en zor cümleleri, kimsenin duymaya alışık olmadığı kelimelerle bezeyerek... Nasıl da beni yansıtırdı, konuşmam... Böyle de bir zaman vardı hayatında...
Karizmasını yitirir.
Göçmen kimse, eskiden doğal gelen bir takım güçlerden mahrum kalır: insanları etkileme, kelimelerle oynayabilme, arka arkaya ve önceden hiçbir hazırlık yapmaksızın konuşabilme, imâ, kinâye, dalga geçme, ikna gücü... Yoktur bunların hiçbiri; sudan çıkmış balık…
Güçten ayrı düşmüştür. Küçük hilelerini sergileyemez. Dil üstünde herkesin doğuştan gelen haklarını iddia edemez. “Hayır kiprik değil doğrusu kirpik'tir” diyemez.
Ben aslında eskiden diye başlayan hikâyeler çoğalır muhabbetlerinde.
Had bildiremez.
Yüksekten atamaz.
Zeki davranamaz.
Akıllı görülebilir belki hâlâ, ama zeki değil! Yavaş bir kere, esprileri yakalayamıyor, cevap yetiştiremiyor, kimseyle dalaşamıyor. Dilin kıvraklığı yok bunda. Çocuk gibi.
Kimseye kızamaz.
Dil yok diş yok.
Yabancı bir dilde, sözlerle kimsenin canını acıtamazsınız. Herkesin suyuna gitmeye çalışmaktan başka şansınız yoktur, tabiatınız değişir. Sırıtıp durursunuz durmadan.
Onurunuza dokunur bu durum, ama buna da bir deyim uydurmuştur birileri, "Kim n’apsın Yalova kaymakamını" diye. (Biraz edeplileştirdim.) Evet göçmen de kendi Yalova’sının kaymakamı iken şimdi, başkalarının Yalova’sında dilsiz bir yabancıdır.
Bu arada Yalova il olmuştur, o şakayı bile değiştirmişlerdir ‘Kim… Yalova valisini’ olmuştur şaka, dil böyledir, yaşar. Yaşayan dilin içinde olabilmek, suda balık olabilmek...
Suyun dışında: Boğulur.
Bu hiç de yeni bir şey değildir, gurbete/sürgüne giden herkesin başına gelmiştir zaten.
Derdini dinletemez.
Yeni bir kimlik edinmek için yukarıda tariflenen bir sürü acı, efkâr, alkol ve en iyi ilaç olan zaman gereklidir.
Onur kırıklığı öldürmez adamı, süründürür.
Bir elini sıkmanın sıcaklığı vardır insanın ana dilinde. Kelimelerin arasındaki ısı azalır. Kanlı canlı bir şey değil, sanki soğuk, metal aletlerdir kelimeler. Takma bir el gibi, takma bir dil kullanır gibi, unutur sözlerin insanın içini yakabilen bir şey olduğunu
Öyle bir an gelir ki konuşmaya gerek duymayıp sessizleşir.
Belki en olumlu yanı göçmenliğin, eleştiriye karşı bağışıklık sunmasıdır göçmenliğin. Sinirlenip zırvalamaz kolayca, alınmasını gerektiren bir durum olduğunu fark ettiğinde fırsat çoktan kaçmıştır bile. Birisi kızsa ona, kızıldığını hissetmez.
Başından aşağı kaynar sular inmez.
Kelimeler konuşulmadan önce hatırlanmalıdır, yanlış bir şey söyleme kaygısıyla.
Konuşurken kafası hep başka bir şeyle, sonraki veya önceki cümleyle, hatırlanamayan kelimelerle filan meşguldür. Şu an'da yaşamaz göçmen. İyidir bu, bir tür bağışıklık yaratır, kalp ve sinir hastalıklarına karşı. “Heyecanlanmayacaksın” dedi doktor.
Boşluklar lâzım insana hissetmesi için, 10 dakika ara lâzım frigo satıcılarının hayatta kalmasına.
Konuşma eylemi sohbetlik anlamından sıyrılıp, mâlumat iletme işlevine alçalır adeta: Ahmet, ey-eyç-em-i-ti, I am a computer programmer, yes, I would like apply for the position advertised in the paper on last Thursday please...
Lyotard "Bir çocuk veya bir göçmen olarak, birinin bir kültüre girmesi adlar çıraklığı mekanizmasıyla gerçekleşir" diyor. (The Postmodern Explained to Children adlı kitabın Missive on Universal History adlı makalesi.)
"Kişi, yakın ilişkileri, (genel bir çerçevede) kahramanları, yerleri, tarihleri belirleyen adları ezberlemek zorundadır ve Kripke'yi örnek alarak bu listeyi uzatmak isterim: kişi, ölçü birimlerini, yer, zaman ve değişim değerlerini de öğrenmek zorundadır. Bu adlar "katı işaretlerdir": ya hiçbir şeye işaret etmezler ya da pek çok çeşitli, en hafifinden çelişen işaretlerle yüklü olabilirler; hepsi birlikte heterojen rejimlere (betimleyici, sorgulayıcı, gösterişçi, değerlendirici, reçete verici) ait olan kelime gruplarına eklemlenebilirler ve birbiriyle orantısız söylev üslupları (kapsayıcı, ikna edici, eğitici, trajik, komik, aşırı heveskâr) içinde yer alabilirler. İsimler kendi başlarına öğrenilmez, her biri bir hikayeye gömülü olarak taşınır."
Dil'e bir camekânın arkasından bakma gibi bir şey var. Dilden kopan insanın dili ne kadar yaşar? Nazım böyle düşünülebilir mi? O nasıl bir hasretle besledi acaba dilini? Besleyebildi mi?
Lyotard haklı galiba, yer isimleri, ya da daha genel olarak özel isimler azaltıyor gibi bu pis göçmenlik hissini. Sanki yeterince çok "New York" diyebilirsem, yakında "New York"lu olmaya başlayacakmışım gibi. İyileştirici bir etkisi var. Belki özel isimlerin sadece somut olabilmesiyle ilgili bir şeydir bu.
Mefisto diye bir film. István Szabó'nun. Naziler iktidara geldiğinde bir sanatçının çelişkilerini anlatıyordu; solcu olduğu halde Naziler iktidara gelince terk edemedi ülkesini, onun yerine her bir şeyini terk etti: karısını, sevgilisini, politik düşüncesini, onurunu, kişiliğini, suratını. Aslında sanırım ülkesi değil, diliydi terk edemediği; bir tiyatrocu olarak var oluş nedeni sanatıyla özdeş olan diliydi.
İşte bütün bunlar olup bittiği için içinde, kendisini dil gibi bir organıyla oynamak gibi bir zevkten alıkoyamayan insanlar, yani sanatçılar, esasında oturdukları yerde oturmalıdırlar diye düşünürüm ben. Bunlar zinhar burunlarını çıkartmamalıdırlar bence dışarı.
Ama herkes hata yapabilir; canım hepimiz insanız.
Tarih: çok eski (1990 başları)