17 Ocak 2013 Perşembe

Hilmi Yavuz’dan niçin bahsetmemeliyiz



Hilmi Yavuz’dan niçin bahsetmemeliyiz


Enis Akın






Duvar’ın ilk sayısında “Hilmi Yavuz: Mutsuzluğunu yitirmiş bir şair” başlıklı bir yazım yer aldı. Hilmi Yavuz da Varlık dergisinin Haziran sayısında “Cehalet, Kötü Niyet ve Habaset: Bir Enis Akın Klasiği” başlıklı yazısıyla bir cevap yazmış.
Hiç tanışmadığım, öğrencisi olmadığım, telefonla vb. görüşmediğim Hilmi Yavuz’un belirgin bir asabiyetle kaleme aldığı yazısının bütününde ciddi bir üslup ve seviye sorunu var. Terbiye sınırlarını epeyi aşan bu üsluba cevap verirken bu sınırları aşmamaya özen göstereceğim.
Hilmi Yavuz yıllardan beri özel alanı kamusal alanla karıştırıyor; 75. Yaş doğum günü Hilmi Yavuz semineri/dergisi/pastası gibi mahremle kamusalı içiçe okuyan kafa karışıklıklarıyla açıkçası “kamu” da buna pek bir teşne. Eleştirime “sıfır” not vermiş; benden öğrencilik bekliyor. Tuhaf; öğrenci öğretmenini seçebilir, öğretmen öğrencisini seçemez. Bunlar edebiyatı kendi sınıfı, muayene odası [bende hastalık teşhis ediyor], vb. sanmasının tezahürleri. Kendisine dergi dosyaları yapmaktan yorulmayan tilmizlerinden “iyi niyet” gösterilerine fazla alışmış olduğu için beni “kötü niyetli” bulmuş. Hatırlatmak mı gerekli? Kamu siyasetin alanıdır, iyi niyet/kötü niyet ayrımını tanımaz.
Aslında “cahil cesareti” vurgusu yazdıklarımın siyasete dahil [edebiyat bazen bir eylemdir] olduğunu anladığının bir göstergesi. Editörleri “hazır ol”a geçiren, edebiyatı “babasının çiftliği” zanneden [kamusal alana karşı kör] bir Hilmi Yavuz’u adlı adınca eleştirmek, içeriği ve amacı bakımından, emreden-emir alan, ders veren-ders alan ilişkilerinin dışında bir eşitlik talebi olan insanların, “cahil cesareti” sahibi insanların yapabileceği bir şeydir.
Ortadaki ne bir psikanaliz ne de iktisat tartışmasıdır. Hilmi Yavuz konuyu metin tartışmasına getirerek benim ilk yazıda Hilmi Yavuz hakkında öne sürdüğüm temel düşüncelerin üstünü örtmek istiyor: tüm zamanların iktidarları açısından “iyi”, “geçimli”, “işe yarar” bir pozisyon tutabilmiş “kalibre”de bir insandır; bilgiyle ilişkisi kariyer odaklıdır; bilmediği konularda yazdıklarını kendini sözde merkez addeden yayınlarda rahatlıkla yayımlatır; edebi babalarıyla hiçbir zaman hesaplaşmamıştır [babaları, hakkını teslim ederek eskitecek bir eleştiri] ve oğullarından aynını bekler. Konu Yavuz’un “yazdıkları” değil “yaptıkları”dır; onun “nasıl” bir edebi pratik içinde olduğudur. Edebiyat kamusal alanın dışında çıkarılarak, yansızlaştırılarak metalaştırılır. Tüm zamanların iktidarının sanat ve edebiyattan beklediği ve Yavuz’un her zaman “servis ettiği” işte bu yansızlaşmadır; köleliktir. Örneğin 1980’den önce “Bedreddin Şiirleri”ni ve “Doğu Şiirleri”ni 1980’den sonra “Yaz Şiirleri”ni ve “Gizemli Şiirleri” vb. yazması ne kadar normlara uygunsa, 1980’den önce adını dilinden düşürmemediği Althusser’in devletin ideolojik aygıtlarından biri olduğunu söylediği eğitim kurumu adına söz alan bir “öğretmen” rolüyle bugün örneğin son Varlık yazısında not dağıtması aynı derecede normlara uygundur. Bu işi o kadar ileriye götürür ki “cahil cesareti” onun dudaklarında neredeyse bir övgü niteliği kazanırken, “müstaid” kelimesi kesinlikle bir hakaret netliğine ulaşır. Kitap arkalarını imzaladığı “müstaid gençler” düşünsün.
Yazısında tüm okurların İngilizce bildiğini varsayarak, çevirme zahmetine girmeden alıntılar kondurmasına da bir not düşelim. Binlerce kişiyi birden tartışma dışı bırakan, suyu bulandıran, bir okunaksızlık, bir okura saygısızlık. Batı cephesine yeni bir şey yok.


Hilmi Yavuz, sağda

Hilmi Yavuz yazısında hakaretler dışında bir de alıntılar bolluğu göze çarpıyor. Kısaca bakalım:
“Cehalet 1” olarak adlandırdığı şuymuş. Yavuz “psikolojide özne diye bir kavramın kullanımı en azından tartışmalıdır” şeklindeki şerhimi el çabukluğuyla “psikolojide ‘özne’nin olmadığı iddiama” dönüştürüyor, sonra Freud’un metinlerinde “subject” kelimesi avcılığına çıkıyor. Meğer tüm mesele “Freud ‘subject’ kullandı mı kullanmadı mı”ymış! Tartışmayı böyle garip ve gariban bir seviyeye götürmeye çalışmanın dilimizde bir adı var: köylü kurnazlığı. “Psikolojide özne diye bir kavramın kullanımı en azından tartışmalıdır” cümlesini anlatabilmem için yapmam gereken alıntı sayısını bulmayı Yavuz’a bırakıyorum.
“Aktarım’ ve elbette ‘karşı-aktarım’dan oluşan bu dialogun, analiz edilen hasta ile analiz eden hekim arasında gerçekleştiğini biliyoruz” diye yazan Yavuz “söz alışverişi”ni “diyalog” olarak üç dile çevirirken, psikanalizde taraftardan birinin bu “söz alışverişini” yapmak için yıllarca eğitim gördüğünü; sonunda bir ücret talep ettiğini; söz alan birisi gibi, konuşmanın taraftarından biri gibi olmadığını; konuşmada neyin kaydadeğer neyin önemsiz olduğuna karar verdiğini; hatta bazen hastanın “tutukluluk” süresine ve koşullarına karar verdiğini “unutuyor”.
Aktarım konusundaysa, “transference”, Merriam-Webster’den alıyorum, “1- transfer etmek” ve “2- duyguların ve arzuların ve özellikle de bunların çocukluktan beri bilinçdışı olarak korunmuş olanlarının yeni bir nesneye (örneğin terapi yapan psikoterapiste) yöneltilmesi” ve karşı aktarım, counter-transference, “1- özellikle tedavi sırasında bir psikoterapist tarafından yapılan fizyolojik aktarım; özellikle: hastanın aktarımına psikoterapistin tepkileri” ve “2- bir psikoterapistin hastaya yönelik karmaşık duyguları”. Aktarım ve karşı aktarımı “diyalog” olarak anmak olsa olsa Yavuz’un başka yazarlarda daha önemsizlerine bile göz yummadığı bir aymazlıktır. Sözlüğe de mi bakmıyor Yavuz (ve elbette ceket ilikleri bollaşmış Varlık editörleri)?
İkinci Cehalet: yazımdan yaptığı “‘transferans’ kavramı söz konusuysa diyalogdan da söz edemeyiz” alıntısından yola çıkarak hemen kitaplarına koşuyor ve bir cevap buluyor. Yavuz’un İngilizce bıraktığı alıntıyı biz çevirelim: Freud “psikanalitik tedavi hastayla analist arasında bir söz alışverişinden başka bir şey değildir” demiş. Hilmi Yavuz da almış buradaki “psikanalitik tedavi”yi yerine “aktarım” yazmış, “söz alışverişini” almış “diyalog” yazmış, “hasta ve analist”i de özetleyivermiş, “özneler” demiş, olmuş: “aktarım özneler arasında gerçekleşen bir dialog”.
Daha sonra Lacan’dan yaptığı alıntı içler acısı: Lacan bir şey yazmış, Gallop onu alıntılamış, biri bir yazı yazmış, kim olduğunu söylememiş, Sue Vice da bir kitapta derlemiş. Hilmi Yavuz’un kaynaklarının üçüncüllüğü müstemleke aydınlarını andırıyor. Üstelik alıntısından anlaşıldığı kadarıyla Lacan belirli bir karşılaştırma yapıyor; amacı, aktarımı “tanımlamak” değil, Yavuz’un alıntısının dikkatle yarım bıraktığı bir başka şeyle karşılaştırmak. Lacan’ın yarım bıraktığı cümlesinin devamını alıntılarsa kendisinin ne kadar büyük bir gaf içinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Üçüncü notunda birden 16. dipnotuma zıplıyor: O dipnotta bir sonuç cümlesi varsa bu onun alıntıladığı gibi bir değil iki cümlesine dayanıyor. Yavuz işine gelmeyeni [“Kapitalizmin mantığı, ‘değişim değeri’ (exchange value) üzerine inşa edilmiştir; -tıpkı prekapitalist üretim tarzlarının mantığının ‘kullanım değeri’ (use value) üzerine inşa edilmiş olması gibi”] atmış ve sanki sonuç cümlemi sadece ikinci alıntıya dayandırmışım “gibi yapmış”. Bir köylü kurnazlığı daha. Sonuç olarak “Kapitalizmin mantığı, ‘değişim değeri’ üzerine inşa edilmiş”miş. Bunu Marx’a dayandırmak için kaç alıntı daha yapacak onu görelim.
“Cehalet 4”te birden bir şakacı bir kimliğe bürünen Hilmi Yavuz, Harold Bloom’un kitabının adını 7 yıl ve hatırı sayılır sayıda denemeden sonra düzgün yazmayı beceriyor ve bir an için düzeltmen merakından kurtulup “umarım bu kez doğru yazmışımdır” diyerek, bütün yanlış aktarmalarını, sanki bugüne kadar onlarca yazarı düzelten kendisi değilmiş gibi elinin tersiyle itiyor. Yavuz kendi uyguladığı kriterlerin kendine uygulanmasından hoşlanmıyor besbelli; bilgiyi iktidar odaklı kullanan tüm yazarlar gibi kendi tırmandığı merdivenden başkalarının da tırmanabilmesinin yolunu açmıyor, açmamıştır; kendi tarihini oluşturduğu bilgisini şeffaf kılmaz. Bilgiyi anlamaz, almaz, bütünleştirmez, engeller ve sadece “alıntı”lar. Bilgi onun kariyeri ve tatmini için bir teferruattır. Okuduğunu kasıtlı olarak yanlış/aşırı yorumlayan bir yazarla onun arasındaki fark “mülkiyet hırsızlıktır” diyen anarşistle, “adi hırsız” arasındaki farktır. Yavuz’un tavrının ne yana düştüğünü belirtmeye gerek var mı?
Gelelim “Cehalet 5”e: Yine çevirmeden bıraktığı alıntıda parçalar (fragmentler) halinde yazmaktan, tamamlanmamışlığa duyulan bir tutkudan, sistemi reddetmekten, çelişkileri umursamamaktan söz ediliyor. Oysa Yavuz kendisi şöyle diyordu: “Ben Yunanistan’ın durumunu analiz ederken beni bu konuda doğrulara taşıyacak olan zihinsel enstrümanlar, teorik enstrümanlar neler olabilir? Bu eğer Marksizm olacaksa Marksizm’dir. Ama diyelim ki benim kişisel olarak Allah’la olan ilişkim mevzu olduğu zaman benim için artık söz konusu olan İslam’dır. Parçalı düşünce budur.” Ne Said ne Blanchot ne de bir başka felsefeci “işime gelen yerde işime gelen argümanı kullanırım” diyor, diyebilir.  Yavuz’unki sadece bir ilkesizlik önerisi olarak kalır. Yavuz “neyin işine geldiğine, neyinse gelmediğine karar vermesine yarayan asıl mekanizma”yı tüm ilkesizlerin yaptığı gibi karanlıkta bırakır. Daha önce Hilmi Yavuz’un tanımladığı şekliyle “‘parçalı düşünce’nin onun inançlarıyla değil de çıkarlarıyla ilgili olup olmadığını düşünmeden edemeyiz” diye yazmıştım; tekrar etmem gerekir mi: “inançları değil çıkarları”!
Yavuz’un yazısındaki hakaretlere gelince sadece “bazı sözler insanın ağzını yırtar” demekle yetiniyorum. Eleştiriyi alıntı yaparak, hakaret ederek engellemeye çalışıyor. Edebiyat ne onun ne bir başkasının babasının çiftliğidir, sınıfıdır, muayene odasıdır.


Bu yazı Duvar Dergisi'nin 3. sayısında yayımlanmıştır, 2012.