29 Nisan 2013 Pazartesi

Serkan Işın Üzerine: "Genç Odası"nda Mevlana'yı Aramak


Serkan Işın Üzerine: "Genç Odası"nda Mevlana'yı Aramak

Serkan Işın’ın 3. kitabı Nesnevî. Can Yayınları. 2002. Şiir. 74 sayfa

Enis Akın




Melih Cevdet Anday’ın, zaman zaman nesnenin sesi olmaya yeltenen bir şiir aradığı bilinir. Serkan Işın kitabının daha ilk sayfasında Melih Cevdet Anday ile olan akrabalığını ele vermekten kaçınmaz: Anday ölürse/nesneler de ölür/odada”. Melih Cevdet Anday’ın bu arzusu onu tanrısal bir sese doğru itmişti. Belki de bunun farkına varan Serkan Işın şiirinden sesi şiirinden kovmaya çalışırken, sesle birlikte tanrısal sesin totaliterliğinden kurtulacağını da umar: “tanrısal bir yanı olmayan tabure”. Zorlamayla, distorsiyonla, cızırtılı ifadelerle kendi sesini bozmaya çalışır Işın.

Söz konusu yeni bir doğa yaratmaktır, şairin odası olarak doğa. Kendilik bir ‘burada ve şimdi’nin farkındalığıysa eğer, belki en uzun yolculuklar bir şairin odasında başlar ve biter: “(odadan çıktım/geri geldim/değiştiler mi)”. Serkan Işın’ın denediği bu şiirde odayı dolduran nesneler, şairin ben duygusunun uzantılarına, kendi iç nesnelerine dönüşür: “nesneler, şeyler, things//ruhtan yoksun yaratımları insanın/putlar odası evim”.

Bu bakışta pencerenin yeri ilginçtir; pencere, şairin iç uzayıyla başka bir uzayın çarpıştığı yer, bir hayatiyet imkanıdır: “Pencere bana bakıyor/canlı (çünkü)”. Pencere ile bilgisayar, internet (‘windows’) arasında bir paralellik de yakalamış, ancak pencere imgesini, yeterince geliştirmeden bırakmış Işın: “Pencereyi seviyorum ben/Pencere/nesnesi olmayan/dünya”. Sadece nesnesi olmayan dünya mı? Heinz Kohut’un geliştirdiği ‘nesne ilişkileri’ kuramına göre, anne, baba temel nesneler olmak üzere, insanın benliğini oluşturan şey nesnelerle olan ilişkisidir. Pencereye her yaklaştığı anda korkuyla geri bir adım atan Işın, pencereden kaçarken aslında mutlu olma ihtimalini iptal etmektedir. Dolayısıyla acısına sığınan, karanlık bir şiir çıkar ortaya. Bu tek başına kötü birşey değil, ama önemli bir nokta: Işın’ın acısı, şiirinin yerini alıp öne çıkar, şiiri duymamızı engeller. “Bazı şiirlerde (acıyı kazdıklarından olacak) ses duyulmaz.” (İlhan Berk, Şiirin Gizli Tarihi).

Serkan Işın okuru zaman zaman teorik bir tartışmanın ortasında bırakıyor. Acısı o kadar büyük bir yer kaplıyor ki, şiirin tekniği sanki boşlukta sallanıyor. Onun için en önemli şey acıyı bir an önce dışarı atıp kurtulmak gibi. Serkan Işın, işlemeyi tamamlamadığı; kutsallığı, henüz üzerindeki şiddet dumanı dinmemiş acılarını yazmakta acele ediyor.

Örneğin “oda karanlıklaşıyor/mum yakmak/ve dua etmek yeterli” dizlerinde Işın’ın şiirlerini yeterince yırtmadığının izlerini görmek mümkün: “oda karanlıklaşıyor” söyleyişi hem ses, hem dil açısından güzel değil; ayrıca “karanlıkta griden süsler” dizesinde “-den” ekinin neden orada durduğu anlaşılamıyor; benzer biçimde:“yeni elbiseleri kardeşimin/poşetleri, torbalar yine” dizelerinde, “poşetler” kelimesiyle “torbalar” kelimesinin yanyana durması kulağı tırmalamakta. Teknik belirsizlik yer yer savrukluklarla kendini belli ediyor: “binbir umut yüzümde/geceden kalan hiçbir şey/kalmıyor (abç). Nesnevî adlı şiirin niye 16 bölümden oluştuğu anlaşılmıyor; her sayfa bir bölüm başlığı almış olmasına rağmen, bölümleri diğerlerinden ayıracak birer iç bütünlükleri yok.

Serkan Işın odasından, tabureden, çay bardağından, vb. yola çıkarak dünyanın en uzun yolculuğunu yapmak isterken, şair olmasıyla ilgili özel duruma da fazla yatırım yapıyor ve “hakeme oynadığı” izlenimini yaratıyor: “Şair şiiri bir salgı ile yalar”, “Titreşiyorum şiir için”, “Göremeden şair olduğumu itiraf edemeden”, “Benimle şiir yazmanızı isterdim”, “yeni şiirler ayakkabı kutusunda”.

Ben yine de Nesnevî’nin bir çok eksiklikleriyle bir şairin işaretçisi olduğuna inanıyorum. Şimdi Serkan Işın o kitabı gönül rahatalığıyla unutabilir, ama iki şiiri ayırsın. Birincisi “Kırmızı Bir Gül Taşımak” bence ses açısından da, deneyim açısından da onu gideceği yere götürecek bir şiirin ipuçlarını taşıyan bir şiir (Hilmi Yavuz’un herhalde yüreğini çalan “bülbül bir kafestir” de bu şiirde). İkincisi “Nesnevi II”, özellikle: “Sonra derilerinden sıyırdık/anıları” söyleyişi çok vurucu. Serkan Işın’ın şiirinde şehvet yok değil, var; okuru sarsmak isteyen kuvvetli bir yanı var, ama ellerini kollarını acısıyla bağlamadan, daha fazla şiir yırtması ve kendini şaşırtması gerekli.

Enis Akın, Virgül Dergisi, Eylül 2002, Sayı: 54


25 Nisan 2013 Perşembe

Son Osmanlı Şairi Behçet Necatigil’den Bir “Ders”


Son Osmanlı Şairi Behçet Necatigil’den Bir “Ders”

Enis Akın






Kırılgandır. Edebiyat öğretmenidir. Öğrencilerine verdiği bir derste, edebiyatla nezaketin ilişkisinden sözeder Behçet Necatigil. Yıl 1959’dur. 2. Dünya Savaşı’nda daha önceki savaşlarda görülmeyen bir şekilde, sivil halk savaşın içine çekilmiş, şehirler, ırklar yokedilmeye çalışılmış; uygarlığın önceki standartları paramparça olmuştur. Savaşın ardından insanın “karanlık” taraflarından söz eden Freud, artan bir ilgiyle dinlenilmektedir.

2. Dünya Savaşı’ndan 14 yıl sonra Behçet Necatigil öğrencilerine bir “ders” verir:

Demek ki anlayış anlamında olan bu söz [nezaket], terbiye, kibarlık, saygı anlamlarını da taşıyor. Edebin “söz ve davranışta herkesin beğendiği yollar” demek olduğunu edepli, edepsiz sıfatlarından bilirsiniz. Edep yahu! Edebini takın! Demektir. Asıl anlamı terbiye demek olan edep, sonradan edebiyat anlamına da kullanılmıştır. Eskiler edebiyata “Fenn-i edeb” derlerdi. Edebiyat; düşünce, duygu ve hayallerin söz veya yazıyla güzel ve etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır. “Güzel ve etkili” sıfatlarına dikkat ediniz. Nezaket de güzel ve etkili bir davranış olduğuna göre edebiyatın, şiirin nazik olması gerekir. Şu halde güzel ve etkili olmayan eserler edebiyat bakımından nezaketsiz eserlerdir. [Konum, Şiirde Edebiyatta Nezaket, Behçet Necatigil, 1959, abç]

Edebiyat kelimesi ile “edep” kelimesi arasındaki kökensel bağlantı elbette bir buluş değil. Ama kelimenin “daha Türkçe” karşılığını kullanırken bu bağlantı kayboluyor: Yazın. Evet, yazın-yazı arasındaki bağlantı, edebiyat-edep arasındaki bağlantıdan çok daha kuvvetli. Ayrıca “etik bağlantı” kelimenin İngilizce’deki karşılıkları arasında yok; literature: yazın, literate: okur-yazar, literal: harfiyen, vb.

“Etik bağlantı” epey sorunlu aslında: Edep standartlarına kim karar verecek? Necatigil’in belirttiği gibi “herkes” mi karar verecek gerçekten? Yoksa, kelimenin eskiliğini ve Osmanlı şairinin sarayla ilişkisini düşünerek, “saray ahalisi” mi? O zaman edep-edebiyat arasındaki ilişkinin altından itaat, vb. gibi başka bağlar belirginleşir. Edebiyat kelimesini yeterince kazırsanız altından “biat” da çıkabilir, tabii ki kelime kökeni olarak değil, ama “edep”ten edebiyat türetilmesi bende hep böyle bir çağrışım yaratmıştır: en edepli kimse sonuçta o nezaket kurallarına en çok biat edendir.

Ayrı kimliklerden vazgeçme, kişisel özelliklere değil beklenen özelliklere ağırlık verme, hatta boyun eğme çağrışımlarıyla beraber geliyor akla “edep”. Kimliğinizi, sadece size özgü aşırılıklarınızı, özerk coşkularınızı yok ettiğiniz ölçüde “terbiyeli”, “efendi”, “edepli”, vb. sayılırsınız; “herkesin beğendiği yollar”, ama en çok da “saraylıların”...

Başka bir dilde “sanat” ile “boyun eğme” arasında kurulabilecek böyle bağlantılar var mı bilmiyorum, ama bunun herhangi bir dünya vatandaşına ifadesi bile gülümsetici olsa gerektir: “Biz Türkler yazı yazma işini içimizden en edepli olanlara havale ettik”. İyi ki Necatigil de işi buralara götürmüyor, sadece “satirik” şiirlerin kalıcı olmayacağını belirterek, öğrencilerini lirik şiirler yazmaya yönlendirmek istiyor. “Satirik” Nef’i’nin canından olma nedeni, yeterince itaat etmemesi değil miydi? O bir “edepsiz”di.

Edebiyatçı ne kadar edepli olmalıdır? Bariz edepsizleri, yani Beat Kuşağını, Bukowski’yi, Şamar Şiirini, Can Baba’yı filan bir tarafa bırakın; Baudelaire, Lautréamont, Rimbaud, baştan çıkartıcı Lermontov’u, kalın fırça darbeleriyle Van Gogh’u, saldırgan gürlemeleriyle Tcaihovksy’yi de unutmanız gerekir! Ya Sylvia Plath, ya Brecht? Onlar da kim! Necatigil Usta zaten ve iyi ki bu söylediklerinin arkasında sonuna kadar sıkı sıkı durmuyor, aşağı yukarı bu yazıyı yazdıktan hemen sonra kendinden sonra gelen kuşaklardan etkileniyor ve “kaba” çağrışımlara da açık olabilen şiirler de yazıyor:

Ve eksilir bir koyun geceye davarlardan
Ve insanlar geçerler sağa sola bakınıp
Çok acele bir şeyi ölmeden bir kez daha
Sonra yalnızlıklarında otururlar yalarlar
Çok eski bir kemiği çıkarıp duvarlardan
[Behçet Necatigil, Kemik]

Konumuz nezaket olunca son satırın fallik çağrışımlarını bir tarafa bırakamaz mıyız? Açıkçası, hayır! Psikolojiden bihaber olduğumuzu söylemek bizi temize çıkaramaz. Kalın fırça darbelerinin, “kaba”nın yerinde olanı vardır, olmayanı vardır. Hayat mutsuzluklar da üretmektedir; Behçet Necatigil’in duyulmasının, mutluluğunun önünde bir duvar vardır; şiiri odasındaki dört duvardan çıkarır; iletişimsizlikten çıkartır erkekliğini, ya da dişiliğini belki de. Bu sadece bir yorum, ama olanaksız bir yorum değil.

İyi ki Behçet Necatigil “edebiyat = edep” demiyor; “ihtiraslarınızı nezaketle ifade edin ki sevimli görünsün” diyor: “Şiirde müptezel [değersiz] değil mümtaz, seçkin olmak, soylu, has, saygı uyandırıcı ve zarif olmak gerek”mektedir. “Nezaket ihtirasları çiğlikten kurtarır, munis ve sempatik yapar.”

Şimdi ben burada aynı konuda, aynı yıllarda aynı konularda söz almış başka birine sözü vermek istiyorum. 1962’de İngiliz eleştirmen Al Alvarez, Penguen yayınlarından önemli bir şiir antolojisi derler. (1929 doğumlu Alvarez o yıllarda oldukça geniş bir etki alanına sahip ve Sylvia Plath’ın Ariel kitabının da yayıncısıdır.) Alvarez ‘Yeni Şiir’ isimli bu antolojiye, 1930’lardan 50’lere kadar İngiliz şiirinin macerasını ortaya koymak ve antolojide toplanan yenilikçi şairlerin İngiliz Şiiri içindeki yerini belirtmek amacıyla bir önsöz yazar. Plath’ın biyografilerinden anladığım kadarıyla, bu yazı ilk kez yayınlandığında, antolojiye alınmamış olmasına rağmen Plath’ı çok etkilemiş ve en önemli kitabını, Ariel’i yayınlanması için Alvarez’e götürmüştür. Plath’a “duymak istediği birşey söyleyen” bu makalenin temel tezi Behçet Necatigil’in tezinin tam tersidir: “İngiliz Şiirinin hayatta kalıp kalamayacağı nezaket hastalığına karşı bağışıklığını koruyup koruyamayacağına bağlıdır”.

[2. Dünya Savaşı] dışımızdaki kitlesel kötülüğün zorla kabulü psikanalizle; yani aynı güçlerin kendi içimizde de işbaşında olduğunu kabul etmemizle tam bir paralellik çizdi. Bruna Betteheim’in Dachau ve Buchenwald’da yaptığı gizli psikanalitik gözlemlerin sağaltıcı amaçlarından biri de, etrafında olan bitenlerin ne kadarının kendi içinde olanları ifade ettiğini öğrenmekti. Başka bir analist, Almanya’dan kaçan mültecilerin ısrarla peşinden gittiği suçluluk duygusunun, biraz da Nazilerin, babaları, anneleri, kardeşleri ve çocukları öldürerek, mültecilerin en derin ve en ilkel güdülerini doyurduğu olgusunda aranabileceğini iddia etmişti. Bu doğru olmayabilir de, olabilir de, fakat hem psikanaliz çağında yaşayıp, hem de kendini toplumsal vahşetin tamamen dışında saymak da kolay olmasa gerek. [Yeni Şiir veya Nezaket Kuralının Ötesinde, Al Alvarez, 1962]

Savaş sonrasında Freud’un tezlerinin popülerliğindeki artış, insanlığa daha önce görülmemiş boyutlarda bir vahşet yaşatan 2. Dünya Savaşının dünya tarafından anlamlandırmaya çalışılması ile bağlantılı. Necatigil yıllar sonra bile Dachau’da, Auschwitz’de olan bitenlerden habersiz gibi, bir “adalı” gibi konuşur:

Edebiyatın inceliklerine dikkat etmemekten, uymamaktan gelen bu kabalık, hele edebiyatta bütün bütüne sırıtır. [Necatigil, agy]

Nezaket kavramının toplumsal anlamı “Beşiktaşlı Usta”nın hiç aklına gelmediğine göre 1959’larda Nâzım, Türkiye’den sadece mesafe olarak değil fikren de çok uzakta olsa gerektir: Nezaket, küçük burjuva sınıfın fantastik dünyasının dayanağıdır.

Nezaket hayatın her zaman az çok düzenli olduğuna, insanların her zaman nazik olduğuna, insanların duygularının ve alışkanlıklarının az çok aklı başında ve az-çok kontrollu olduğuna dair bir inanıştır; kısacası Tanrı’ın az çok iyi olduğuna dair bir inanıştır. [Alvarez, agy]

Necatigil kimi ince olmaya davet etmektedir? Öğrencilerini. Onlara, yani geleceğin şairlerine geçmişin değerleri hatırlatılmaktadır. Öğrencilerin yerine herhangi bir halk kesimini, örneğin “otobüs durağında bekleyenleri” koyduğumuzda bu yazının dili bağlamında ne değişebilir? Hiçbir şey. Demek ki Necatigil bu söyleşisinde hitabettiği kesimde bir ayrım yapmamakta, herhangi bir halk kesimine karşı söz almaktadır. Geleceğin edebiyatçılarına konuşmaya karar vermişken, Necatigil durumun özerkliğini unutup, kendini söyleyişinin güzelliğine, akışına kaptırmışa benzer. “Konuşmanın akması” diye bir şey vardır. Kendi haline bırakırsanız konuşmalar hep bildik yerlere akarlar. Necatigil de bu konuşmasında kendisine ait kelimelerle konuşmakta değilmiş gibi; geleneğin sözcülüğünü yapıyor, hep konuşulageldiği gibi konuşuyor. Türk halkının, öğrencisinin çok bildiği bir düşünce tarzı bir kez daha şehvetle sese dönüşmek için adeta Necatigil’in dilini/dudaklarını kullanmaktadır.

Türk halkı, özgürlüğü “öğretmen sınıftan çıkar çıkmaz” silgi savaşı yapma serbestliği olarak algılar. Serbestlikle özgürlük arasındaki farkı pek bilmez. “Doğru davranış” gerektikçe, süngü gücüyle sağlanmaktadır, alışkanlık budur. Necatigil hiçbir zaman kendileri adına karar vermeye çağrılmamış insanları kendisi olmaya mı çağırır? Hayır; özgürlük onların elinde değildir, karşılarında “Edebiyat Öğretmeni” vardır. “Eğitim arzulanır bir şeydir, ama bilmeye değer hiçbir şeyin öğretilemeyeceğini arasıra hatırlamakta yarar var” [Oscar Wilde].

Hocanın dediğinden önce yaptığından etkilenmeye teşne olan öğrencilerin bu yazıdan edindikleri ilk bilgi: “bilmenin ayrıcalık sağladığı” olsa gerek; bilmemek ayrıcalıktan yoksun kalmak, kalabalık içinde bir kum tanesi olmaktır. Bütün bu sahnede öğrencinin, söylenenler karşısında hâlâ bir itirazı kalmışsa, hafif bir tehdit bu son itirazı silip süpürmeye yetecektir:

Bu gibilerin [kabaların] karşısında “tecahül-i ârif” bilmezden gelmek, oralı olmamak bunların başında gelir. “Hasmın sitemini anlamamak hasma sitemdir” der Ziya Paşa. Biz bunu şöyle değiştirebiliriz: “Nezaketsizliğin kabalığını anlamamak, nezaketsize karşı nezakettir.” Namülayim sözler, namübarek yüzler karşısında herkes gibi sanatçı da ince, kırık bir gülüşle gülümser geçer. [Necatigil, agy]

İnsanlar öğrenebilir, ama insanlara öğretilemez, ya da en azından gerçekten anlamlı bir şey öğretilemez. Bunun bir nedeni, ne öğrenci ne öğretmen, bir kimsenin, kendisi için kişisel açıdan anlamlı olanı; kişinin tam olarak anlamlı bulup rüyada kullanmak üzere seçeceği, hatırlayacağı ya da unutacağı ve üzerinde çalışacağı şeyin ne olduğunu asla önceden bilemeyecek oluşudur. “Sadece örtük mesajlar yerine ulaşır” [Adam Phillips]

Necatigil’in “ders”inin tüyler ürpertici örtük mesajı buradadır:  “İnce, kırık bir gülüşle” geçmek, “oralı olmamak”. Kırık inceliklerin şairi... Böyle bir “kırık inceliğin” aslında yerine göre “kabalık” olabileceğini düşünüyorum ben. “Tecahül-i arifane”nin bir adı da “sessizlik suikastı”dır. Bu sadece bir kişinin bir davranışına karşı değil, bir insan olarak varoluşuna yöneltilmiş bir saldırı, bir güç uygulamadır. Bu tavır birbirinin ayağını kaydırmak için hevesle bekleyen edebi camianın nezaketinin arkasında yatan kaba öfkenin, mafyavari çatışmaların dışa vurumudur: “Cevap bile verme!” En etkili kişilik ezme yöntemi olarak susmak!

İnsan tam da kötülüğü (burada kabalığı) dışarıya attığına inandığı bir anda, ötekine en temel saygıyı göstermeyebilecek kadar kötüleşebiliyor. Engizisyonun olabilmesi için saf iyiliği bünyesinde topladığına inanmış bir din adamları silsilesi gerekliydi.

İnsanın saldırganlığı, umutsuzluğu, doyumsuzluğu, başarısızlığı, tembelliği, kötülük isteği de insanın başa çıkması gereken deneyiminin parçalarıdır; bunlar insanın “içinden gelir”; insana aittir; hem de öteki, ordaki insana değil “ben”i de içeri alan ve Necatigil’i de dışarıda bırakmayan bir biçimde insana aittir. Terbiye, nezaket, efendilik, edep, vb. psikanaliz-öncesi putlar gibi geliyor bana: Hayatın ufak tefek toplumsal ayrımlar dışında az çok aynı kaldığı varsayımına, insan psikolojisine üstten bakmaya dayanıyor.

Behçet Necatigil bir örnek verir ve sorar: “ ‘Peder değil bu belâ-yı siyahtır başıma!’ diyor Nef’î. İnsan, babası için başımın belâsı der mi?” Sylvia Plath’ın “Babacım” şiirini hatırlıyorum da, “İnsan babasına ne der ki başka?” demek geliyor içimden!

Şişko kara kâlbine bir tahta parçası saplı olarak
Köylüler seni zaten hiç sevmemişlerdi.
Mezarına topuk vuruyorlar, üstünde dans ediyorlar şimdi.
Hep biliyorlardı zaten senin sebep olduğunu bütün kötülüklere.
Babacım, babacım, adi herif, bitirdin beni.
[Sylvia Plath, Babacım]

Plath’ın şiiri son derece duygulu bir şiir, ama öfkeli de. Başka pek çok şey gibi Türk Şiirine gerçek babalar, anneler de esasen İkinci Yeni sayesinde girmiştir. İşte:

Şöyle ben biraz saçlarımı kestirirsem ne olur
bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
oysa herkesin annesi aslında bir baruttur
[Turgut Uyar, Anneler Kaçar Gibidir]

1959’da Necatigil’in savunduklarını savunabilmek için insanın militan bir neo-klasist filan olması gerekir, belki de Son Osmanlı Şairi:

[...] meselâ lirik şiirde alev alev yanabilecek kör ve taşkın bir ihtiras satirik şiirde küllenmeye, örtülmeye muhtaçtır. Nefretler, hasetler, yermeler, aşağılamalar, öfkeler, satirik şiire çıkış noktası olurlar. Halbuki bu ruh halleri birer meziyet değil, birer kusurdur. Kabalığa çok yakın kusurlardır. [...] Lirik şiir kalpten, satirik şiir zekâdan gelir. [Necatigil, agy, abç]

Kabalığa çok yakın kusurlar... Yaşıyoruz. Sadece yaşıyoruz. Bütün yıkıcı, şiddetli, öfke duygularımızla beraber yaşıyoruz. Necatigil öğrencilerini kendilerini ifade etmeye değil, mükemmel olmaya, yani ayırdedici özelliklerini yoketmeye çağırmaktadır. Aşağıdaki de E.E. Cummings’in öğrencilere tavsiyesi:

Hiçkimse-değil-ancak-kendinizi sözcüklerle ifade etmeye gelince, bu, şairin bile tasavvur edemeyeceği bir kimseden bir miktar daha fazla çalışmak demektir. Niçin mi? Çünkü hiçbir şey sözcükleri bir başkası gibi kullanmak kadar kolay değildir. Biz hepimiz bunu hemen her an yapmaktayız – ve ne zaman yapsak, şair değilizdir artık. [Bir Şairin Öğrencilere Tavsiyesi, e.e. cummings, 1955]

Turgut Uyar da şiir eğitimi konusunda düşünmüştür:

Çocuk şiiri ya da çocuklara göre şiir yoktur. Nerdense? Şiir matematik gibi kolaydan başlayıp öğrenilmez. Kolaylık bir beğeni olarak yerleşiverir insanın kişiliğine. Sonra da kolay kolay değiştirilemez. O yüzden en zorlu şiirlerle başlanmalıdır dili sevdirmeye, beğenileri eğitmeye, kişileri çağdaş kılmaya. Bu konuda bir eğitim söz konusu ise, şiirin en son vardığı yerden başlanmalıdır. [Turgut Uyar, Sonsuz ve Öbürü içinde, 1968]

Behçet Necatigil aslında öğrencilerine nezaket önerirken onların bu temel kültürden yoksun olduğuna inanarak konuşmakta, dolayısıyla Turgut Uyar’ın çocuklara gösterdiği, beklediği, atfettiği saygıyı göstermemektedir. Öğrencilerini nazik-lirik şiirler yazmaya davet etmek için herşeyi basitleştiren Necatigil, bir de kalp ile zeka arasında bir ikilik yaratmak zorunda kalır:

Mandanın söğüt dalına yuva yapması gibi gariptir espri şiiri. [Örnek oldukça kaba; Necatigil gibi büyük bir şairden daha “uygun” bir örnek beklemek hakkımızdı sanıyorum -ea] Güldürür, akılda kalabilir, ama derinlere işlemez. Lirik şiirdeki derin, büyüleyici etki yoktur onda. Kalp her zaman zekâyı yener. Samimiyet, içtenlik hayranlık uyandırır. Şaşırtmaya dayanan espri ise hayret verir bize. [...] Satirik şiir güler, güldürür ama az yaşar. Dünyanın bütün büyük şiirleri, yaşayan şiirleri lirik şiirlerdir. [Necatigil, agy, abç]

Aynı yıllarda Turgut Uyar “şiir çıkmazda çünkü insan çıkmazda” dediği, bugün hâlâ yanlış anlaşılan yazısında, aslında bir çıkar yol gösteriyordu: Önemli olan insan deneyiminin bütününün şiire aktarılmasıydı. “Freud’dan sonra, duygu ve düşünce arasındaki geç romantik ikilik tamamen anlamsızlaşmıştır.” [Alvarez, agy] Ece Ayhan’ın, İsmet Özel’in şiirleri, Can Yücel’in adeta bir kirlenme isteğiyle yazdığı şiirler, ve daha sonrakiler sanki Necatigil’e verilmiş cevaplar gibidir.

İki Necatigil var; birini seviyorum, birinden korkuyorum. Necatigil’i severim, kekeme şiirlerini, duvarlardan çıkarttığı şiirlerini, endişesini, karanlığını, tutukluğunu, korkusunu anlattığı “başarısızlığının başarılı anlatımlarını’ severim; “kırık inceliklerin şairi”ni sevmiyorum, ikilikler yaratan düşüncesini, ne söylediğini fazla bilen, örtük mesajlarla işleyen Osmanlı-Kemalist tarzını, Atatürk’e yazdığı şiirleri, vb. eğlenceli bulmuyorum, üstelik epeyce de korkutucu buluyorum.

“Edepsizliğin” edebiyata, insan deneyimine getirdiği, getirebileceği pek çok şey olabilir, bunları incelemek başka bir yazının konusu. Peki bugün biraz “kaba” ama yine de lirik bir şiir yazılamaz mı? Bence yazılır, bir örnek:

bunlar mesela gözlerinse diyorum hasiktir
büyük kocaman iri dev gibi yeşil hasiktir
ne güzel gözlerin var derdim ben de eskiden
herkes gibi yani hasiktirsinler onlar ne anlar
[Hakan Arslanbenzer, Süleyman Değirmi’nin Hasiktiri Çektiğidir]

Bunun kısa parçanın bile yarattığı bir gerçeklik duygusu var; ben gerçeklik duygusunun günümüz Türk Şiirinin ihtiyacı olan bir şey olduğunu düşünüyorum. Edebiyat sıralarının ön koltuklarında oturanların aşırı nezaketli görüntüleri, bu sıraları (haketseler bile) başkalarıyla paylaşmamak konusundaki histerik tepkileriyle bir ve aynı şeydir, birbirini üretirler. Öfkeyi ön yüzlerinde, bir savaş ilanı olarak taşıyan bazı yazın adamlarıysa, çoğunlukla, aslında adalet duygularını her gün rencide eden modern hayatın bir sonucu olan öfke patlamalarını bastırmadıkları için en azından belli bir gerçeklik duygusunu hayata geri getirmektedirler.

Suratında “ince kırık bir gülümseme” gördüğüm edebiyat adamından genellikle korkuyorum, öfkeli yüzleri genellikle seviyorum.

Behçet Necatigil’in “edebiyat efendisi” tipolojisiyle çizdiği çerçeve bence 1959’da bile gülünüp geçilmesi gereken bir çerçeveydi ve eminim yeterince zeki olanlar gülüp geçtiler. Behçet Necatigil’in sözünü dinlemeyen en az iki kuşak geldi. Ama belki 44 yıl sonra hâlâ konuyla ilgili sorunlarını çözememiş olanlar vardır; yazarının vaktinde “hükümsüzdür” demediği bir metni alıntılamakla uğraşma şanssızlığına uğramış bir takım yazın adamları olabilir. Eğer böyle birileri varsa, umarım onlar da artık ilgili metni referans listelerinden sileceklerdir: Edebiyatta nezaket bir kriter değildir, çünkü hayat ciddi bir meseledir, her geçen dakika daha ciddi.

 Enis Akın, yasakmeyve, S.3

10 Nisan 2013 Çarşamba

İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi

İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi

Enis Akın




İtibar Dergisi lk sayısından başlayarak kendisini bir vefa müessesi olarak konumlandırıyor. Başyazılarda bir “iyilik” yüceltmesi görüyoruz: Dergimiz, kendini iyi hisseden herkese açıktır. (Sayı 3 Aralık 2011) İtibar, iyilik üzerine kurulmuş bağımsız bir edebiyat dergisidir. (Sayı 6 Mart 2012) Önceliğimiz dergilerden bir dergi çıkarmak değil, bir vefa müessesi kurmaktı. (Sayı 2 Kasım 2011) Vefası olmayanın sefası olmaz. (Sayı 7 Nisan 2011)

Kendini Promete’yle bir tutmasa da en azından güncel hayatla bir alıp veremediği, adına “muhalif” dediğimiz tınıdan bir parça nasibini almış olması beklenen şair ve yazarların dünyayla bu kadar “barışık” durmasını hiç de “iyi” bulmuyorum. Kapitalist normların, devletin, ailenin, okulun, özel mülkiyetin, ırkçılığın, ayrımcılığın, zulmün ideolojik eleştirisini yapmaya gönüllü olmayanların “iyi”liğinin kimseye bir yararı olmasa gerek.

Şiirin dili her yerde ve her çağda ezilenlerin dilinden gelir. Çünkü ezilenler dünyanın iyi bir yer olduğu konusunda derin kuşkular taşırlar. Ezilenlerin kuracak yeni cümleleri vardır. Dünya iyi bir yer değil; işçi, kürt, ermeni, çingene, köylü, siyah, çocuk, kadın, eşcinsel, alevi ve müslüman oldukları için insanlar eziliyor. İtibar’ın arka kapaklarda kullandığı doğa fotoğraflarındaki çiçeklerle böcekler arasında bir savaş var; martılar aç kalırsa güvencinleri yiyor. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu kavgalara, örneğin Kürt sorununa hiç bakmayan, görmeyen, buna sırtına dönen, bununla konuşmayan, bunu anlamaya çalışmayan “edebiyat” zaten kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan yakında kendini edebiyatın dışına bulacaktır.

Elbette sırtını siyasete dayayan, bunun şiirlerini kurtarmasını bekleyen ve bunun rahatsızlığını yaşamayan bir şairin bugün kimseye bir şey söylemesi beklenemez, ama siyasetsiz bir ahlakla, ahlaksız bir siyaset arasında çok az fark vardır. Şairlikte direnilecekse, en azından insanın karanlığına ihanet etmemek denenebilirdi.

Üstelik İtibar’da derginin bu hallerine bir itiraz da geliştirmesi beklenebilecek birçok saygın, muhalif isim de var, adlarını saymaya gerek yok. Kapitalist sistemin günahlarından bihaber olmayan, ekmek kavgasına ilgisiz olmayan isimler… Ancak dergi, genel çizgi olarak bunların dışında bir yerde şekilleniyor. Adeta bir ünlüler geçidi. Bu kadar ismin nasıl olup da bir araya geldiğini anlamak zor, “iyilik ittifakı” bu durumu yeterince açıklamıyor. Bill Gates de çok iyi biri her yıl milyonlarca doları vakıflara dağıtıyor, ona ne diyeceğiz İtibar’da? İyi olunacaksa ve mütedeyyin bir pozisyondan konuşuyorsanız edebiyat dergisi değil TV’de iftar programı yapmak veya ücretsiz yemek dağıtmak da düşünülebilirdi.

İtibar niye var? “Crème de la crème” birçok islam aydınını sayfalarında toplamak neden önemli? Bu topluluğu bir arada tutan nedir? İddialarının tam tersine İtibar dağınık bir dergi. Daha bir topluluk bile olmadan, “ortak bir ahlaka sahip bir topluluk” olduğunu iddia edecek kadar da naif. Bir zamanlar bir dinin (inancın) bir araya getirdiği insanlardan söz edebilirdik, hâlihazırda bir topluluk var diye ortaya bir inanç çıkmaz. Ne çıkar peki? İyilik pastası! Eğer “bir araya geldik şimdi neye inanalım” sancısıyla bir iyilik inancı doğurmaya çabalayan bir topluluktan söz ediyorsak, burada bir budalalıktan değil bir seçimden söz edilmeli.

Seçim varsa, yani “iyilik pastası” adı altında örneğin “iktidarın sanat kolu” olmak seçiliyorsa, o zaman buna bakan insanlar acıma ile nefret duyguları arasında bir karmaşa yaşamaz, doğrudan saflarını belirleyebilir. İtibar dergisi bir iyilik diktatörlüğü peşinde koştururken, pastanın sağda, iktidarın İslam, bizi birleştireninse iyilik olduğu gibi bir bulamaçla, kapağa her ay başka bir beyaz-müslüman-sunni-erkek büstü çıkararak (veya çıkardığı kişiyi beyazlaştırmaya müslümanlaştırmaya ve erkekleştirmeye çalışarak) şunu der gibi: “Uzun zamandır sustuk, artık bizim sıramız”. Türk şiirinde assolistlerin sırası geldi mi? Kapanışa mı yaklaşıyoruz? Hayır, sorun şu, İtibar aslında şunu diyor: “artık sahne burası, sahnede biz varız”.

Aslında dergideki olumlu isimlerden bir tanesi saydığımız Ahmet Murat İtibar’ın 7. sayısında (Nisan 2012) bizi eleştirmiş: “… Duvar’ın iktidar ile büyük oranda Ak Parti iktidarını kastettiğini anlıyorsunuz. Beni hiç kimse Bejan Matur ve Hilmi Yavuz’u savunmak zorunda bırakamaz, ama sol yayınlardaki iktidar eleştirisinin artık ne zaman bu ülkedeki ve dünyadaki derin iktidarları da kuşatabilecek bir oyluma evrileceğini öğrenmek istiyoruz” diye yazmış. “Beni hiç kimse Bejan Matur ve Hilmi Yavuz’u savunmak zorunda bırakamaz” sözünün üzerinde durulmalı. İnternetin sınırsız böbürler çağında kendini tuhaf bir savunma/saldırma denklemi arasında sıkışmış hisseden bir söz: Kimsenin kimseyi savunmak zorunda olduğu yok; saldırmak zorunda da olmadığımız gibi. “Eleştiri” diye bir düzlem de var, diye hatırlatmak gerekli mi?

Üzerine bütün İkinci Yeni şairlerinden daha çok tez yazılmış (yazdırılmış), üniversitede kürsü sahibi, gazetede köşe sahibi, birçok ödül jürisine üye, Doğan Hızlan, İskender Pala, vb.’yle televizyonda yıllardan beri hemen her hafta boy gösteren, adına aralıksız dergi sayıları, dosyalar, sempozyumlar yapılan, Ahmet Murat’ın iktidar saymadığı AKP’li başbakanla poz vermek için sıraya giren bunlar değildir belki de. Veya bunlardır, ama eskiden böyledir de Ahmet Murat’ın, Hilmi Yavuz ve Bejan Matur’la ilgili benim görmediğim sayfa sayfa eleştiriler, ayrıntılı analizler yayınlamasından sonra, kendisi bunları zaten bitmiş, halledilmiş mevzular addediyordur. Olabilir, o sayfa bolluğuna ben rastlamamış olabilirim.

Duvar’ın iktidar(a karşı olmak -ea) ile büyük oranda Ak Parti iktidarını kastettiğini anlıyorsunuz.” Nereden? Orası müphem. Önemli olan şu, diyelim ki AKP’ye karşıyız, siyasi iktidara karşı olmak ne zaman bu kadar değersizleşti? Siyasi iktidara karşı olmadan mı iktidara karşı olmamız bekleniyor? Adına devlet denen bir mekanizmaya sahip bir gücü görmezden gelerek, buna aldırmadan iktidarın “nesine” karşı çıkılabilir? Hangi siyasi iktidar olursa olsun bununla “iyi” ilişkiler kuran sanatçının sanatını sorgulaması gerek. AKP’yi “İslam” sanmakta, İslam’ı iktidarda sanmakta, iktidarla sanatı uzlaşabilir sanmakta, bu tür bir sanatı tahir sanmakta bir beis vardır.

Şiiri ciddiye alan herkes herhalde Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” sözü üzerine düşünmüştür. Bu söz dünyanın kötülüğü ile şiirin (sözde) iyiliğini karşı karşıya getiriyor. Her şiirin bir şiir geleneği içinde, önünde ve arkasında başka iyi şiirler içinde kendine bir yer bulması şiirin olmazsa olmaz bir boyutuysa, Adorno aynı zamanda bir de “dünya”da yaşadığını hatırlatır şaire. Şairin kardelenlerden bahsetmesi temiz kalması için yeterli değil.
Türkiye’de geçmişten beri birçok “iyi” dergi oldu; kimseyi kırmayan, hatır-şinas, elini korkak alıştırmış, daha yaşken sertliği hor görmek üzere eğitmiş… Şiirin ihtiyaç duyduğu iyilik değil adalettir; az olan, parlak yanaklı “iyi” yazılar değil, doğru bildikleri için yerinde “hır çıkartan” yazılar. Kırmızı kartını kullanmaktan korkan hakemlere yeni bir tane daha eklenmesinin bizce hiçbir faydası yok. Üstelik internet çağındayız, köşeleri kapatmış abileri tarafından tanınma korkusuyla “uslu davranmak” zorunda olmayan, düşündüğünü açıkça ortaya koyma özgürlüğünü kullanan insanlar kendilerini bloglarında, email gruplarında, web sayfalarında ifade ediyor. Biz biraz da “iyilik” gibi ne içerdiği belirsiz, siyaset-dışı bir kavramın edebiyatta “muteber” olmaya devam etmemesi için başlattık Duvar’ı. Eğer İtibar’ın son sayısının giriş yazısına “vefası olmayanın sefası olmaz” diye bir başlık atılabiliyorsa, demek ki daha birinci sayımızda birilerinin sefasını sürmek için vefa gösterdiklerine ayna tutmuşuz.

İtibar dergisinin bugüne kadar inceleme adı altında, eleştiri adı altında ortaya ne değer koyduğu, ne koymadığı başka yazıların konusu ancak “derin iktidarları” ne kadar derin eleştireceğinin, analiz edeceğinin ipuçlarını bugüne kadar yayınlanan yazılardan göremedik. Türkiye’de sağ, iktidarın ellerine doğduğu halde son yirmi yıldır solun kavramsal cephaneliğini istediği gibi kullanıyor. Sol kavramlara yabancı olmayanların, en azından iktidarı, siyasi iktidardan münezzeh saymaktan vaz geçmesi beklenirdi. Dediğim gibi eğer bu bir tercihse, söyledikleri herhangi bir şeyi ciddiye almamız beklenmesin. Şiirde yeni olanı arama macerası, bu işe gönül vermiş herkesi kendisiyle dalga geçebilmenin yollarını, kendini yıkmanın yollarını bulmak zorunda bırakıyor. Oysa bütün toparlayıcı, birleştirici, çatışmadan-kaçıcı, siyasetten korkan söylemlerle silahlanmış bir “ben iyiyim” lafzı kendini yıkmanın yollarından biri değil, bunu baştan engelleme çabasının bir tezahürü, üstelik son derece takatsiz bir tezahür. Başka türlü olması beklenebilir miydi? İktidarla çatışmasını yitiren önce şiirini yitirir, zira.

Duvar Dergisi, sayı 2, s.59-60 Mayıs 2012