Son Osmanlı Şairi Behçet Necatigil’den
Bir “Ders”
Enis Akın
Kırılgandır. Edebiyat
öğretmenidir. Öğrencilerine verdiği bir derste, edebiyatla nezaketin
ilişkisinden sözeder Behçet Necatigil. Yıl 1959’dur. 2. Dünya Savaşı’nda daha
önceki savaşlarda görülmeyen bir şekilde, sivil halk savaşın içine çekilmiş,
şehirler, ırklar yokedilmeye çalışılmış; uygarlığın önceki standartları
paramparça olmuştur. Savaşın ardından insanın “karanlık” taraflarından söz eden
Freud, artan bir ilgiyle dinlenilmektedir.
2. Dünya Savaşı’ndan 14
yıl sonra Behçet Necatigil öğrencilerine bir “ders” verir:
Demek ki anlayış anlamında olan bu söz [nezaket], terbiye,
kibarlık, saygı anlamlarını da taşıyor. Edebin “söz ve davranışta herkesin beğendiği yollar” demek
olduğunu edepli, edepsiz sıfatlarından bilirsiniz. Edep yahu! Edebini takın!
Demektir. Asıl anlamı terbiye demek olan edep, sonradan edebiyat anlamına da
kullanılmıştır. Eskiler edebiyata “Fenn-i edeb” derlerdi. Edebiyat; düşünce,
duygu ve hayallerin söz veya yazıyla güzel ve etkili bir şekilde anlatılması
sanatıdır. “Güzel ve etkili” sıfatlarına dikkat ediniz. Nezaket de güzel ve
etkili bir davranış olduğuna göre edebiyatın, şiirin nazik olması gerekir. Şu
halde güzel ve etkili olmayan eserler edebiyat bakımından nezaketsiz
eserlerdir. [Konum, Şiirde Edebiyatta Nezaket, Behçet Necatigil, 1959, abç]
Edebiyat kelimesi ile “edep” kelimesi arasındaki kökensel bağlantı elbette
bir buluş değil. Ama kelimenin “daha Türkçe” karşılığını kullanırken bu
bağlantı kayboluyor: Yazın. Evet,
yazın-yazı arasındaki bağlantı, edebiyat-edep arasındaki bağlantıdan çok daha
kuvvetli. Ayrıca “etik bağlantı” kelimenin İngilizce’deki karşılıkları arasında
yok; literature: yazın, literate: okur-yazar, literal: harfiyen, vb.
“Etik bağlantı” epey
sorunlu aslında: Edep standartlarına kim karar verecek? Necatigil’in belirttiği
gibi “herkes” mi karar verecek gerçekten? Yoksa, kelimenin eskiliğini ve
Osmanlı şairinin sarayla ilişkisini düşünerek, “saray ahalisi” mi? O zaman
edep-edebiyat arasındaki ilişkinin altından itaat, vb. gibi başka bağlar
belirginleşir. Edebiyat kelimesini yeterince kazırsanız altından “biat” da
çıkabilir, tabii ki kelime kökeni olarak değil, ama “edep”ten edebiyat
türetilmesi bende hep böyle bir çağrışım yaratmıştır: en edepli kimse sonuçta o
nezaket kurallarına en çok biat edendir.
Ayrı kimliklerden
vazgeçme, kişisel özelliklere değil beklenen özelliklere ağırlık verme, hatta
boyun eğme çağrışımlarıyla beraber geliyor akla “edep”. Kimliğinizi, sadece
size özgü aşırılıklarınızı, özerk coşkularınızı yok ettiğiniz ölçüde
“terbiyeli”, “efendi”, “edepli”, vb. sayılırsınız; “herkesin beğendiği yollar”,
ama en çok da “saraylıların”...
Başka bir dilde “sanat”
ile “boyun eğme” arasında kurulabilecek böyle bağlantılar var mı bilmiyorum,
ama bunun herhangi bir dünya vatandaşına ifadesi bile gülümsetici olsa
gerektir: “Biz Türkler yazı yazma işini
içimizden en edepli olanlara havale ettik”. İyi ki Necatigil de işi
buralara götürmüyor, sadece “satirik” şiirlerin kalıcı olmayacağını belirterek,
öğrencilerini lirik şiirler yazmaya yönlendirmek istiyor. “Satirik” Nef’i’nin
canından olma nedeni, yeterince itaat etmemesi değil miydi? O bir “edepsiz”di.
Edebiyatçı ne kadar
edepli olmalıdır? Bariz edepsizleri, yani Beat Kuşağını, Bukowski’yi, Şamar
Şiirini, Can Baba’yı filan bir tarafa bırakın; Baudelaire, Lautréamont,
Rimbaud, baştan çıkartıcı Lermontov’u, kalın fırça darbeleriyle Van Gogh’u,
saldırgan gürlemeleriyle Tcaihovksy’yi de unutmanız gerekir! Ya Sylvia Plath,
ya Brecht? Onlar da kim! Necatigil Usta zaten ve iyi ki bu söylediklerinin
arkasında sonuna kadar sıkı sıkı durmuyor, aşağı yukarı bu yazıyı yazdıktan
hemen sonra kendinden sonra gelen kuşaklardan etkileniyor ve “kaba”
çağrışımlara da açık olabilen şiirler de yazıyor:
Ve eksilir bir koyun
geceye davarlardan
Ve insanlar geçerler sağa sola bakınıp
Çok acele bir şeyi ölmeden bir kez daha
Sonra yalnızlıklarında otururlar yalarlar
Çok eski bir kemiği çıkarıp duvarlardan
[Behçet Necatigil, Kemik]
Konumuz nezaket olunca
son satırın fallik çağrışımlarını bir tarafa bırakamaz mıyız? Açıkçası, hayır!
Psikolojiden bihaber olduğumuzu söylemek bizi temize çıkaramaz. Kalın fırça
darbelerinin, “kaba”nın yerinde olanı vardır, olmayanı vardır. Hayat
mutsuzluklar da üretmektedir; Behçet
Necatigil’in duyulmasının, mutluluğunun önünde bir duvar vardır; şiiri
odasındaki dört duvardan çıkarır; iletişimsizlikten çıkartır erkekliğini, ya da
dişiliğini belki de. Bu sadece bir yorum, ama olanaksız bir yorum değil.
İyi ki Behçet Necatigil
“edebiyat = edep” demiyor; “ihtiraslarınızı
nezaketle ifade edin ki sevimli görünsün” diyor: “Şiirde müptezel [değersiz] değil mümtaz, seçkin olmak, soylu, has,
saygı uyandırıcı ve zarif olmak gerek”mektedir. “Nezaket ihtirasları çiğlikten kurtarır, munis ve sempatik yapar.”
Şimdi ben burada aynı
konuda, aynı yıllarda aynı konularda söz almış başka birine sözü vermek
istiyorum. 1962’de İngiliz eleştirmen Al Alvarez, Penguen yayınlarından önemli
bir şiir antolojisi derler. (1929 doğumlu Alvarez o yıllarda oldukça geniş bir
etki alanına sahip ve Sylvia Plath’ın Ariel kitabının da yayıncısıdır.) Alvarez
‘Yeni Şiir’ isimli bu antolojiye, 1930’lardan 50’lere kadar İngiliz şiirinin
macerasını ortaya koymak ve antolojide toplanan yenilikçi şairlerin İngiliz
Şiiri içindeki yerini belirtmek amacıyla bir önsöz yazar. Plath’ın
biyografilerinden anladığım kadarıyla, bu yazı ilk kez yayınlandığında,
antolojiye alınmamış olmasına rağmen Plath’ı çok etkilemiş ve en önemli
kitabını, Ariel’i yayınlanması için Alvarez’e götürmüştür. Plath’a “duymak istediği birşey söyleyen” bu
makalenin temel tezi Behçet Necatigil’in tezinin tam tersidir: “İngiliz Şiirinin hayatta kalıp
kalamayacağı nezaket hastalığına karşı bağışıklığını koruyup koruyamayacağına
bağlıdır”.
[2. Dünya Savaşı] dışımızdaki kitlesel kötülüğün zorla kabulü
psikanalizle; yani aynı güçlerin kendi içimizde de işbaşında olduğunu kabul
etmemizle tam bir paralellik çizdi. Bruna Betteheim’in Dachau ve Buchenwald’da
yaptığı gizli psikanalitik gözlemlerin sağaltıcı amaçlarından biri de,
etrafında olan bitenlerin ne kadarının kendi içinde olanları ifade ettiğini
öğrenmekti. Başka bir analist, Almanya’dan kaçan mültecilerin ısrarla peşinden
gittiği suçluluk duygusunun, biraz da Nazilerin, babaları, anneleri, kardeşleri
ve çocukları öldürerek, mültecilerin en derin ve en ilkel güdülerini doyurduğu
olgusunda aranabileceğini iddia etmişti. Bu doğru olmayabilir de, olabilir de,
fakat hem psikanaliz çağında yaşayıp, hem de kendini toplumsal vahşetin tamamen
dışında saymak da kolay olmasa gerek. [Yeni Şiir veya Nezaket Kuralının
Ötesinde, Al Alvarez, 1962]
Savaş sonrasında Freud’un
tezlerinin popülerliğindeki artış, insanlığa daha önce görülmemiş boyutlarda
bir vahşet yaşatan 2. Dünya Savaşının dünya tarafından anlamlandırmaya
çalışılması ile bağlantılı. Necatigil yıllar sonra bile Dachau’da, Auschwitz’de
olan bitenlerden habersiz gibi, bir “adalı” gibi konuşur:
Edebiyatın inceliklerine dikkat etmemekten, uymamaktan gelen bu
kabalık, hele edebiyatta bütün bütüne sırıtır. [Necatigil, agy]
Nezaket kavramının
toplumsal anlamı “Beşiktaşlı Usta”nın hiç aklına gelmediğine göre 1959’larda
Nâzım, Türkiye’den sadece mesafe olarak değil fikren de çok uzakta olsa
gerektir: Nezaket, küçük burjuva sınıfın fantastik dünyasının dayanağıdır.
Nezaket hayatın her zaman az çok düzenli olduğuna, insanların her
zaman nazik olduğuna, insanların duygularının ve alışkanlıklarının az çok aklı
başında ve az-çok kontrollu olduğuna dair bir inanıştır; kısacası Tanrı’ın az
çok iyi olduğuna dair bir inanıştır. [Alvarez, agy]
Necatigil kimi ince olmaya
davet etmektedir? Öğrencilerini. Onlara, yani geleceğin şairlerine geçmişin
değerleri hatırlatılmaktadır. Öğrencilerin yerine herhangi bir halk kesimini,
örneğin “otobüs durağında bekleyenleri” koyduğumuzda bu yazının dili bağlamında
ne değişebilir? Hiçbir şey. Demek ki Necatigil bu söyleşisinde hitabettiği
kesimde bir ayrım yapmamakta, herhangi
bir halk kesimine karşı söz almaktadır. Geleceğin edebiyatçılarına
konuşmaya karar vermişken, Necatigil durumun özerkliğini unutup, kendini
söyleyişinin güzelliğine, akışına kaptırmışa benzer. “Konuşmanın akması” diye
bir şey vardır. Kendi haline bırakırsanız konuşmalar hep bildik yerlere
akarlar. Necatigil de bu konuşmasında kendisine ait kelimelerle konuşmakta
değilmiş gibi; geleneğin sözcülüğünü yapıyor, hep konuşulageldiği gibi
konuşuyor. Türk halkının, öğrencisinin çok bildiği bir düşünce tarzı bir kez
daha şehvetle sese dönüşmek için adeta Necatigil’in dilini/dudaklarını
kullanmaktadır.
Türk halkı, özgürlüğü
“öğretmen sınıftan çıkar çıkmaz” silgi savaşı yapma serbestliği olarak algılar.
Serbestlikle özgürlük arasındaki farkı pek bilmez. “Doğru davranış” gerektikçe,
süngü gücüyle sağlanmaktadır, alışkanlık budur. Necatigil hiçbir zaman
kendileri adına karar vermeye çağrılmamış insanları kendisi olmaya mı çağırır?
Hayır; özgürlük onların elinde değildir, karşılarında “Edebiyat Öğretmeni”
vardır. “Eğitim arzulanır bir şeydir, ama
bilmeye değer hiçbir şeyin öğretilemeyeceğini arasıra hatırlamakta yarar var” [Oscar
Wilde].
Hocanın dediğinden önce
yaptığından etkilenmeye teşne olan öğrencilerin bu yazıdan edindikleri ilk
bilgi: “bilmenin ayrıcalık sağladığı” olsa
gerek; bilmemek ayrıcalıktan yoksun kalmak, kalabalık içinde bir kum tanesi
olmaktır. Bütün bu sahnede
öğrencinin, söylenenler karşısında hâlâ bir itirazı kalmışsa, hafif bir tehdit
bu son itirazı silip süpürmeye yetecektir:
Bu gibilerin [kabaların] karşısında “tecahül-i ârif” bilmezden
gelmek, oralı olmamak bunların başında gelir. “Hasmın sitemini anlamamak hasma
sitemdir” der Ziya Paşa. Biz bunu şöyle değiştirebiliriz: “Nezaketsizliğin
kabalığını anlamamak, nezaketsize karşı nezakettir.” Namülayim sözler,
namübarek yüzler karşısında herkes gibi sanatçı da ince, kırık bir gülüşle
gülümser geçer. [Necatigil, agy]
İnsanlar öğrenebilir, ama
insanlara öğretilemez, ya da en azından gerçekten anlamlı bir şey öğretilemez.
Bunun bir nedeni, ne öğrenci ne öğretmen, bir kimsenin, kendisi için kişisel
açıdan anlamlı olanı; kişinin tam olarak anlamlı bulup rüyada kullanmak üzere
seçeceği, hatırlayacağı ya da unutacağı ve üzerinde çalışacağı şeyin ne
olduğunu asla önceden bilemeyecek oluşudur. “Sadece
örtük mesajlar yerine ulaşır” [Adam Phillips]
Necatigil’in “ders”inin
tüyler ürpertici örtük mesajı buradadır:
“İnce, kırık bir gülüşle” geçmek, “oralı
olmamak”. Kırık inceliklerin şairi...
Böyle bir “kırık inceliğin” aslında yerine göre “kabalık” olabileceğini
düşünüyorum ben. “Tecahül-i arifane”nin bir adı da “sessizlik suikastı”dır. Bu
sadece bir kişinin bir davranışına karşı değil, bir insan olarak varoluşuna
yöneltilmiş bir saldırı, bir güç uygulamadır. Bu tavır birbirinin ayağını
kaydırmak için hevesle bekleyen edebi camianın nezaketinin arkasında yatan kaba
öfkenin, mafyavari çatışmaların dışa vurumudur: “Cevap bile verme!” En etkili
kişilik ezme yöntemi olarak susmak!
İnsan tam da kötülüğü
(burada kabalığı) dışarıya attığına inandığı bir anda, ötekine en temel saygıyı
göstermeyebilecek kadar kötüleşebiliyor. Engizisyonun olabilmesi için saf
iyiliği bünyesinde topladığına inanmış bir din adamları silsilesi gerekliydi.
İnsanın saldırganlığı,
umutsuzluğu, doyumsuzluğu, başarısızlığı, tembelliği, kötülük isteği de insanın
başa çıkması gereken deneyiminin parçalarıdır; bunlar insanın “içinden gelir”;
insana aittir; hem de öteki, ordaki insana değil “ben”i de içeri alan ve
Necatigil’i de dışarıda bırakmayan bir biçimde insana aittir. Terbiye, nezaket,
efendilik, edep, vb. psikanaliz-öncesi putlar gibi geliyor bana: Hayatın ufak
tefek toplumsal ayrımlar dışında az çok aynı kaldığı varsayımına, insan
psikolojisine üstten bakmaya dayanıyor.
Behçet Necatigil bir
örnek verir ve sorar: “ ‘Peder değil bu
belâ-yı siyahtır başıma!’ diyor Nef’î. İnsan, babası için başımın belâsı der
mi?” Sylvia Plath’ın “Babacım” şiirini hatırlıyorum da, “İnsan babasına ne
der ki başka?” demek geliyor içimden!
Şişko kara kâlbine bir tahta parçası saplı olarak
Köylüler seni zaten hiç sevmemişlerdi.
Mezarına topuk vuruyorlar, üstünde dans ediyorlar şimdi.
Hep biliyorlardı zaten
senin sebep olduğunu bütün kötülüklere.
Babacım, babacım, adi herif, bitirdin beni.
[Sylvia Plath, Babacım]
Plath’ın şiiri son derece
duygulu bir şiir, ama öfkeli de. Başka pek çok şey gibi Türk Şiirine gerçek babalar, anneler de esasen
İkinci Yeni sayesinde girmiştir. İşte:
Şöyle ben biraz saçlarımı kestirirsem ne olur
bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur
herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
oysa herkesin annesi aslında bir baruttur
[Turgut Uyar, Anneler Kaçar Gibidir]
1959’da Necatigil’in
savunduklarını savunabilmek için insanın militan bir neo-klasist filan olması
gerekir, belki de Son Osmanlı Şairi:
[...] meselâ lirik şiirde alev alev yanabilecek kör ve taşkın bir
ihtiras satirik şiirde küllenmeye, örtülmeye muhtaçtır. Nefretler, hasetler,
yermeler, aşağılamalar, öfkeler, satirik şiire çıkış noktası olurlar. Halbuki bu ruh halleri birer meziyet
değil, birer kusurdur. Kabalığa çok
yakın kusurlardır. [...] Lirik
şiir kalpten, satirik şiir zekâdan gelir. [Necatigil, agy, abç]
Kabalığa çok yakın
kusurlar... Yaşıyoruz. Sadece yaşıyoruz. Bütün yıkıcı, şiddetli, öfke
duygularımızla beraber yaşıyoruz. Necatigil öğrencilerini kendilerini ifade
etmeye değil, mükemmel olmaya, yani ayırdedici özelliklerini yoketmeye
çağırmaktadır. Aşağıdaki de E.E. Cummings’in öğrencilere tavsiyesi:
Hiçkimse-değil-ancak-kendinizi sözcüklerle ifade etmeye gelince,
bu, şairin bile tasavvur edemeyeceği bir kimseden bir miktar daha fazla
çalışmak demektir. Niçin mi? Çünkü hiçbir şey sözcükleri bir başkası gibi
kullanmak kadar kolay değildir. Biz hepimiz bunu hemen her an yapmaktayız – ve
ne zaman yapsak, şair değilizdir artık. [Bir Şairin Öğrencilere Tavsiyesi, e.e.
cummings, 1955]
Turgut Uyar da şiir
eğitimi konusunda düşünmüştür:
Çocuk şiiri ya da çocuklara göre şiir yoktur. Nerdense? Şiir
matematik gibi kolaydan başlayıp öğrenilmez. Kolaylık bir beğeni olarak
yerleşiverir insanın kişiliğine. Sonra da kolay kolay değiştirilemez. O yüzden
en zorlu şiirlerle başlanmalıdır dili sevdirmeye, beğenileri eğitmeye, kişileri
çağdaş kılmaya. Bu konuda bir eğitim söz konusu ise, şiirin en son vardığı yerden
başlanmalıdır. [Turgut Uyar, Sonsuz ve Öbürü içinde, 1968]
Behçet Necatigil aslında
öğrencilerine nezaket önerirken onların bu temel kültürden yoksun olduğuna
inanarak konuşmakta, dolayısıyla Turgut Uyar’ın çocuklara gösterdiği,
beklediği, atfettiği saygıyı göstermemektedir. Öğrencilerini nazik-lirik
şiirler yazmaya davet etmek için herşeyi basitleştiren Necatigil, bir de kalp
ile zeka arasında bir ikilik yaratmak zorunda kalır:
Mandanın söğüt dalına yuva yapması gibi gariptir espri şiiri.
[Örnek oldukça kaba; Necatigil gibi büyük bir şairden daha “uygun” bir örnek
beklemek hakkımızdı sanıyorum -ea] Güldürür, akılda kalabilir, ama derinlere
işlemez. Lirik şiirdeki derin, büyüleyici etki yoktur onda. Kalp her zaman zekâyı yener. Samimiyet,
içtenlik hayranlık uyandırır. Şaşırtmaya dayanan espri ise hayret verir bize.
[...] Satirik şiir güler, güldürür ama az yaşar. Dünyanın bütün büyük şiirleri,
yaşayan şiirleri lirik şiirlerdir. [Necatigil, agy, abç]
Aynı
yıllarda Turgut Uyar “şiir çıkmazda çünkü insan çıkmazda” dediği, bugün hâlâ yanlış anlaşılan yazısında,
aslında bir çıkar yol gösteriyordu: Önemli olan insan deneyiminin bütününün şiire aktarılmasıydı.
“Freud’dan sonra, duygu ve düşünce arasındaki geç romantik ikilik tamamen
anlamsızlaşmıştır.” [Alvarez, agy] Ece
Ayhan’ın, İsmet Özel’in şiirleri, Can Yücel’in adeta bir kirlenme isteğiyle
yazdığı şiirler, ve daha sonrakiler sanki Necatigil’e verilmiş cevaplar
gibidir.
İki Necatigil var; birini
seviyorum, birinden korkuyorum. Necatigil’i severim, kekeme şiirlerini,
duvarlardan çıkarttığı şiirlerini, endişesini, karanlığını, tutukluğunu,
korkusunu anlattığı “başarısızlığının
başarılı anlatımlarını’ severim; “kırık inceliklerin şairi”ni sevmiyorum,
ikilikler yaratan düşüncesini, ne söylediğini fazla bilen, örtük mesajlarla
işleyen Osmanlı-Kemalist tarzını, Atatürk’e yazdığı şiirleri, vb. eğlenceli
bulmuyorum, üstelik epeyce de korkutucu buluyorum.
“Edepsizliğin” edebiyata,
insan deneyimine getirdiği, getirebileceği pek çok şey olabilir, bunları
incelemek başka bir yazının konusu. Peki bugün biraz “kaba” ama yine de lirik
bir şiir yazılamaz mı? Bence yazılır, bir örnek:
bunlar mesela gözlerinse diyorum hasiktir
büyük kocaman iri dev gibi yeşil hasiktir
ne güzel gözlerin var derdim ben de eskiden
herkes gibi yani hasiktirsinler onlar ne anlar
[Hakan Arslanbenzer, Süleyman
Değirmi’nin Hasiktiri Çektiğidir]
Bunun kısa parçanın bile
yarattığı bir gerçeklik duygusu var; ben gerçeklik
duygusunun günümüz Türk Şiirinin ihtiyacı olan bir şey olduğunu
düşünüyorum. Edebiyat sıralarının ön koltuklarında oturanların aşırı nezaketli
görüntüleri, bu sıraları (haketseler bile) başkalarıyla paylaşmamak konusundaki
histerik tepkileriyle bir ve aynı şeydir, birbirini üretirler. Öfkeyi ön
yüzlerinde, bir savaş ilanı olarak taşıyan bazı yazın adamlarıysa, çoğunlukla,
aslında adalet duygularını her gün rencide eden modern hayatın bir sonucu olan
öfke patlamalarını bastırmadıkları için en azından belli bir gerçeklik
duygusunu hayata geri getirmektedirler.
Suratında “ince kırık bir
gülümseme” gördüğüm edebiyat adamından genellikle korkuyorum, öfkeli yüzleri
genellikle seviyorum.
Behçet Necatigil’in
“edebiyat efendisi” tipolojisiyle çizdiği çerçeve bence 1959’da bile gülünüp
geçilmesi gereken bir çerçeveydi ve eminim yeterince zeki olanlar gülüp
geçtiler. Behçet Necatigil’in sözünü dinlemeyen en az iki kuşak geldi. Ama
belki 44 yıl sonra hâlâ konuyla ilgili sorunlarını çözememiş olanlar vardır;
yazarının vaktinde “hükümsüzdür” demediği bir metni alıntılamakla uğraşma
şanssızlığına uğramış bir takım yazın adamları olabilir. Eğer böyle birileri
varsa, umarım onlar da artık ilgili metni referans listelerinden sileceklerdir:
Edebiyatta nezaket bir kriter değildir, çünkü hayat ciddi bir meseledir, her
geçen dakika daha ciddi.
Enis Akın, yasakmeyve, S.3