Enis Akın
Bir ilkokul 3. Sınıf ödevi: “Aşağıdaki resimlerde evde kullandığımız araçlardan bazıları ve bunlara ilişkin sorular verilmiştir. Soruları cevaplayınız.” Birinci eşya: Televizyon. 3. Soru: “Ne için kullanırız?” Cevap: “Yurdumuzda ve Dünya’da olan olayları anında görsel ve işitsel olarak öğreniriz. Eğleniriz.”
Bu yazı, bu soru-cevapla ilgili.
Nazi Almanya’sında radyonun belki de tek kitlesel kullanımı Goebbels’in parti teşkilatına sokaklara kurdurduğu radyoları dinleme emri verdiği etkinliklerdir.1 Televizyonun 1950’lere kadar “kamu görüşü oluşturma” aracı olduğuna inanıldı, keza Goebbels’in de televizyonla bir “medya psikolojisi” çerçevesi içinde ilgilendiğini biliyoruz. Akşam haberleri insanlığın bugüne kadar geliştirdiği en güçlü iletişim aracıdır.
Bu yazıda, şu çok da yeni olmayan düşünceyi hatırlatmaya çalışacağım: Televizyonun veya daha genel olarak medya araçlarının “haber vermek”le uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmaz2.
Gil Scott-Heron’un söylediği gibi “Devrim televizyonda yayınlanmayacak”, evet; ama hiçbir televizyon kanalında yayınlanmayacak… Sadece devrim değil, savaşlar da, felsefeler de, şiirler de, kısacası insanların hayatı için gerçekten önemli hiçbir haber, hiçbir şey herhangi bir medya aygıtında yayınlanamaz. Yayınlandığı anda başka bir şey olur çünkü.
Peki, neden böyle? Bulabildiğim birbiriyle bağlantılı üç neden var:
Televizyon, şimdi her ne kadar internetten otomatik sipariş veren modelleri olsa da kendi halinde bir ev eşyası olan buzdolabından farklıdır. Buzdolabıyla kurduğunuz ilişkide müşteri sıfatınız faturayı ödedikten sonra sona erer. Oysa televizyonu satın aldıktan sonra müşteri sıfatınız sadece nitelik değiştirir. Televizyonun düğmesine bastığınız an televizyondan yayın yapan medya araçlarının müşterisi haline gelirsiniz. Televizyondan önce, sokaktan eve girince bazı kimlikleriniz (tüketici, kamusal insan, ulusal insan, vb.) dinlenmeye çekilir, başkaları devreye girerdi (baba, eş, çocuk, vb.). Televizyon artık eve girip terliklerinizi giydikten sonra da bir müşteri kimliğiyle gezmenizi sağlamayı beceren ilk cihazdır.
“Televizyonun ‘ticari’ karakteri birkaç düzeyde ele alınmalıdır: Programların hedef pazarlar için kâr amacıyla üretilmesi; bir reklam kanalı ve kapitalist toplumun normları tarafından biçimlendirilen ve onlara dayalı bir kültürel ve politik form olarak. Bu sonuncusu hem ürünlerin satışında hem de ürünlerin satılmasına dayalı bir ‘yaşam tarzı’ üretir. Söz konusu yaşam tarzı hem yerel kapitalist çıkarlar ve otoriteler tarafından ülkesel bazda hem de baskın kapitalist iktidar tarafından uluslararası politik bir proje olarak bir etik anlayış içinde ortaya konur.”4
Medya araçlarının ticari özelliği, insanın evde geçirdiği boş saatlerin “parayı bastıran” tarafından yağmalandığı (rating bu yağmalamanın modern adıdır), insanın izlemeyi seçmediği bir takım ürünlerin tanıtımıyla (bunun kitlesel üretim, iş bölümü, meta yabancılaşması, emeğin sömürüsü, sermayenin büyümesi gibi bir takım kavramlardan bağımsızlaştırılmasının modern adı “reklam”dır) doldurulur. Reklamlar yayın akışının ana konusudur, bunun dışında kalan her şey, haberler dâhil, eğlence amaçlı programlardır.
Televizyonun ticari amaçları açısından reklamlar akışı bölmez, akışı bölen programlardır.5
Keza “Show host”larının (host kelimesi ev sahibinden geliyor, ancak bu “ev sahibi”misafirlerinden para kazanmaktadır), programlarında “bir olay çıkması” için gizliden dua ettikleri de herkesin malumu olsa gerek.
Medya araçlarının (ve bu cümle basını da kapsar) kontrol süreçleri izleyicilerden özenle gizlenir. Belgesel kanalları dâhil (bunu Gezi Parkı protestolarında da son derece canlı olarak gördük), canlı yayınlar dâhil, tüm medya tek bir kelimeyle özetlenebilir: Manipülasyon. Bedava yemek olmadığı gibi, bedava haber de, bedava yorum da olmaz: Bir gazete yazarının, bir televizyon sunucusunun dudaklarına düşmüş en politik olayın bile başka bir şey olması zorunludur.
Bu, “başka bir şey” Bourdieu’nun dediği gibi “at sırtındaki Kuzeyli bir subay görüntüsü” ile “at sırtındaki Kuzeyli bir subay” arasındaki yorum farkıdır.6 Yayınlanan hiçbir şey bir gösteriden başka bir şey değildir. Hakikatle, hakikat olduğu iddia edilen şeyin görüntüsü arasındaki fark, sahnedeki illüzyonistin kendini bir an için unutturduğu ve sahnenin arkasında gerçekten dönmekte olan olayı bilmemizi önleyerek hilesini anlamamızı önlediği an kaybolur. Televizyon yayınları bunun farkında olmamız için her tür gayreti gösterir, ama bir sahne arkası her zaman olur.
Medya araçlarının sağladığı iletişimin insan ilişkileri üzerinde belki en önemli negatif etkisi, Levinas’ın belirttiği “yüz yüze kalma deneyimi”nde ortaya çıkan ahlaki boyutun yokluğudur. Medya ahlaksızlık değildir, medya herhangi bir ahlak ihtimalinin yokluğudur.
“Kulaktan duyma haber”le bir makineden iletilen haberler arasındaki fark, ikincisinin insani ilişkinin kişisel damgasını içermemesi, yani şeyleşmesidir. Haber artık insan-haberciden ayrı düşmüştür; bir haberi televizyondan duymakla birinden duymak arasındaki farktır bu; duyarız ama kimden duyduğumuz belli olmaz. Söylediği şeylerin nesnelliği tartışma götürmeyecek bir tür tanrısal-öznedir konuşan; ona inanmamız beklenir.
Sadece radyo ve televizyon değil, telefon gibi yüz yüze bakmayı gerektiren insani süreçleri devreden çıkartan, izole eden, yorum farkı katan her tür iletişim aracı bilginin güvenilirliğini, üretim kıstaslarını tartışma konusu yapar; sansür tartışması, yayının canlı olup olmaması, vb. önem kazanır.
Tüm haber programlarının gizli ajanda maddesi ilgimizi bu üretim sürecinden programın içeriğine çekmek olunca, karşımızda bir praksis görmeyiz; bir praksisi eleştirme hakkımız elimizden alınır ve sadece katılma hakkımız onaylanır. Örneğin, bir yayının daha güvenilirmiş gibi yapılması için bulunan mekanizmalardan bir tanesi ekranın bir köşesindeki “canlı” ibaresi olsa da canlı yayınların bile sansürlenmek için beş-on saniye gecikmeli yayınlandığını biliyoruz.
Haber programı moderatörleri yalnızca ortalama/normatif şeylerin dile getirilebileceği bir üslubu dayatarak belirli aralıklarda reklamla bölünmek zorunda olan akışı sürdürürler. Medya araçları çalışanlarının “ekmek paraları”, kanalı kontrol edenlerin moderatör vasıtasıyla dayattığı gerçekten önemli bir şey söylenilmemesini garantileyen üslupla sağlanır; en ufak bir önem kırıntısının periyodik tekrarlarla içi boşaltılır ve anlamsızlaştırılır.
Üçüncü olarak, televizyon ticari amaçları nedeniyle, içeriği hızlandırır ve özetler. Oysa “karmaşık bilgiyi özetleyemezsiniz”7. Televizyon bir indirgemecilik ortamıdır, her şeyi sloganlara indirir, paketler, azaltır, biçimini bozar.
“[P]arça parça ve süreksiz bir dili yaratan, tek başına zamanın kısıtlı olması değildir. Bir televizyon programı yayınlanırken, ‘bunu düşüneyim’, ‘bilmiyorum’, ‘neyi kastediyorsunuz?’ ya da ‘enformasyon kaynağınız nedir?’ gibi sorulara hemen hiç izin verilmez. Bu söylem tipi programın temposunu yavaşlat[ır.] (…) Düşünmenin görülecek yanı pek yoktur.”8
Müzikle eğlenceli hale getirilmiş, belirli aralıklarla reklamlarla kesilen haberlerin öğrenmekten çok eğlenmekle ilgisi vardır. Eğer bir şeyi sulandırmak, ciddiye almamak, haber vermemek, değerini düşürmek, fikirlerin içeriğini geri plana atmak için bir yöntem arasaydık televizyon haberleri bunun için en uygun biçim olurdu.
Noam Chomsky’nin bir konuşmasında, kendisinin neden “prime time” olarak bilinen saatlerde medya araçlarına çağrılmadığı sorusuna verdiği yanıttaki gibi, “önemli bir şey söylemek için on beş dakikada bir reklamlarla kesilmeyen bir akışa ihtiyaç var.” Ancak bu akış, medya araçlarının ticari mantığına uygun değildir. Medya araçlarının “izleyenlerin zamanını satan” yayın mantığı “Kimseyi şok etmeyecek, hiçbir değerli şeyin pazarlık konusu edilmediği ve herhangi önemli noktaya dokunmadan herkesin ilgisini çekebilecek” konular gerektirir.9 Bir şeyin ortalama olduğunu gizleyebilmek için bol ve abartılı sıfatlarla sunmak gerekir.
Bir televizyon kanalı eğer gerçekten eğlendiriyor veya eğitiyor veya haber veriyorsa zorunlu olduğu için; sıkıyor veya manipüle ediyor veya habersiz bırakıyorsa tercih ettiği için yapmaktadır. Televizyon kanalları arasındaki tercih seçeneği, insanın hapishanesini seçmeye benzer; insanın en özgür olduğu an kanal değiştirirken oluşan o bir saniyelik boşluktur; beni kimsenin eğlendirmeye çalışmadığı, manipüle etmeye çalışmadığı, bir ürünü almamı sağlamaya çalışmadığı o bir saniye.
İnsanların ilgisini kaybetmeden otuz saniye içinde bir “süper hızlı dram” yaratmak ve bunu gidermek gerekmesi, reklamları çağın en pahalı prodüksiyonları arasına sokuyor. Televizyon reklamları çağında “her tür dram” değer yitirir.
Yayın akışının kesilmemesi, tartışma çıkmaması, mümkünse sorgulanması gereken hiçbir düşüncenin ortaya konmaması için moderatörlerin gayreti sonucu belirli bir akış ritmi yakalanmaya çalışılır. Bu arada “genel halk kitlesini bilgisiz bırakmak ve insan varoluşuyla ilgili en can alıcı yönetim sorunlarını ‘bilirkişi’lere, yalnızca kendi uzmanlık alanlarından bahseden uzmanlara ve (...) ‘işin içindekilere’, yani işlerin gerçekte nasıl yürüdüğünü bilme ve daha önemlisi, iktidara yakın olma gibi özel ayrıcalıklarla donatılmış olan (genellikle erkek) kişilere bırakmak en iyisidir.”11
Toplumsal olaylarda tüm televizyonların nereden bulunup getirildikleri belirsiz “konu uzmanlarıyla” doldurulup taşırılması için gerçek bir gayretkeşlik gösterilir. İnsanların yorumlama haklarını elinden alma isterisinin daha belirgin bir örneği varsa da ben bilmiyorum.
Bu, öncelikle bir “bilen adam üslubu” demektir: “Pedagoji mantığında cahil, üstadın bilmediğini henüz bilmeyen kimse anlamına gelmez yalnızca. O, neyi bilmediğini ve nasıl bileceğini bilmeyendir. Hoca da sadece cahilin bilmediği bilgiyi elinde bulunduran kimse değildir. O bilgiyi nasıl, ne zaman ve hangi protokole göre bir bilgi nesnesi yapacağını da bilen kişidir. (…) Hocanın bildiği şey, bilgi nakliyle ilgili adabın öğrenciye ilk olarak öğrettiği şey, cehaletin bilgi kıtlığı değil, bilginin zıddı olduğudur; bilgi, bilgi kırıntılarının toplamı değil, başlı başına bir konumdur.”12
Baudrillard “Video, interaktif ekranlar, multimedya, internet, sanal gerçeklik – interaktiflik her taraftan bizi tehdit ediyor” diye yazarken yıl daha 2000 bile değildi. “Geçmişte ayrılmış olan her şey şimdi her yerde birleşti; tüm nesneler arasındaki mesafe, cinsler arasındaki, zıt kutuplar arasındaki, sahneyle salon, eylemin elebaşları arasındaki, özneyle nesne arasındaki, gerçekle ikizi arasındaki fark lağvoldu.” Ve dolayısıyla “herhangi bir ahlaki sorgulama yapabilmek” artık mümkün değil. Dünya “hakkında karar verilebilir bir şey” olmaktan çıkmıştır.13
Jacques Ranciere, sahne ile salonun ayrılığı, aşılması gereken bir durumdur şeklinde cevap verir Baudrillard’a: Tiyatro salonunu dolduran veya TV karşısındaki koltukta kalçalarını büyüten seyreden-edilgen-cahil konumda olduğu varsayılan insanlar, eyleyen-bilen sahnedeki insanlar arasındaki fark öncelikle ortadan kaldırılması gereken bir protokoldür: Bilenle bilmeyen arasındaki fark “bilgi” değil, nasıl bilineceği, bilginin nasıl mesafe yaratan bir protokol içinde duruma göre öğretmek veya sergilemek veya yaşantının kalitesini artırmak üzere formatlanacağıdır.
İnternetin sunduğu etkileşim olanağı seyircinin eşsiz kudreti “her birinin algıladığı şeyi kendi diline tercüme edebilme ve onu kendi eşsiz macerasıyla ilişkilendirebilme kudretidir”14. Burada bunu aşmayı deneyen sosyal medya bir tartışma konusu olarak belirebilir.
Ranciere özel olarak internetten söz etmiyor; ama onun sözlerinden alıntılayarak, interneti insanlara “seyircisiz bir sahnede” “kendi yaşam enerjisinin efendisi” olma imkânı veren bir ortam olarak belki biz tanımlayabiliriz. En azından aralarında benim de yer aldığım, internetin kerametini savunanlar bunu söyleyeceklerdir. Artık herkes cahilin kim/nasıl olduğu bilgisine sahip olduğu için, kimse daha fazla bilgi sahibi olmak için çırpınıp durmayacaktır; arama motorlarının hüküm sürdüğü bir dünyada cehalet, bir bilgi açlığı olarak hükümsüzleşmiştir.
İnternet bilenle bilmeyen, etkinle edilgen, seyredenle oynayan arasındaki mesafeyi imha ederek Ranciere’in sözünü ettiği “cahil hoca” paradoksunu aşabilmesinin yolunu açar mı gerçekten? Evetse, “bilme protokolü”nün kalkması demek midir bu? Veya bilme protokolünün kalkmış olması gerçekten sınırsız bilmenin, sınırsız eylemenin ve özgürlüğün önündeki tüm engelleri kaldırmak anlamına mı geliyor? Yoksa artık hiçbir şeyin bilinemeyeceği, hiçbir eylemin mümkün olmadığı anlamına mı?
“Dramaturg veya yönetmen seyirciye ne yaptırmak istediklerini bilmeseler bile, en azından bir şeyi bilirler: Bir şey yapmak gerektiğini, etkinliği edilgenlikten ayıran uçurumu aşmak gerektiğini.”15
Konunun bundan sonrası bilgi çağı, e-kapitalizm, kapitalizm 2.0 gibi kavramlara açılıyor.18 Bunlar başka yazıların konusu.
Seyirci kalmak zorunda olmadığı sürece “seyretmek” insanın normal durumu. Yaşarken birçok şeyi seyrederiz, araya bir yorumcu veya alt metin girmediği sürece bundan kendimiz bir yorum da yaparız, bunun için spikerlere, moderatörlere, köşe yazarlarına ihtiyacımız yok.
“Normal” kavramı insanlığın en büyük icadı olabilir. Biz koltuğumuzda kalça büyütüp, hayatın mümkünse en kanlı görüntülerini keyif içinde seyrederken işi bizim adımıza sıfatlar yapar: “Reklamlara gidiyoruz, birazdan çok önemli bir haberle karşınızdayız, ayrılmayın”. Ortalamanın hüküm sürdüğü beyaz camda bizim adımıza çatışmalara hep başka birileri girmektedir; bizden beklenen bir “çatışmasızlık kültürü”dür, “normal” görülen budur. Televizyon, bir çatışmasızlık kültürüne dayalıdır.
Gel gelelim bu yazıda hiç de yeni şeyler söylemedim, görüntülerin insan zihni üzerinde bir ahtapot gibi egemenlik kurmaya başladığını, ışıkların insanları niteliksiz bireylere dönüştürdüğünü Baudrillard’dan önce Turgut Uyar da söylemişti: “Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini”. Ama ondan çok daha önceden beri, 19. yüzyılın ortalarından beri söyleniyor bu.19
“[M]itin temel ilkesi tarihi doğaya dönüştürmektir.”20 Televizyona karşı olmak, “normal” olana, bireyin özelliklerinin kimliklerde kaybolmasına, özgürlüklerinin elinden alınmasına, özel alanlarının ve boş zamanlarının yağmalanmasına karşı olmak demek diye düşünüyorum.
Medyanın dayattığı “ortalamanın egemenliği”nin alternatifi, uyumsuzluğun değerinin yükseltilmesi, uyumun değerinin düşürülmesidir. “Siyasal özneleşme süreci de nitekim bundan ibarettir.”21
1 Raymond Williams, Television, Fontana Press, 1974, s 24.
2 Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım, 2010 (orijinal basım 1985).
3 Jean Baudrillard, The Gulf War did not Take Place, Power Publications, Sydney, 1995 (orijinal basım 1991).
4 Raymond Williams, age, s 41.
5 Raymond Williams, age, s 69.
6 Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine, Yapı Kredi Yayınları, 1997, s 15 (orijinal basım 1996).
7 Jerry Mandler, Four Arguments for the Elimination of Television, Perennial, 2002 (orijinal basım 1978).
8 Neil Postman, age, s 105.
9 Pierre Bourdieu, On Television, The New Press, New York, 1998, s 18.
10 F. Lentricchia & J. McAuliffe, Katiller Sanatçılar ve Teröristler, Ayrıntı Yayınları, 2004 (orijinal basım 2003).
11 Edward Said, Kış Ruhu, Metis Yayınları, 2. Basım, 2006, s 90 (orijinal basım 1982).
12 Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, Metis Yayınları, 2. Basım, 2013, s 15 (orijinal basım 2008).
13 Jean Baudrillard, Screened Out, Verso, 2002, s 176.
14 Jacques Ranciere, age, s 21.
15 Jacques Ranciere, age, s 17.
16 Bu yazı hazırlanırken dünya New Snowden’ın açıklamalarıyla çalkalanıyor, Amerikan İstihbaratının Çinli Telekom şirketlerinin milyonlarca SMS’ini nasıl hacklediği gelen haberler arasında.
17 Julian Assange ve ark., Şifrepunk, Metis Yayınları, 2013 (orijinal basım 2012).
18 Bilgi çağdaş dünyayı anlamlandırmak için pek çok referansa anahtar oluyor. Microsoft kurucusu Bill Gates yeni çağı “mükemmel bilginin, piyasanın mükemmelleşmesinin temelini oluşturduğu kapitalizmin yeni bir aşaması” olarak tanımlıyor. http://www.questia.com/library/1G1-18484829/virtual-capitalism-the-political-economy-of-the-information
19 Jacques Ranciere, age, s 44.
20 Neil Postman, age, s 180.
21 Jacques Ranciere, age, s 47.
Televizyon, 1920’lerin sonlarından itibaren dünyada ticari olarak elde edilebilen ancak Türkiye’de yaygınlaşması 1970’leri bulan elektronik bir görüntü iletim aracı. İlk televizyonu 8-9 yaşlarımda bir komşuda izledim ve haber spikerinin dudak hareketlerini çok komik bulduğumu hatırlıyorum. Televizyon oturma odalarında başköşeye oturduktan ve akşam sohbetlerimizin yerini aldıktan sonra insanların hayretler içinde “TV olmadan önce akşamları ne yapardık” diye birbirlerine gülümseyerek sorduklarına kuşağımdan gelen herkes şahit olmuştur. Bu şaşkınlıkta ifade edilen şey, televizyonun bir takım özelliklerinin bütün kültürümüzü, ilişkilerimizi değiştirmiş olduğudur. Dünyayla ilişkimiz televizyondan önce ve televizyondan sonra diye ikiye ayrılmıştı.
Nazi Almanya’sında radyonun belki de tek kitlesel kullanımı Goebbels’in parti teşkilatına sokaklara kurdurduğu radyoları dinleme emri verdiği etkinliklerdir.1 Televizyonun 1950’lere kadar “kamu görüşü oluşturma” aracı olduğuna inanıldı, keza Goebbels’in de televizyonla bir “medya psikolojisi” çerçevesi içinde ilgilendiğini biliyoruz. Akşam haberleri insanlığın bugüne kadar geliştirdiği en güçlü iletişim aracıdır.
Bu yazıda, şu çok da yeni olmayan düşünceyi hatırlatmaya çalışacağım: Televizyonun veya daha genel olarak medya araçlarının “haber vermek”le uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmaz2.
Bunun nedenlerini medyanın “devletin bir ideolojik aygıtı” olduğunu gözler önüne seren Gezi Parkı protestolarından sonra açıklamak çok kolay. Ama aynı zamanda artık işim çok daha zor; zira televizyonun en az denetlendiğinde bile, örneğin Gezi Parkı protestolarını “tarafsız” ve “sansürsüz” olarak verseydi bile, haber vermekle uzaktan yakından ilgili olmadığını, bu protestolarda “halkın sınavını geçtiği” düşünülen bir iki kanalın da aynı kategoride olduğunu iddia edeceğim. İşte işimin bu tarafı zor.
Gil Scott-Heron’un söylediği gibi “Devrim televizyonda yayınlanmayacak”, evet; ama hiçbir televizyon kanalında yayınlanmayacak… Sadece devrim değil, savaşlar da, felsefeler de, şiirler de, kısacası insanların hayatı için gerçekten önemli hiçbir haber, hiçbir şey herhangi bir medya aygıtında yayınlanamaz. Yayınlandığı anda başka bir şey olur çünkü.
Baudrillard CNN’den naklen yayınlanan 1. Körfez Savaşı için “Körfez Savaşı Olmayacak-Olmuyor-Olmadı” üçlemesini yazarken bunun bir savaş değil bir “TV Show” olduğunun altını çiziyordu: Medya araçlarının devlet, ordu (!) tarafından denetlenen iktidarı altında artık “gerçek bir savaş” mümkün değildi.3
Peki, neden böyle? Bulabildiğim birbiriyle bağlantılı üç neden var:
Televizyon bir buzdolabı değildir
Televizyon, şimdi her ne kadar internetten otomatik sipariş veren modelleri olsa da kendi halinde bir ev eşyası olan buzdolabından farklıdır. Buzdolabıyla kurduğunuz ilişkide müşteri sıfatınız faturayı ödedikten sonra sona erer. Oysa televizyonu satın aldıktan sonra müşteri sıfatınız sadece nitelik değiştirir. Televizyonun düğmesine bastığınız an televizyondan yayın yapan medya araçlarının müşterisi haline gelirsiniz. Televizyondan önce, sokaktan eve girince bazı kimlikleriniz (tüketici, kamusal insan, ulusal insan, vb.) dinlenmeye çekilir, başkaları devreye girerdi (baba, eş, çocuk, vb.). Televizyon artık eve girip terliklerinizi giydikten sonra da bir müşteri kimliğiyle gezmenizi sağlamayı beceren ilk cihazdır.
“Televizyonun ‘ticari’ karakteri birkaç düzeyde ele alınmalıdır: Programların hedef pazarlar için kâr amacıyla üretilmesi; bir reklam kanalı ve kapitalist toplumun normları tarafından biçimlendirilen ve onlara dayalı bir kültürel ve politik form olarak. Bu sonuncusu hem ürünlerin satışında hem de ürünlerin satılmasına dayalı bir ‘yaşam tarzı’ üretir. Söz konusu yaşam tarzı hem yerel kapitalist çıkarlar ve otoriteler tarafından ülkesel bazda hem de baskın kapitalist iktidar tarafından uluslararası politik bir proje olarak bir etik anlayış içinde ortaya konur.”4
Medya araçlarının ticari özelliği, insanın evde geçirdiği boş saatlerin “parayı bastıran” tarafından yağmalandığı (rating bu yağmalamanın modern adıdır), insanın izlemeyi seçmediği bir takım ürünlerin tanıtımıyla (bunun kitlesel üretim, iş bölümü, meta yabancılaşması, emeğin sömürüsü, sermayenin büyümesi gibi bir takım kavramlardan bağımsızlaştırılmasının modern adı “reklam”dır) doldurulur. Reklamlar yayın akışının ana konusudur, bunun dışında kalan her şey, haberler dâhil, eğlence amaçlı programlardır.
Televizyonun ticari amaçları açısından reklamlar akışı bölmez, akışı bölen programlardır.5
“Ne kadar çok rating o kadar çok reklam geliri” formülü uyarınca, akışın özel bir düzenlenmesine tanık oluruz: Bu optimizasyon sonucunda içeriğin mümkün olduğu kadar çarpıcı olması, reklamların mümkün olduğu kadar sık olması medya aracının gelirlerini maksimize eder. Bunun için en uygun haber savaşlar, katliamlar, cinayetler, vb.dir.
Keza “Show host”larının (host kelimesi ev sahibinden geliyor, ancak bu “ev sahibi”misafirlerinden para kazanmaktadır), programlarında “bir olay çıkması” için gizliden dua ettikleri de herkesin malumu olsa gerek.
Moderasyon sansürdür
Medya araçlarının (ve bu cümle basını da kapsar) kontrol süreçleri izleyicilerden özenle gizlenir. Belgesel kanalları dâhil (bunu Gezi Parkı protestolarında da son derece canlı olarak gördük), canlı yayınlar dâhil, tüm medya tek bir kelimeyle özetlenebilir: Manipülasyon. Bedava yemek olmadığı gibi, bedava haber de, bedava yorum da olmaz: Bir gazete yazarının, bir televizyon sunucusunun dudaklarına düşmüş en politik olayın bile başka bir şey olması zorunludur.
Bu, “başka bir şey” Bourdieu’nun dediği gibi “at sırtındaki Kuzeyli bir subay görüntüsü” ile “at sırtındaki Kuzeyli bir subay” arasındaki yorum farkıdır.6 Yayınlanan hiçbir şey bir gösteriden başka bir şey değildir. Hakikatle, hakikat olduğu iddia edilen şeyin görüntüsü arasındaki fark, sahnedeki illüzyonistin kendini bir an için unutturduğu ve sahnenin arkasında gerçekten dönmekte olan olayı bilmemizi önleyerek hilesini anlamamızı önlediği an kaybolur. Televizyon yayınları bunun farkında olmamız için her tür gayreti gösterir, ama bir sahne arkası her zaman olur.
Medya araçlarının sağladığı iletişimin insan ilişkileri üzerinde belki en önemli negatif etkisi, Levinas’ın belirttiği “yüz yüze kalma deneyimi”nde ortaya çıkan ahlaki boyutun yokluğudur. Medya ahlaksızlık değildir, medya herhangi bir ahlak ihtimalinin yokluğudur.
“Kulaktan duyma haber”le bir makineden iletilen haberler arasındaki fark, ikincisinin insani ilişkinin kişisel damgasını içermemesi, yani şeyleşmesidir. Haber artık insan-haberciden ayrı düşmüştür; bir haberi televizyondan duymakla birinden duymak arasındaki farktır bu; duyarız ama kimden duyduğumuz belli olmaz. Söylediği şeylerin nesnelliği tartışma götürmeyecek bir tür tanrısal-öznedir konuşan; ona inanmamız beklenir.
Sadece radyo ve televizyon değil, telefon gibi yüz yüze bakmayı gerektiren insani süreçleri devreden çıkartan, izole eden, yorum farkı katan her tür iletişim aracı bilginin güvenilirliğini, üretim kıstaslarını tartışma konusu yapar; sansür tartışması, yayının canlı olup olmaması, vb. önem kazanır.
Her şeyi bütün açıklığıyla konuşmayı vadeden haber ve tartışma programlarının sicili en kötüdür: Bu tip programların özenle gizlediği şey, programın konusunun nasıl seçildiği, neden o değil de bu konunun seçildiği, bu seçim esnasındaki kıstaslar, gerçekte ne niyetle yapıldığı, örneğin uzman görüşü alırken kimlerin davet edildiği halde neden kabul etmedikleri veya edilmediği, kimlerin davet edilmesi düşünülüp neden vaz geçildiği, vb. kısacası programın hangi süreçlerden geçerek hazırlandığıdır.
Tüm haber programlarının gizli ajanda maddesi ilgimizi bu üretim sürecinden programın içeriğine çekmek olunca, karşımızda bir praksis görmeyiz; bir praksisi eleştirme hakkımız elimizden alınır ve sadece katılma hakkımız onaylanır. Örneğin, bir yayının daha güvenilirmiş gibi yapılması için bulunan mekanizmalardan bir tanesi ekranın bir köşesindeki “canlı” ibaresi olsa da canlı yayınların bile sansürlenmek için beş-on saniye gecikmeli yayınlandığını biliyoruz.
Haber programı moderatörleri yalnızca ortalama/normatif şeylerin dile getirilebileceği bir üslubu dayatarak belirli aralıklarda reklamla bölünmek zorunda olan akışı sürdürürler. Medya araçları çalışanlarının “ekmek paraları”, kanalı kontrol edenlerin moderatör vasıtasıyla dayattığı gerçekten önemli bir şey söylenilmemesini garantileyen üslupla sağlanır; en ufak bir önem kırıntısının periyodik tekrarlarla içi boşaltılır ve anlamsızlaştırılır.
Ortalama diye bir şey
Üçüncü olarak, televizyon ticari amaçları nedeniyle, içeriği hızlandırır ve özetler. Oysa “karmaşık bilgiyi özetleyemezsiniz”7. Televizyon bir indirgemecilik ortamıdır, her şeyi sloganlara indirir, paketler, azaltır, biçimini bozar.
“[P]arça parça ve süreksiz bir dili yaratan, tek başına zamanın kısıtlı olması değildir. Bir televizyon programı yayınlanırken, ‘bunu düşüneyim’, ‘bilmiyorum’, ‘neyi kastediyorsunuz?’ ya da ‘enformasyon kaynağınız nedir?’ gibi sorulara hemen hiç izin verilmez. Bu söylem tipi programın temposunu yavaşlat[ır.] (…) Düşünmenin görülecek yanı pek yoktur.”8
Müzikle eğlenceli hale getirilmiş, belirli aralıklarla reklamlarla kesilen haberlerin öğrenmekten çok eğlenmekle ilgisi vardır. Eğer bir şeyi sulandırmak, ciddiye almamak, haber vermemek, değerini düşürmek, fikirlerin içeriğini geri plana atmak için bir yöntem arasaydık televizyon haberleri bunun için en uygun biçim olurdu.
Noam Chomsky’nin bir konuşmasında, kendisinin neden “prime time” olarak bilinen saatlerde medya araçlarına çağrılmadığı sorusuna verdiği yanıttaki gibi, “önemli bir şey söylemek için on beş dakikada bir reklamlarla kesilmeyen bir akışa ihtiyaç var.” Ancak bu akış, medya araçlarının ticari mantığına uygun değildir. Medya araçlarının “izleyenlerin zamanını satan” yayın mantığı “Kimseyi şok etmeyecek, hiçbir değerli şeyin pazarlık konusu edilmediği ve herhangi önemli noktaya dokunmadan herkesin ilgisini çekebilecek” konular gerektirir.9 Bir şeyin ortalama olduğunu gizleyebilmek için bol ve abartılı sıfatlarla sunmak gerekir.
Bir televizyon kanalı eğer gerçekten eğlendiriyor veya eğitiyor veya haber veriyorsa zorunlu olduğu için; sıkıyor veya manipüle ediyor veya habersiz bırakıyorsa tercih ettiği için yapmaktadır. Televizyon kanalları arasındaki tercih seçeneği, insanın hapishanesini seçmeye benzer; insanın en özgür olduğu an kanal değiştirirken oluşan o bir saniyelik boşluktur; beni kimsenin eğlendirmeye çalışmadığı, manipüle etmeye çalışmadığı, bir ürünü almamı sağlamaya çalışmadığı o bir saniye.
Kişisel ve kimseyi derinden ilgilendirmeyen acıların ve beyaz cam arkasından seyredilen felaketlerin akışa en uygun malzeme olduğu rating felsefesinde dizilerdeki tecavüz satışı sıradan bir “felaket turizmi” sanatı etkisiz bırakır. Sanat, hiç televizyon çağında olduğu kadar güçsüz olmamıştı.10
İnsanların ilgisini kaybetmeden otuz saniye içinde bir “süper hızlı dram” yaratmak ve bunu gidermek gerekmesi, reklamları çağın en pahalı prodüksiyonları arasına sokuyor. Televizyon reklamları çağında “her tür dram” değer yitirir.
Hiçbir şeyin anlamsız olmaya bırakılamaması
Yayın akışının kesilmemesi, tartışma çıkmaması, mümkünse sorgulanması gereken hiçbir düşüncenin ortaya konmaması için moderatörlerin gayreti sonucu belirli bir akış ritmi yakalanmaya çalışılır. Bu arada “genel halk kitlesini bilgisiz bırakmak ve insan varoluşuyla ilgili en can alıcı yönetim sorunlarını ‘bilirkişi’lere, yalnızca kendi uzmanlık alanlarından bahseden uzmanlara ve (...) ‘işin içindekilere’, yani işlerin gerçekte nasıl yürüdüğünü bilme ve daha önemlisi, iktidara yakın olma gibi özel ayrıcalıklarla donatılmış olan (genellikle erkek) kişilere bırakmak en iyisidir.”11
Toplumsal olaylarda tüm televizyonların nereden bulunup getirildikleri belirsiz “konu uzmanlarıyla” doldurulup taşırılması için gerçek bir gayretkeşlik gösterilir. İnsanların yorumlama haklarını elinden alma isterisinin daha belirgin bir örneği varsa da ben bilmiyorum.
Bu, öncelikle bir “bilen adam üslubu” demektir: “Pedagoji mantığında cahil, üstadın bilmediğini henüz bilmeyen kimse anlamına gelmez yalnızca. O, neyi bilmediğini ve nasıl bileceğini bilmeyendir. Hoca da sadece cahilin bilmediği bilgiyi elinde bulunduran kimse değildir. O bilgiyi nasıl, ne zaman ve hangi protokole göre bir bilgi nesnesi yapacağını da bilen kişidir. (…) Hocanın bildiği şey, bilgi nakliyle ilgili adabın öğrenciye ilk olarak öğrettiği şey, cehaletin bilgi kıtlığı değil, bilginin zıddı olduğudur; bilgi, bilgi kırıntılarının toplamı değil, başlı başına bir konumdur.”12
Baudrillard “Video, interaktif ekranlar, multimedya, internet, sanal gerçeklik – interaktiflik her taraftan bizi tehdit ediyor” diye yazarken yıl daha 2000 bile değildi. “Geçmişte ayrılmış olan her şey şimdi her yerde birleşti; tüm nesneler arasındaki mesafe, cinsler arasındaki, zıt kutuplar arasındaki, sahneyle salon, eylemin elebaşları arasındaki, özneyle nesne arasındaki, gerçekle ikizi arasındaki fark lağvoldu.” Ve dolayısıyla “herhangi bir ahlaki sorgulama yapabilmek” artık mümkün değil. Dünya “hakkında karar verilebilir bir şey” olmaktan çıkmıştır.13
Jacques Ranciere, sahne ile salonun ayrılığı, aşılması gereken bir durumdur şeklinde cevap verir Baudrillard’a: Tiyatro salonunu dolduran veya TV karşısındaki koltukta kalçalarını büyüten seyreden-edilgen-cahil konumda olduğu varsayılan insanlar, eyleyen-bilen sahnedeki insanlar arasındaki fark öncelikle ortadan kaldırılması gereken bir protokoldür: Bilenle bilmeyen arasındaki fark “bilgi” değil, nasıl bilineceği, bilginin nasıl mesafe yaratan bir protokol içinde duruma göre öğretmek veya sergilemek veya yaşantının kalitesini artırmak üzere formatlanacağıdır.
İnternetin sunduğu etkileşim olanağı seyircinin eşsiz kudreti “her birinin algıladığı şeyi kendi diline tercüme edebilme ve onu kendi eşsiz macerasıyla ilişkilendirebilme kudretidir”14. Burada bunu aşmayı deneyen sosyal medya bir tartışma konusu olarak belirebilir.
Sosyal medya
Ranciere özel olarak internetten söz etmiyor; ama onun sözlerinden alıntılayarak, interneti insanlara “seyircisiz bir sahnede” “kendi yaşam enerjisinin efendisi” olma imkânı veren bir ortam olarak belki biz tanımlayabiliriz. En azından aralarında benim de yer aldığım, internetin kerametini savunanlar bunu söyleyeceklerdir. Artık herkes cahilin kim/nasıl olduğu bilgisine sahip olduğu için, kimse daha fazla bilgi sahibi olmak için çırpınıp durmayacaktır; arama motorlarının hüküm sürdüğü bir dünyada cehalet, bir bilgi açlığı olarak hükümsüzleşmiştir.
İnternet bilenle bilmeyen, etkinle edilgen, seyredenle oynayan arasındaki mesafeyi imha ederek Ranciere’in sözünü ettiği “cahil hoca” paradoksunu aşabilmesinin yolunu açar mı gerçekten? Evetse, “bilme protokolü”nün kalkması demek midir bu? Veya bilme protokolünün kalkmış olması gerçekten sınırsız bilmenin, sınırsız eylemenin ve özgürlüğün önündeki tüm engelleri kaldırmak anlamına mı geliyor? Yoksa artık hiçbir şeyin bilinemeyeceği, hiçbir eylemin mümkün olmadığı anlamına mı?
Bence ikisi de doğru; sosyal medya insan deneyimini daha total olarak kucaklayan bir durum yaratıyor: Hepimiz cahil hocalarız. Kendimizi dünyayla başa çıkabilecek kudrette sandığımız an edilgenleşiyor, kendimizi tasavvufi bir “acz” içinde gördüğümüz zaman eyleme yaklaşıyoruz: İki uç arasında salınıyoruz.
“Dramaturg veya yönetmen seyirciye ne yaptırmak istediklerini bilmeseler bile, en azından bir şeyi bilirler: Bir şey yapmak gerektiğini, etkinliği edilgenlikten ayıran uçurumu aşmak gerektiğini.”15
Sosyal medya bunu bir dereceye kadar karşılarmış gibi görünüyor. En azından medyanın kirli, sansürcü yüzünün ayan beyan ortaya çıktığı Gezi Parkı protestosu gibi deneylerde sosyal medya, klavyeyle sokaklar arasında iletişim ihtiyacını gidermekte şimdilik başarılı görünüyor. Devletin baş memurlarının “baş belası” olarak tanımladığı halde sosyal medyayı kapatmak gibi bir girişime imza atmaması da bence görülmeli. Ancak NSA’in kullandığına benzer “sosyal medya izleyici yeni istihbarat teknolojileri”nin yıllardır kullanımda olduğunu ve Türkiye’de devreye alınma planlarının yapıldığını belirtmeden geçmemek gerekiyor;16 burada evren imdada yetişebilir: Şifreleme insandan yanadır.17
Konunun bundan sonrası bilgi çağı, e-kapitalizm, kapitalizm 2.0 gibi kavramlara açılıyor.18 Bunlar başka yazıların konusu.
Koltuktaki patatesler
Seyirci kalmak zorunda olmadığı sürece “seyretmek” insanın normal durumu. Yaşarken birçok şeyi seyrederiz, araya bir yorumcu veya alt metin girmediği sürece bundan kendimiz bir yorum da yaparız, bunun için spikerlere, moderatörlere, köşe yazarlarına ihtiyacımız yok.
“Normal” kavramı insanlığın en büyük icadı olabilir. Biz koltuğumuzda kalça büyütüp, hayatın mümkünse en kanlı görüntülerini keyif içinde seyrederken işi bizim adımıza sıfatlar yapar: “Reklamlara gidiyoruz, birazdan çok önemli bir haberle karşınızdayız, ayrılmayın”. Ortalamanın hüküm sürdüğü beyaz camda bizim adımıza çatışmalara hep başka birileri girmektedir; bizden beklenen bir “çatışmasızlık kültürü”dür, “normal” görülen budur. Televizyon, bir çatışmasızlık kültürüne dayalıdır.
Gel gelelim bu yazıda hiç de yeni şeyler söylemedim, görüntülerin insan zihni üzerinde bir ahtapot gibi egemenlik kurmaya başladığını, ışıkların insanları niteliksiz bireylere dönüştürdüğünü Baudrillard’dan önce Turgut Uyar da söylemişti: “Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini”. Ama ondan çok daha önceden beri, 19. yüzyılın ortalarından beri söyleniyor bu.19
“[M]itin temel ilkesi tarihi doğaya dönüştürmektir.”20 Televizyona karşı olmak, “normal” olana, bireyin özelliklerinin kimliklerde kaybolmasına, özgürlüklerinin elinden alınmasına, özel alanlarının ve boş zamanlarının yağmalanmasına karşı olmak demek diye düşünüyorum.
Medyanın dayattığı “ortalamanın egemenliği”nin alternatifi, uyumsuzluğun değerinin yükseltilmesi, uyumun değerinin düşürülmesidir. “Siyasal özneleşme süreci de nitekim bundan ibarettir.”21
Artık eğitimcilerin dikkate almaları gereken bir televizyon eleştirisi, daha doğrusu “medya aracı” eleştirisi olduğuna inanıyorum. Yazının başında ilkokul 3. sınıfta verilen bir ödevden söz ettim. Devletin ideolojik aygıtı olarak eğitim sisteminden yüksek bir beklentim yok, önerilen hiçbir müfredatın hiçbir zaman uyumsuzluğun, tartışmanın, dünyanın koordinat sistemini değiştirmeye yeltenmenin değerini anlayabileceğinden umutlu değilim, ancak elimizde televizyona, ortalamanın egemenliğine karşı, dünyanın farkında eğitimcilerden başka bir silah varsa onu da ben bilmiyorum.
* Enis Akın, "Bir İletişim KurmamaAracı: Televizyon" başlığıyla Natama 3'te yayınlanmıştır.
1 Raymond Williams, Television, Fontana Press, 1974, s 24.
2 Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım, 2010 (orijinal basım 1985).
3 Jean Baudrillard, The Gulf War did not Take Place, Power Publications, Sydney, 1995 (orijinal basım 1991).
4 Raymond Williams, age, s 41.
5 Raymond Williams, age, s 69.
6 Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine, Yapı Kredi Yayınları, 1997, s 15 (orijinal basım 1996).
7 Jerry Mandler, Four Arguments for the Elimination of Television, Perennial, 2002 (orijinal basım 1978).
8 Neil Postman, age, s 105.
9 Pierre Bourdieu, On Television, The New Press, New York, 1998, s 18.
10 F. Lentricchia & J. McAuliffe, Katiller Sanatçılar ve Teröristler, Ayrıntı Yayınları, 2004 (orijinal basım 2003).
11 Edward Said, Kış Ruhu, Metis Yayınları, 2. Basım, 2006, s 90 (orijinal basım 1982).
12 Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, Metis Yayınları, 2. Basım, 2013, s 15 (orijinal basım 2008).
13 Jean Baudrillard, Screened Out, Verso, 2002, s 176.
14 Jacques Ranciere, age, s 21.
15 Jacques Ranciere, age, s 17.
16 Bu yazı hazırlanırken dünya New Snowden’ın açıklamalarıyla çalkalanıyor, Amerikan İstihbaratının Çinli Telekom şirketlerinin milyonlarca SMS’ini nasıl hacklediği gelen haberler arasında.
17 Julian Assange ve ark., Şifrepunk, Metis Yayınları, 2013 (orijinal basım 2012).
18 Bilgi çağdaş dünyayı anlamlandırmak için pek çok referansa anahtar oluyor. Microsoft kurucusu Bill Gates yeni çağı “mükemmel bilginin, piyasanın mükemmelleşmesinin temelini oluşturduğu kapitalizmin yeni bir aşaması” olarak tanımlıyor. http://www.questia.com/library/1G1-18484829/virtual-capitalism-the-political-economy-of-the-information
19 Jacques Ranciere, age, s 44.
20 Neil Postman, age, s 180.
21 Jacques Ranciere, age, s 47.