Edebiyatta Liyakat Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı
Enis Akın
(Natama
Hayat Memat Dergisi Sayı 6.'da yayımlanmıştır - Nisan 2014)
Tanımı gereği toplumda kıt bulunan prestijin nasıl
bölüştürüleceğini düzenleyen sisteme liyakat bürokrasisi adını verebiliriz.
Liyakat bürokrasisi, liyakat edinmek için “herkesten yeteneğine
göre susmasını” bekler, “eleştiri aptalların işidir” çünkü.
Parlamenter sistemin, adalet
sisteminin, temsili sistemin meşruiyetini yitirdiği günleri yaşıyoruz. Bu sayı
memleket bu haldeyken bir şiir incelemesi yazmak gelmedi içimden. Dolayısıyla
ortaya okuduğunuz gibi bir edebiyat politikası yazısı çıktı. Bu, şiir
dünyasının yabancısı olmayanlar için yazılmış bir yazı. Kısa bir yazı; örnek
içermeyen, ispata yeltenmeyen, incelemeyen, konuya uzak olanlar anlasın diye
uğraşmayan... Hayır, sinkaf arayan da bu yazıda bulamayacak ama isim vereceğim
ve suçlayacağım.
Yıllardan
beri bir taraftan “şiir metalaştırılamadığı için şiirdir” deyip dursak bile,
tüm yaratıcı enerjilerini hayatları boyunca “şiire mi reklama mı” yatırmak
sorusuyla cebelleşen reklamcı şairlere zor olsa da alışmıştık. Ama bir
süredir Türkçe’nin üzerinde şiirin değil şairin itibarını artırmak için didinen
reklam ajansları geziyor. Bkz: İtibar dergisi, 160.
Kilometre yayınları.
Başlar
başlamaz “ne alakası var” diye soracaksınız: Birisi sağda bir edebiyat
dergisi, birisi solda (mı?) bir yayınevi…
Sosyalizm
ile Müslümanlığı “birleştirmek” gibi imkânsıza yakın bir projeye girişmiş olan
İhsan Eliaçık Karşı gazetesinde 16 Mart 2014 günü “Kariyerizm ve Konformizm”
başlıklı bir yazı kaleme alarak, şimdi artık yeni
sınıfın eskisi gibi solcu, sağcı, İslamcı diye bölünmediğini; bunların
ideolojisinin kariyerizm ve konformizm olduğunu yazdı.
İhsan Eliaçık’ın analizleri, teorik zemini, alıntıları zayıf bulunabilir ama “yeni Türkiye düzeni” diye
bir şey varsa bunu, bu yazıda görüldüğü gibi, doğru okuyor. “Kariyerizm ve
konformizm” kavramlarını sadece siyasetle değil edebiyatla ilgili olarak da
kullanabiliriz.
1970’lerde;
henüz hepimiz belkemiklerimizi yitirmemişken Türkiye’de solcular “toplumcu
gerçekçilik” adı verilen ilkelerle bir şiir yazıyorlardı. Bu teorinin
yaratıcısı Andrey Jdanov diyordu ki “şiir önemli değildir, cihat önemlidir;
sanatın en öncelikli işlevi ideolojisidir, içerdiği propagandadır.” O günlerde
şiiri bir araç olarak kullanmak mübahtı, çünkü şiir cihadın bir cephesiydi,
“kendinde şey” olarak kıymetli değildi. Şiirin kıymeti, içerdiği cihadın dozajına ve inanmışlığına eşitti.
O zamanki şairler, doğru ya da yanlış, bu kritere bakarak reddettiler
kendilerinden öncekileri.
İşte bugün o
şiirin aynısını ama “cihat” adındaki uzvu bir ameliyatla alınmış olanını
düşünün; yine bir propaganda olarak şiir, ama bu sefer devrimin değil şairin
propagandası: “Reklam ajansı” şiir ekolü.
Bugünkü şiir
dünyasında, “propagandanın sanatı” “sanatçının propagandası”na evrilmiştir.
Bir uzvun kökünden kazınarak
alındığı ameliyata radikal mastektomi deniyor. Hadi daha iyi
anlaşılsın diye, azcık haksızlık yapmayı da göze alarak, politik uzvunu yitirmiş iki şairi de yukarıdaki isimlere
ekleyelim: Akif Kurtuluş ve
Osman Konuk. Çok da olasılıksız değil, Osman Konuk 160.
Kilometre yayınlarından kitabı yayınlanmış ve İtibar dergisinin ilk sayısında
portresi kapağı süslemiş bir şair; Akif Kurtuluş’sa aynı yayınevinin
şairleriyle halen Duvar dergisi sayfalarında yazıp çizen bir
isim. Büyük resme yeniden bakalım.
İlk göreceğimiz
şudur: Edebiyatın bu elit isimleri bile, son yıllarda herhangi bir dişe dokunur
eleştiri ortaya koymamak konusunda son derece tutarlı bir birlik, edebiyatın
içinde bulunduğu sorunlara karşı iyi planlanmış bir kayıtsızlık ve bu
kayıtsızlık konusunda sıkı bir ağızbirliği içindedirler. Bulundukları yere
kendilerini çıkartan merdivene (eleştirel tutuma) artık ihtiyaçları kalmamış,
merdivenle işleri de kalmamıştır.
Eğitimlerini,
hırslarını taze tutamamışlar, edebiyata kendi kriterlerini dayatmayı umursamaz
olmuşlardır. Bir zamanlar sürükledikleri değişim kültürü, kendilerini
bulundukları noktaya taşımış, ondan sonra değişim kültürüyle ilgilenmez
olmuşlar, geçmiş başarılarıyla yetinmiş, edebiyatın nereye aktığına karşı
mesafeli bir pozisyon almışlardır.
Cemal Süreya
“övgü akıllıların eleştiri aptalların işidir” gibi bir sözü onaylayarak
andığında herhalde bu sözün “eleştiri yapan elini açık eder, övgü
karşındakini etkileme ve üstünlük kurma
yönetimidir” gibi açıklamaları olabileceğini düşünüyor olmalıydı. Bütün bunlar
Makyavelist bir politika içinde anlamlı olabilecek şeyler. Başka türlüsü Turgut
Uyar gibi “eleştirme yaşının bir sınırı olduğu”nu söylemek olabilirdi (“kimseyi
kırmamak yaşına geldim artık” dediği zaman 45 yaşlarındaymış).
Israrcı
muhaliflere iktidar koltuklarını sunan Romalı politikacıların bildiği ve 2000
yıldır değişmemiş olan kural şuydu: Liyakati alan sesini keser. Bir
tepeye tırmanmak için çabalamak ve gayret gerekir, tepede durmak içinse sakinlik. Liyakat sakinleştirir ve
yatıştırır. Ve aptallaştırır.
Bu yazıda bir kavram ortaya atacağım: Liyakat bürokrasisi.
Ciddiye
alınmak, değer verilmek tıpkı yemek içmek gibi bir ihtiyaç; hatta açlık
grevi gibi eylemleri düşünerek, bazen yemek içmekten daha büyük bir ihtiyaç. Tanımı gereği toplumda kıt bulunan prestijin nasıl bölüştürüleceğini düzenleyen sisteme liyakat
bürokrasisi adını
verebiliriz. Liyakat bürokrasisi, liyakat edinmek için “herkesten
yeteneğine göre susmasını” bekler,
“eleştiri aptalların işidir” çünkü. Aptallar değilse gençlerin işi
de diyebiliriz, yeter ki konforumuz bozulmasın.
İyice yaşlı
bir aptal olarak bu birkaç akıllıyı başka bir açıdan sunayım:
160.
Kilometre: Amacı
“ortaya iyi şiir koymak” değil hâlihazırda yazmakta oldukları şiiri hızlıca popülerleştirmek olan
yayınevi, beyin fırtınaları, swot analizleri ve stratejik planlar yaparak ortaya çıkmış gibi görünüyor. Elbette
karşımızdaki sadece bir reklam ajansıdır. Bir
eleştirileri yok, onun yerine fısıltı gazetesi var, birbirlerini durmaksızın alıntılamak var, kolektif bir sözleri olmadığı
halde bir edebi çete
görüntüsü ve aslında inceden inceye planlanmış bir “müşteri ilişkileri
yönetimi” var. Kendilerine başarı kriteri olarak seçtikleri her neyse hatalıdır. “Anlamın yerine iyi bir
gösteri koyabiliriz” sanmaktalar. Bir önerileri var mı bilmiyorum, varsa bile
bunun içeriğine inandıklarını gösteren en küçük bir çaba içinde değiller.
Üstelik bu
yayınevinin bünyesinde “yazılan her şiir politiktir” şiarıyla yetinmeyip şiire
fazladan politik içerik “eklenmesini” savunanlar var. “Ne kadar politika o
kadar iyi şiir” formülü de elbette şiire dayatılan “ne kadar gelenek o kadar iyi şiir,” “ne kadar deney o kadar iyi
şiir” vb. tüm formüller gibi yanlıştır; tartışmaya bile gerek görmüyorum. Ama
şiirde politiklik beklentisi olanların, bunu bir reklam ajansı cümlesinden ayırmak için bir çaba
göstermelerini; örneğin 70’lerde, 80’lerde, 90’larda hatta 40’larda yazılmış politik
şiirlerin bir analizini yapmayı, en azından denemelerini, onları anlamaya
çalışmalarını, eleştirmelerini, incelemelerine konu
etmelerini, doğrusu beklerdim. Bu yapılmadan, politik şiir beklentisi bile bir
reklam ajansı cümlesinden ileri
gitmiyor. Bir jest.
İtibar
Dergisi: AKP’nin
edebiyattaki ayak izi. Bir zamanlar rejime muhalif olduğuna inanan Türkiye
Müslümanlığının AKP iktidarından sonra hızla sağcı- muhafazakâr bir yapı haline
gelen unsurlarının somutlaştırdığı bir dergi. “Kültürel ortam artık bizden
sorulur” deyip ortada muhafazakâr bir Dostoyevski de bulamayınca kendilerini
kültürü baştan icat etmek
zorunda hissetmiş olmalılar ki her sayıda bulabildikleri bir
muhafazakâra liyakat nişanı takmaya uğraşıyorlar. The Times gazetesinde yer
alan Susan Sarandon, Sean Penn, Ben Kingsley’in de aralarında bulunduğu ve Türkiye Başbakanı’na
açık mektup adlı polisin
Gezi eylemlerinde zalim
uygulamalarını kınayan ilana karşı yazılan “Bizde Çok Adam Bulunur”
metninin mimarı bir zihin yapısı olarak, boyun eğmenin mühendisleri olarak, toplu biçimde kendilerini
edebiyat alanının dışına kilitlediler, yanlışlıkla. Bu coğrafyanın tarihinde Abdülhak Hamit, Necip Fazıl, Mehmet Akif dâhil; (ve evet para
isteyen mektuplarını da
katarak soruyorum) acaba iktidarı bunlar
kadar seven bir tane “şair” olmuş mu? “İktidar sever şair” zaten kendi içinde
bir kavram çatışması. Türkçe şiir için harabat şairlerinden beter bir durum olabilir mi bilmiyorum, ama
olursa oradadırlar.
Türkçe
şiirin mihenk taşlarından belki de en önemlisi Osman Konuk’a çok iyi bildiği ancak yıllardır üzerinde uyuduğu şu gerçeği hatırlatmak
isterdim: “Burjuva olmak oruç bozmaz.” Osman Konuk yıllardan beri “fanları”
nezdindeki Müslüman imajını bozmamak uğruna; Türkiye’de adına şiir denen kavga türünün burjuvazinin bir
sanatı olduğunu, Hristiyan şair olmadığı gibi “Müslüman şair” diye bir şey
olmayacağını belki de en iyi bilen kişi olduğu halde
Müslümanların “en birinci”
şairi olma prestijinin yan cebine bırakılmasına ses çıkartmıyor. “Bizde Çok
Adam Bulunur” metnini imzalamayacak kadar mesafeli ama
Gezi direnişine karşı olduğunu dillendirmeyecek
kadar dikkatli. Korkmasına gerek yok; tarafını, pozisyonunu kahve
muhabbetlerinde, e-posta köşelerinde
söylemekle yetinmemeli, açıklamalıdır.
1980
kuşağının haysiyeti olan Akif
Kurtuluş, son kavga
dergisi Edebiyat Dostları’ndan beri “dünyayı yorumlamak mı yoksa dönüştürmek mi gerektiği” konusunda
kararsız. Akif Kurtuluş Edebiyat
Dostları’nda 1988 yılında yazdığı “Entelektüel
Şiddet İçin Uçlara” başlıklı yazının kendine hatırlatılmasını bir süredir
bekliyor. Artık beklemesine gerek kalmadı. O
yazıda neredeyse bütün bir Türkçe edebiyatı ikiyüzlülükle eleştirmiş, taşraya
benzetmiş, ehlileştirilmiş olduğunu söylemişti. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum: Eleştirdiği
yerdedir, hatta o yazıda Ahmet Oktay’ı “‘eleştirdiği yerdedir’ diyerek
eleştirdiği” yerdedir. Son günlerde “başarı için sakin kalma eğitimi”ni şiar
edinmiş gibi görünen şair sadece kazanacağı baştan belli kavgalara
giriyor.
160.
Kilometre, İtibar,
Osman Konuk ve Akif Kurtuluş; birbirlerine ne uzak ne yakın, hep bir
dirsek teması mesafesinde ama hep bir aynı fotoğraf içinde görünme
çabasındalar. Yeni Türkiye düzenine en iyi onlar ayak uydurmuş görünüyorlar.
Hepsi usluluklarıyla doğru orantılı ölçüde ödüllendiriliyorlar.
Bu yazı
yayınlandığında seçim dalgası geçmiş, ortalık muhtemelen görece durulmuş
olacak. (Bir tanesi henüz geçen ay olmak üzere) 15 yaşında çocukların devlet
tarafından yıllardan beri düzenli olarak öldürüldüğü bir ülkenin şiirinde
reklam ajansları, onların yayınevleri, dergileri, sevgi dolu ağabeylerinin,
hepsinin bir cennet tanımı var.
Ağırbaşlı olmamayı, diline hâkim olmamayı, bazen nezaketsizliği, öfkeyi
bütün bunları bir güçsüzlük olarak övüyorum. Bu ülke topraklarında Arkadaş Z.
Özger diye de bir şair yaşadı, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe, Ahmed Arif ve adını
burada yazmadığım birçok inançlı insan şiir yazdılar; hepsi öfkeliydiler. Ama
hiçbirinin aklına 160. Kilometre’den çıkan bir şiir kitabının
arkasındaki gibi “19 yaşından beri sol siyasetin içinde yaşayan Ali Özgür
Özkarcı yeni kitabında şiirle siyaseti buluşturuyor, siyasete şiirler armağan
ediyor” gibi bir cümleyle liyakat dilenmek gelmedi.*
Küfür bazen çok faydalı bir icattır. Ve yaklaşık olarak buralarda bir yerlerde icat edilmiştir. Susalım.**
__________________________________________
* "Liyakat dilenmek"le ilgili akla gelebilecek küfürler sadece bu duruma ve o ya da bu şaire özel değil, bu ve benzeri cümleleri hangi nedenle olursa olsun herhangi bir an için oraya koymanın “OK” olduğunu düşünen “editör”, “reklamcı”, “şair”, “ağabey”, “kol ağası”, “müdür” her sıfata birden edilmiştir.
** Kitabın yayımlanmasının hemen ardından Hilal Kaplan'ın TV programına konuk olarak beraber katılan Osman Konuk ve Akif Kurtuluş bu arka kapak yazısından bahsetmişler ve bunu "bir kaza" olarak, "bir şanssızlık" olarak adlandırarak bu rezalete kol kanat gerdiklerini bir de TV ekranından ifade etmişlerdir. Bu yazının konusunu oluşturan bütün kesimleri tek bir fotoğraf içinde gösteren küçük ama önemli bir ayrıntı.