18 Ekim 2013 Cuma

Ah Muhsin Ünlü: Annesinin ihanetine uğrayan şiir

Ah Muhsin Ünlü: Annesinin ihanetine uğrayan şiir

Enis Akın


12 Eylül’den bahsederken bazen çevreden birilerinin, bir darbe olarak 12 Eylül’ün başarısından söz ettiğini duymuşsunuzdur. Başarılı darbe(!): Kötülükte iyi olma. Sanki bir yerlerde evrensel bir darbe-başarı-ölçeği var gibi konuşuruz. Belki de gerçekten vardır böyle bir ölçek: derinlerde bir yerlerde insanın yenilgisini onayladığı, “evet kaybettik” cümlesini kurabildiği, sonucu değiştirmek için işin işten geçtiğini kabul ettiği. Belki de bu kabul kendi başına, bir kendini sağaltma hamlesidir. Yenilgimizle gün gelip barışmak zorunda olduğumuzu ruhumuzun derinlerinde biliyoruz elbette.
Yukarıda sözü edilen “başarı” her ne ise, o başarının en büyük pay sahiplerinden biri “12 Eylül’ün annelerimizi ikna edebilmiş olmasıdır”.  Amacı devrimcileri zapturapt altına almak olan 12 Eylül’de militarizme tarihsel bir teşneliği olan “Türk Ailesi”, dünyayı kurtarmayı (devrimciliği) seçmiş çocuklarını karakola teslim etmemiştir, evet, ama buna ramak kalmıştır. Karakola teslim etmemiştir belki ama referandum sandığına teslim etmiştir. Anne-baba evdeki kitapları bir günah çıkarma duygusuyla hemen yakmıştır. Devlet şiddetine maruz kalan (tutuklanan, evi basılan, vb.) çocuklarının “suçlu” olduğu bilinciyle davranmışlar, onu yalnız bırakmışlardır.
Elbette, oğlunu hapishanede yalnız bırakmayan, onun için dayak yiyen, gözaltına alınan annelerin elinden her zaman öperim, ama onların bile, 12 Eylül’ün şiddeti normalleştiren, haklılığı kekemeleştiren meşruiyeti karşısında söyleyecek fazla bir sözü yoktur. Bu yazı çerçevesinde şu kadarını saptamak yeterli: 12 Eylü’lün şiddeti, toplum tarafından onaylanmış, meşruiyetini sağlama bağlamış bir şiddettir. 82 Anayasasının aldığı oy oranı, yalnızca zarfların şeffaf olmasıyla açıklanamaz. 12 Eylül 1980 her şey bir tarafa, ideolojik bir zaferdir, militarizmin, baskının, korkunun zaferi.
Buna anneyi oğuldan koparan darbe diyebilir miyiz? Burası, aile-ideolojisinin aynı hammaddeden yapıldığı devlet-ideolojisinin sillesine korkuyla geçit verdiği yerdir. Çocuk yoldan çıkmıştır, ailenin bin yıllık ideolojik işlevi yerine getirilecektir: “itaat”. Lafı dönüp dolaştırmadan Athusser’in aileyi de Devletin İdeolojik Aygıtları içinde saydığını, “son çözümlemede sömürü demek olan üretici güçlerin yeniden üretimi için fiziksel veya fiziksel olmayan yollardan bireye boyun eğdirmeyi hedefleyen bir baskı aygıtı” olarak belirttiğini unutmadığımızı hatırlatalım. “Canım annem”le “ceberut devlet” arasında kalan evladı harcamaya programlı ilişkiler ağını ilk kez duyuyormuş gibi yapmayacağız. Aile kutsalsa, işlediği cinayetlerle kutsaldır: Kocalar, babalar, sevgililer son 9 yılda 4.400 kadını katlettiler. Resmi dil içinde hep yok sayılsa da, normalleştiren, suçlayan, aşağılayan, yargılayan, sıfatlandıran, kimlikleri enjekte eden, budayan ve bütün bunların sonucunda  “büyüten”  “aile aygıtının” “devlet”le benzer refleksleri sergilediği kocaman bir alan vardır.
Bu darbe döneminde şiir yazmaya başlayan Ah Muhsin Ünlü’nün şiirlerindeki öne çıkan özne, şiirlerinden okuduğumuz kadarıyla “anneli-ama-annesiz” bir çocukluk yaşamış. “Anneli-ama-annesiz” yani, anne hem fiziksel olarak var, hem de temel işlevlerini yerine getiremiyor: En kötü annelik durumu.
Ah Muhsin Ünlü’nün 1996’da yayınlanan kült kitabı “Gidiyorum Bu”daki 36 şiirden 24’ünün en az bir anne-baba referansı içeriyor olması (çoğunda birden fazla) nedeniyle, bu kitabın “annesizlik” meselesi etrafında bir okuması ilginç olabilir. Ah Muhsin Ünlü’nün şiirinde elbette “kişisel meselesi” olarak ortaya koyduğu “anne”yi, 1980’lerde toplu olarak annesi tarafından ihanete uğramış bir Türkiye’yle paralel okuyabilir miyiz? Elimdeki kitap 5. Baskı, bu kadar sevilmiş olmasında zamanın ruhuyla şu veya bu biçimde aynı akortta çalabilmiş olsa gerek.
İnsan annesiz olduğu için şair olmaz, ama bir insan şairse ve annesizse, yazabileceği en iyi şiir belki de terk etmelerden oluşan bir şiir kitabıdır: Gidiyorum Bu böyle bir kitap. Kitap adının ortasından çekip gitmiş. “Gidiyorum bu” eksik bir cümledir. Şair kendi adının ortasından bile çekip gitmiştir. Ah(met?) Muhsin Ünlü? Gidiyorum Bu karşısında, kararlı bir biçimde yarım bırakmalar kitabıyla, bütünselliğe karşı bir hamleyle mi karşı karşıyayız?
Şiir kitabının kapağını çeviriyoruz ve daha başlamadan biten bir şeylerle karşı karşıya kalıyoruz: Şairin şiirden de çekip gittiğini anlıyoruz (“şiir çalışmalarını .. tarihinde noktaladı”). Ve kitabın ithafı terk etmeyle ilgili güçlü duygumuzu daha kitabı okumaya başlamadan bile pekiştiriyor: “bütün eve dönmek isteyenlere…”. Ah Muhsin Ünlü yalnızca evi değil sanki terk etmeyi de terk ederek görkemli bir giriş yapıyor.
”Gidiyorum bu evden”, gidiyorum bu mahalleden, bu ülkeden, bu dünyadan,…. Ah Muhsin Ünlü “iç”leri terk eder; dışarı, aklın sınırlarının, şiirin, vb. dışına, sokağa çıkar. Okur “geniş bir salona geçmiş gibi” gülümser, derin bir nefes alır. 

Kitabın kapağında Ferdinand Hodler’in“Hayal Kırıklığına Uğrayanlar” tablosu olması elbette bir rastlantı değildir. Bu tabloda beş kişi resmedilmektedir, hepsinin üzgün bir hali vardır, hiç biri resme bakanın gözlerinin içine bakmaz, ikisinin başı yana eğik, ikisini yüzü avuçlarının arasında, biri ise başını koluna gömmüştür. Resimdeki üstü giyinik dört kişi siyahlar içindedir. Ne olduğu belirtilmeyen büyük bir kayıp söz konusudur. Kimse kimseyi teselli edecek gücü bile gösterememekte, herkes birden yıkılmış görünmektedir. Bu resmin çağrıştırdığı kadar büyük, toplu bir hayal kırıklığı insanın, örneğin, iş hayatında, politikada, kısacası “dışarıda” karşılaşabileceği türden bir kayıp değil, ancak yakın bir kayıp olabilir. Söz konusu tek bir kişinin kaybı değil, bir okulun, bir halkın, bir topluluğun kaybıdır. Bu resmin çok belirgin bir anlamı vardır aslında: Yıkım.
Gidiyorum Bu’yu tümüyle politik bir düzlemde okuyamayız, bunlar söylemlerinde açık politika barındıran şiirler değil, tersine belki politikayı, evi, sıradan anne-oğul ilişkisini ve belki de en önemlisi grameri terk edip gitmelerinde bir politika bulabileceğimiz, bulmak zorunda hiç olmadığımız ama istersek bulabileceğimiz şiirler.
Annemi özledim. Özlemi anniyorum. (…) Annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum. (…) Sonra annemi de rasyo… Neyse…
(‘Çarmıha Geriliş’ten Ayrıntı)
“Anneyi özlemek” ve “kızlardan uzak durmak” arasındaki karşılaştırma bizi “anne”yle “kızlar” arasındaki karşılaştırmadan başka hiçbir yere götürmeyecektir (tıpkı alıntıdaki muhtemel bir sevgili adı olan “Özlem” gibi). Yarım kalan kelimeler yine terk temasının devamıdır, belirli bir öfke içerirler. Öfke anneyle şair arasında salınmakta ve yarım bırakılan cümlelerde gramere (şiire)akmaktadır. Yalnızca gramerle de değil, aynı öfke şiirlerin içerdiği şiddetle de (kan, tabanca, şiddet, vb.) yoğun biçimde hissettirilir. Burada şiddetle ve şiirin görece daha hafif öğeleriyle fazlaca oyalanılması Bülent Keçeli’nin aşağıdaki önemli yorumunu doğrular bir nitelik taşısa da ben, Gidiyorum Bu’da bu yorumu aşan bir trajik unsur olduğu düşüncesindeyim.
Bu bağlamda sadece göze, görüntüye -ki görüntü bazen felsefik bir açılımı da beraberinde getirir- dayanan şiir kişinin şiiri es geçmesini gerektirecek hadde durursa burada anti bir durumdan söz edilebilir ancak. Anti yani şiir dışında bir şey, şiir yazmak için de şiir yazılmamış olur böylece. (Bülent Keçeli, Ah Muhsin Ünlü ve Şiirin Bir Kuralı mı? Ücra, Kasım Aralık 2010)
Kelimelerin, cümlelerin ve mısraların parçalanması yer değiştirmesi, anlam kaymaları, ses bozulmaları Gidiyorum Bu’nun teknik cephaneliğini oluşturur. Bunların tek tek ayrıntılarına girmek gerekli değil, ancak “tüyük bürk şairi” gibi kelimeler arası harf alışverişlerinden hecelerin mısralar arasında parçalandığı “İsa’yı polise doğru/lttuğum zaman” gibi bölünmeler hem anlam hem de ses açısından doğurgan.
Ah Muhsin Ünlü’nün deneyimin dilden önce geldiğine vakıf her şair gibi gramerle bir alıp veremediği vardır ve şudur: Kelimeler görünüşe göre bilgi iletmektedir, ancak mevcut dil şairin özel deneyimlerini iletmekten uzaktır. Şair kelimelerle oynayarak geçici bir baş dönmesi yaratır ve bundan yararlanarak kendine ait bir dil kurar:
Konanmış çesinler çevrelende hotuyordu
(Ha Şini Bakam Gidiyuz Zere)
Cihat Duman’a göre (Gidiyorum Bu Hakkında, Heves, Nisan 2010) Ah Muhsin Ünlü şiirinin anahtarı olan aşağıdaki ilk cümleyle, kelime oyunlarının gerçekte bir oyun değil bir zorunluluk olduğu duygusu verilir:
Ne dediğimi bilmemek istiyorum. Hakkımı aramamak istiyorum. Boş başıma dolaşmak istiyorum. Sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum.
(‘Çarmıha Geriliş’ten Ayrıntı)
Kelime oyunlarının nedeni de şair tarafından bilinmektedir:
Ve gitmen beni dile indirger sevgilim.
(Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik)
Sevgilinin ve annenin eskiliği şairi dil oyunlarına ve bir yerde şiire götüren temel terk edilme duygusudur. Aşağıdaki gibi mısralarda “anne” ile “sevgili/eş”in sürekli yan yana geçmesi anneye yönelik bir öfkeyle açıklanabilir:
Annemle kız bakmaya gittik, ben beğenmedim
(Edebiyattan Nefret Ediyorum)
Bana ellerini ver anne karıma
(Kapatıyorum ve Deha)
Annem beni hep çok sevdi kız gördüm mü
                                                          ağlıyorum  
(Ben Bu Çağdan Bir Kere de)
Kitapta iki kere ilkokul öğretmeni olduğunu okuduğumuz “anne”, devletin başka bir egemen ideolojik aygıtı olan okulda çocuğun etkilere en açık olduğu çağda katıksız egemen ideolojiyi tekrarlaya tekrarlaya çocukların kafasına yerleştiren “ilkokul imgesi, öğretmen anne” imgesi, şair için tek seferde iki kez kesen bir bıçak olsa gerektir.
Şairin Onur Ünlü adıyla yönetmenlik yaptığını biliyoruz: Ah Muhsin Ünlü’nün senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Polis” adlı sinema filminde, anneliği üst üste vurgulanan tek karakter, annelik rolünü oynama kapasitesinden yoksun bir psikiyatri hastasıdır. Beynindeki ur nedeniyle iki aylık ömrü kaldığı filmin başında kendisine bildirilen baş-kahramansa, filmin son sahnesinde bütün ailesi ve mesai arkadaşları öldürülmüş, sevdiği kız tarafından terk edilmiş olarak bomboş bir restoranda beklerken ekran kararır. Şairin Kitano’ya ithaf ettiği ve belirgin bir “yakuza” sempatisiyle çektiği film Gidiyorum Bu’dakine benzer bir “terk ediliş” hikâyesidir.
Genellikle ancak kendini hafife alarak ifade edilebilen bu öfke kitabın bütününe yayılmaktadır: “Artık seni bir çiçeğin yerine kopartmak/istiyorum sevgilim.”         
(Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik…)
Aşağıdaki satırda öfke, anne ve ilkokulu birlikte içerir:
Halamın artık ne zaman evleneceğimi sorduğunda, annemin yalan söylememek için dudağının köşesinde patlayan ilkokul.
         (Edebiyattan Nefret Ediyorum)
Annenin ölümüyle ilgili sözler de yine anneyle ilgili bir öfke başlığı altında incelenebilir:
Annelerimiz ölürdü ayrılırdık ağlardık
         (Enteresan Mesaj)
İnanabiliyor musun Rüya benim de annem ölecek
(İncil Çalınmaları ve Türkiye)
Şair zaman zaman öfkenin ikiz kardeşi olan suçluluk duygusunun onu çirkinleştirdiğini hisseder:
Annemi üzdüm
Böylece hep bana tirenler çarpsın
Çirkin olduğum için aynaya bakmazsam;
Güzelim                  
(Rüya Hakkındadan Fazla)
İlk şiirlerini bir psikoloji-edebiyat dergisi olan Şizofrengi Dergisinde yayınlayan Ah Muhsin Ünlü kitabın başından itibaren bizi psikolojinin terimlerinin hakim olduğu bir dünyaya sokar: “bir banka oturup bilincimi eşik olmayan parçalara bölüyorum”.  Bu “şizofren bir şiir” değil öğrenilmiş bir şizofreni tanımının bozulmuş halidir (eşit vs. eşik).
Ah Muhsin Ünlü’nün psikolojik ilgisi, elbette bir şair için ancak bir avantaj olabilir. Aşağıdaki örneklerde bu ilgiyi, açıklamaya gerek bırakmayacak derece net izleyebiliriz:
İnanmışım kaybetmek esrarıdır esrarın
Çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum
İpimden kurtulmuşum kaybediyorum         
         (Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik…)
Annemi daha içerden açıklayabilirim.       
         (Kutub-u Şikeste)
Ey sütü çocuğa sıcak içiren anne   
         (Bisiklet ve Allah)
Ah sütü memeye taşıyor damar
         (Bisiklet ve Allah)
“Sütü çocuğa sıcak içiren anne” çocuğunu emziren, ideal annedir; “ey” nidasıyla bir mesafeye yerleştirilmiş olduğu için başkasının annesi olduğunu çıkarabiliriz. Meme emen çocuk için sütün sıcak olup olmadığı gibi bir tartışma yoktur; bu tartışma ancak emzirilmeyen çocuk için var olabilir. İnek sütünün elbette bir besin değeri vardır, ancak “memenin ruhu besleyen sıcak”lığından mahrum kalan çocuk, belki de hiçbir zaman onarılamayacaktır.
Gece, inmek ve annem hakkında bilmek
         (Seni Şu Dünya Gözlerimle)
Herkes annesini bilir, anneyi tanımak/öğrenmekle ilgili bir sorun büyümekle birlikte hallolur, insanlar bunu ayrı bir sorun olarak yaşamaz. “Anne hakkında bilmek” bir sorunun ifadesi.
Aşağıdaki satırlar gerçeklikle ilişkisini kaybetmiş birisinin bu ilişkiyi yeninden tesis etmesini temsil eder gibidir.
Anne vardır. Baba ve kardeşler vardır. (…) Ayakkabı vardır. Kalem vardır. (…) Kuşlar havada uçarlar. Yer vardır. Ona basılır. (…) Kanlar torbalara dolarlar. Teşekkür ederim.
         (opus magn mu provaları – II)
Ah Muhsin Ünlü, Şizofrengi Sayı 10, Eylül 1993’de M.Ü. imzasıyla yayınlanan ve bulabildiğim ilk şiiri olan “ha şini bakam gidiyoruz zere” başlıklı şiirde bile, şiiri bilen, etkileyici bir şair izlenimi bırakmaktadır. Daha sonraki şiirlerinden ve kitabından Cahit Zarifoğlu’nu, Asaf Halet Çelebi’yi, Edip Cansever’i, İsmet Özel’i, Cemal Süreya’yı ve Turgut Uyar’ı çok iyi tanıdığını zaten açıkça belirtti.
Yollarda otomobil olurmuş, bunu öğrendim 
         (Siyah Adamın Kanı)
Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim, bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur Zarifoğlu ölür
         (Hatırlat da Haziranın Sonlarında)
Şimdilik tek kitabı Gidiyorum Bu’nun girişinde yazıya göre şair 22 Haziran 1993 günü başladığı “şiir çalışmalarına” 4 Eylül 1998 günü son vermiş. “Şiir çalışmalarına” (neden şiir değil?) 2010’dan sonra dört, beş şiir daha ekledi. Bunlardan özellikle bir tanesi Gidiyorum Bu’nun kapanışı niteliğinde bir şiirdi: Resulullahla Aramdaki Farklar.
Şair Gidiyorum Bu’da annesizlikle ilgili belirgin bir yas içindedir. Ancak Resullullah’ta, bunun annesinin ölümüne dair bir şiir olmasına ve şairin yas tuttuğunu alenen yazmasına rağmen aslında yas bitmiştir, yas önceden tutulmuş, bitmiştir: “ben annem ölürken hiç ağlamadım”.
Resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem
                                            ölürken hiç ağlamadım.
Ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu,
                                                           görmeliydiniz.
(Resulullahla Aramdaki Farklar)
“Görmeliydiniz”, “görseniz” vb. çağrılarıyla davet edildiğimiz yer insan toplumunun en büyük tabulardan biri olan ölüm odasıdır, üstelik ölen “anne”dir. Sinema gibi kurulmuş, sahnelerden oluşan bu şiirde şair okurların eline bir kamera tutuşturmaktadır. Okurun mahrem bir alana adım atma tedirginliği yakuza filmlerine benzer bir sahneyle giderilir: “af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı”.
Resulullah Azrail’i yolda görse tanırdı;
ben Azrail’i annemin yanında görseydim ona bir
                                                        çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın
                                                        annemin gırtlağı.
         (Resulullahla Aramdaki Farklar)
Annenin artık ölmesi ve şairi bir yetişkin olarak doğurması gerekmektedir:
Resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı
derdi ki ‘Kızım ha gayret!’;                                                
(Resulullahla Aramdaki Farklar)
Biz annenin ölümünü izleriz ve anne çocuğu doğurur:
Ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının
Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor
                                                                        ne tuhaf…
         (Resulullahla Aramdaki Farklar)
Şair bu satırla beraber “annenin çocuğu” olarak belki ilk kez bu kadar rahat konuşabilmekte ve bunu iki kez tekrarlamaktadır. Anneli-annesizlik durumu yani annenin olmaması (eksikliği) da bu son sahneyle birlikte ölür ve şair kendisi olarak doğar.
Resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş
                                                                       yapmaz.
(Resulullahla Aramdaki Farklar)
Bu şiir, anneyi hiçbir zaman doğal bir biçimde sevememiş birinin şiiridir; yukarıda dili sürçen şair işi neredeyse annesi daha erken ölmediği için şanssızlığını açıkça ilan etmeye vardırmaktadır. Anne–sevgisi şiirlerinden biri olmadığı ortada.
Şiirde baskın olarak yaşanan duygu, annenin ölümü dolayısıyla zaten eksik olan (veya tam olmayan) annenin, fiziksel olarak da eksilerek şairi bütünleştirme duygusudur. Bu güçlü şiir, bütün önceki şiirlerin anti-tezi gibidir.
Olamaz dedim annem son nefesini alıp da
                                                               vermeyince
Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de
                                                                       görseniz      
         (Resulullahla Aramdaki Farklar)
Anneyle barışmayı son ana dek ertelemiş bir çocuğun son çözümü “annenin son nefesini içine alıp ferahlaması” olarak kurması, “kahramanca” bir eve dönme mücadelesinin bir özeti/sonucu gibidir.
Resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler
                                                                               çölü
Nasıl olsa Resulullah da ölü annem de ölü.
         (Resulullahla Aramdaki Farklar)
Resulullahla Aramdaki Farklar’da dildeki bozulmaların azalmış olması, önceki kitapta yoğun olarak var olan kesilmelerin, yer değiştirmelerin, kelime oyunlarının kalmaması manidardır. Bu, yukarıda önerdiğim yoruma paralel bir biçimde okunursa annenin ölümüyle birlikte şair anneye, eve ve gramere “dönmüştür”. Üstelik gündelik hayata da dönmüştür: “filmlerim iş yapmaz”. Devamındaysa dünyeviliğin başka bir tezahürü olan “politika”ya da dönmüş, örneğin Mavi Marmara olayı üzerine yazdığı şiirlerinde annesizliğinden kurtulmuş bir biçimde, saldırganlık dozu yüksek bir serbestlik alanı buldu:
Obama ebenin örekesine
Bacağım girsin de ağzından çıksın
         (Ah O Gemide Ben de Olsaydım)
seni öyle seviyorum ki condoleezza, bebeğim,
ağzına veresim geliyor,
ağzımdaki dişleri.            
(Törer Bambosu Patlaka)
Yazının başından beri anneli-annesiz, aile ideolojisi gibi bir takım kavramlardan söz ettim ve bunları bir şairin şiirini kendimce yorumlamak için kullandım. “Annesizlik” deyince bu bazıları için sanki herhangi bir eksiklikten söz edilmiş gibi olabilir belki bunun ne kadar “sert” bir söz olduğu yeterince anlaşılmıyor. Anne birincil nesnedir. Hayatı anneye bağımlı olan çocuğun anneyi sevmek dışında bir seçeneği yoktur.
Şikâyet edebilmek, şımarabilmek, öfkelenebilmek, direnebilmek, nefret edebilmek, karşı çıkabilmek âşık olabilmek, yabancılarla rasgele ilişki kurabilmek için sağlam biri olmak, bunun için de “sağlam” bir anneye sahip olmak gerekiyor: Annesizlik insanı anneden önce anneyi terk edebilecek güçten mahrum eden bir şeydir. Annesizlik, anneye daha bağımlı hale getirir. Kısacası “annesizlik” öyle kolayca yenilip yutulacak bir lokma değil, bunu merkeze koyarak kalemi ele alabilmek ise benim terminolojimde devrimci bir kararlılık gerektiriyor.
Dolayısıyla yazının başlığındaki “annesinin ihanetine uğrayan şiir” diye bir şey yoktur sadece benliksiz şiir vardır; Gidiyorum Bu’daki “ben” kelimesinin enflasyonunun nedeni budur, bu olabilir.
Stalin “Devlet bir ailedir ve ben de babanızım” diyordu. Paternalist aile otoritesiyle devlet otoritesinin ortak yanı otoritelerin kendilerine bağımlı olanların bakımını kendilerinin çıkarlarına hizmet ettikleri sürece üstlenmesidir. Burada sahte bir sevgi yatmaktadır.
Şairin kendi ülküsünün peşinde koşması ve örneğin şiir yazması (bir erişkin gibi hareket etmesi) elbette annenin ihanetine maruz kalmaya yazgılıdır (anne aile ideolojisinin başat figürüdür). İtaatin ilk tohumlarının atıldığı aile ideolojisi içerisinde sürekliliğin koşulu çocuğun bağımlı olarak kalması ve ailenin “her şeyini çocuklara feda etme” rolünü sürdürebilmesidir. Her türlü ergenleşme talebi aile ideolojisine feda edilir.
Yazının başlarında kullanılan “en kötü annelik durumu” şeklindeki ibarenin altı belki de yeterince dolu değildi. Artık ailenin “kir”lerinden daha rahat bahsedebiliriz. Bu tür bir aile durumu, belki yeniden tanımlanmayı gerektiren bir tür “yetimlik”tir. Yetim bir çocuk yalnızca ebeveynleri ölmüş bir çocuk değildir, birçok ölüm vardır, ruhun ölümü, sorumlulukların ölümü, duyguların ölümü, umudun ölümü. Bir sonraki uyuşturucusunu çocuğunun öğle yemeğinden daha fazla öncelik veren bir anne; cinsel tatminini çocuğunun haysiyetinin önüne koyan bir baba, anne-babanın hiç olmamasından çok daha fazla zarar verir. Bunların Ah Muhsin Ünlü’yle bir ilgisi olup olmaması önemli değil, onun evinde neler olduğu konusunda elbette bir fikrimiz yok, ancak şiirine bakarken bu tür bir anneli-yetimlik durumu kendini belirgin kılmaktadır.
Vamık Volkan’a göre Türk aile yapısı içinde çocuğun sadece tek boyutlu bir seven-anneyle güdük/yarım bir ilişki yaşamasına izni vardır. Bu yapı sonucunda “ölmeye geldik” tarzı erişkin davranış yoksunluğu ortaya çıkar; ahlaksızlığa değil de ahlaki boyutun eksikliğine yol açar.  Edebiyat Dostları’nda yazdığım “Ağlama Duvarı”nda nefret içermeyen, sadece sevgiden menkul bir anne-çocuk ilişkisinin 80 sonrası sol şiire yansıdığını, annenin eleştirisinin şiire neden giremediğini sorguluyordu.  Üstelik isyankâr sol şiir belki evden fazla uzaklaşmanın verdiği suçlulukla annesinin kucağına dönmek için hiçbir fırsatı kaçırmazken “sol” kültür adamları Ah Muhsin Ünlü’yü görmemek için gözlerini kapatıp tuhaf sesler çıkarabilir (ama onlar bu obsesif kompulsif bir davranışı haset besledikleri herkese uyguladıklarından bu kayda değmeyen hasette Ah Muhsin Ünlü’nün bir gurur kaynağı bulacağı kadar önemli bir taraf yoktur), ancak bir Müslüman olmasına rağmen şiirde aile-ideolojisini kıran, aile kurumu sorununu masaya yatıran bir şiiri yazma başarısı Ah Muhsin Ünlü’nün payına düşer.
Bütün bu açıklamalardan sonra yukarıda söz ettiğimiz Hodler’in resmine dönecek olursak bunun yeniden-tanımlanmış içeriğiyle bir yetimler korosu olduğu ilk bakışta insanı çarpar. Gidiyorum Bu’nun bütün neşeli öfkesinin gizlediği de bu duygudur.
Eğer Türk şiirinin annesine söyleyecek “saçlarına yıldız düşmüş anne”den başka sözü varsa ve bu şiirin kendi tarihi içinde anlamlı ve amaçlanan bir şeyse (ki bence öyle) Ah Muhsin Ünlü Türk şiirinde tek kitaplık, ama gerçek bir yer işgal ediyor.








 Enis Akın, Duvar Dergisinin 2. Sayısında yayınlanmıştır, 2012

1 Ekim 2013 Salı

acrophobia

acrophobia

enis akın



giriyossun okulun kapısından içeri
kor bir demir kara değer gibi
bugün okul var
TÜRKÜM tüt t tTürkü m DOĞRUYUM do  doğdoğ dodoğruyum ÇALIŞKANIM çaçalışşkanım  İLKEM ilk ill ilkem KÜÇÜKLERİMİSEVMEK küküçük k lerimi ssevmek BÜYÜKLERİMİ SAYMAKTIR bü büyük k kle Klerimi say saymaktır
palto ceket kazak gömlek fanila ve sol elinin altında
küçük sarı bir sözlük kadar kâlbin var
bugün okul var
ÜLKÜM ülküm YÜKSELMEK yük yük selmek İLERİYEGİTMEKTİR i i ileriy egitmek tir YURDUMU yurdumu MİLLETİMİ millm mm ilm illetimi ÖZÜMDENÇOKSEVMEKTİR ö özö özümden ço ok çok sevmekse sevse ses sevse sesevseme sevmektir
ve artık parmaklarını hissetmiyorsun
bütün kurallar değişti
bugün kar var 

çünkü kar
habire anneliğidir ıslanması bitmiş bir yağmurun
eski bir imparatorluğun ortasında herşey bıyıklarını yitirmiştir
EYBÜYÜKATATÜRK eyy büyü büyü k aa Atatürk AÇTIĞINYOLDA açtaçtığın yo yo yold a GÖSTERDİĞİNHEDEFE gösgöster diğin hhedefe DURMADAN YÜRÜYECEĞİME durma dur durma durd urma danyü yürü yürü yeceğime ANDİÇERİM anndandiçerim
döneceksin
bütün cepleri torpille dolu
dibe dalan bir denizaltı nasıl eksilirse hayattan
VARLIĞIM var varl vavav arlığ ğım TÜRKVARLIĞINA TürTü rk var var lığına lığına ARMAĞANOLSUN arm arma arm armağan ol ols olsu ols un NEMUTLUTÜRKÜMDİYENE ne ne nemu mutlu tü tü Türküm diyene 
güneş kar topluyor
bir uçurum dışarı bakar gibi baktın hep fotoğraflarda
yitireceksin bir gökdelenin camlarından silerken bakışlarını





-ea (öpünce geçmez'den)

28 Eylül 2013 Cumartesi

her aşk şiirinden fazla

her aşk şiirinden fazla


hani büyük bir adam demiş ya
en önemli meselemiz antakyadır diye
işte sen oradan geliyorsun
ve tabağındakini bir bir bitiremiyorsun

sırtımda pelerin vardı senin
kulağında ispanyol küpelerin
kim demiş geçmişin geçtiğini
suyun eski adını biliyor musun

hani bazen kıyamazsın dokunmaya
işte öyle ellerini yüzüne dayayarak
adam öldürüyorsun kara kara kara
kara bakarak

pelerinimi yere bırakıyorum ve
bir yürüyüş yapmalıyız diyorum
taş taşa uzanamaz nefes
nefese adını söylüyorum







enis akın

17 Ağustos 2013 Cumartesi

işte geldik (V)

işte geldik (V)


halbuki bütün âşıklar yıllardır birikir bir kekemeliğin kenarında:
sevilmekten sevmek yeğdir
ağaçların nasıl gelmek istemediği o yerde o zamanda biz geldik
kırmızı trafik ışıklarına

yahu ben sanki hiç beyazlamasaydım daha mı?
bu olasılığı hiç söylemek istemezdim ama:
Nihâl!
bir de bu var
benim sana çıplak ve alelade bir duygu borcum mu var?
şu işsel adamların asansöre binince köşeye bucağa kaçıştığı ifadelerden

ben sana söyleyeyim mi Nihâl!
hepsi hepsi o an gelince tetiği çekmekte kararlı görünebilme
isteği
gerisi boş
yok birbirimize ne kadar sıkı sarıldığımızın muhasebesi,
yok öpüşürken senin gözlerin neden açık,
yok Ayşe bakkalın canı mıyımlar,

sonra bir baktım bir ip çözüldü inanmazsınız
o an dünyanın bütün alpaçinoları ve erkekleri nasıl acıdı
bilemezsin Nihâl!
senden aldım sana vurdum kendimi nasıl acıdı
bu bir

çünkü herşey geçiyor be Nihâl
bir an önce yapmalısın o teklifi, eteklerin ne kadar uzunsa o kadar koşmalısın mesela
şu teknenin fotoğrafını çekmelisin güneşli bir günü bir an önce içine çekmeli
yaşıyorum demelisin o ağacı görmelisin
en çok da çocuk yapmalısın kendine en az üç tane
çünkü hiçbir şey geçmiyor be Nihâl

bugünlerde hemen seviyorum
mesela yolun karşısından gelen bir kadını
yaklaşan adımlarla büyüyor aşkımız aşkımız derken
daha o başını çevirmeden ben onu terkediyorum
bu adam bu kadınla olur mu ya? —günaydın!
kadın başını çevirir —alçak!
halbuki sadece kendimi ürkütüyorum

merhaba seni seviyorum Nu ve elveda Ba
yoksa ben bir sinema çıkışında illegal yanaklı bir devrimci tarafından
öpülmeyecek miyim Nihâl?
bu akşam da üstüme kalmadan önce sarılınamayacak mıyım?
bir çırpınış gibi geçirdim İstanbul’u içimden
kalelere koşarken, saçlarımı uzatırken ve kalelere koşarken
iki bu

yabancılar ve kapıların kolları kilitleri
vardır ve artık sana söylemeliyim Nihâl
hepsi hepsi gökyüzüne yaklaşma isteği
birgün bu hayat bütün hep
böyle
bu çocuk hiç değişmeyecek
ve Heybeli Adadaki kilisenin bahçesindeki piç incir
ve Kumkapıdaki ermeni sarısı oteller bir de Yenikapıdaki çan kulesi
ve onun arkasındaki avluda buluşur bütün çöpten sevgililerim beni

yahu ben sana bir yerlerden kimi hatırlatmıyorum ki, ellerin gibi kocaman
sen de benim ruhumu ellemeseydin Nihâl, bir de bu var
benim sana kimseye açılmamış bir duygu borcum mu var?
anı koleksiyoncularının önünden hızla kaçırılmış
yeterince biriktirilmemiş belki de aksine azımsanmış
tam üzereydimler var, tam dünyayı düzeltecektimler var bunlar üç dört,
tam kendimi ifade edecektim bu beş, tam vapura yetişecektim altı bu,
bütün kelimeler dilimin ucundaydı var bu da beş sayılır

bu senin dediğin tam da teyakkuz bildirisi sayılır
ben size birşey söyleyeyim mi ben hiçbirinizi anneme söylemedim
kesin olan bir şey varsa: sevmiyoruz Nihâl!
sırf yanılan çıkmasın aşk bilmesin karanlığını diye oynuyoruz
sonra sıcak bir yağmuru başlatıyoruz
birbirimizden aşağılara, küçük sıcaklıklar akıtıyoruz
birbirimizden içerilere, merhaba seni seviyorum Hâl ve elveda Ni
bu yedi

tam da yürüyüşümü değiştirme zamanıydı
olmadığım yerlere doğru giden yürüyüşümü
nostalji nostrillerimden akarken
genetik kodlar bileklerimden akarken
kendime geçiyordum, kendimden geliyordum
mesela boş teneke kutular sürükleyerek peşimde
gelmiş geçmiş sana en büyük aşkım on beş dakika
inanmayın Nihâl, hepsi hepsi gökyüzüne yakalanma isteği

muhtemel bir yangına bulutlar, benzinler, ıslak kibritler biriktiriyorum
kestane şekerini kim sevmez,
alıyorum,
akvaryumlar, hafif kağıtlar, mobilyalar topluyorum, tüpler de
içerdeki odada herşeyi hızla kurutuyorum
sen de katılmasın büyük yangınlara Nihâl
mükemmel dış görünüşümün altında
bir hız büyütüyorum,
suya koşmadan kavuşmadan önce sana
ben seni en çok nerenden affettim Nihâl?
bu sekiz

akşam yumuşacık içine çekiyor insanları, nefes alır gibi
o zaman ben de pembe popolu bir aileye dönüşüyorum
dudakları parfüm, elleri kavrulmuş soğan kokan
sıfıra kadar bekleyip başlayan tüpleri sayıyorum
mükemmel dış görünüşümün altında
öpülesi bir prens bakışlarıyla kurbağayı oynuyorum
beni öp Nihâl bitir bekleyişleri
peki benim sana son ana kadar arkada saklanan bir bıçak borcum olsun
fincanla kahve taşıyan kız huzuruyla batırılan

Nihâl! iddia ediyorum hepiniz
önünüzden koşarak kaçmakta olan bir ölüme yetişmeye çalışıyorsunuz
ve birgün yetişiyorsunuz
yarım kâlplerle
içi su dolu kâlplerle
etrafınızda dönüyorsunuz ve kendinize boşalıyorsunuz
göğse tebeşirle çizilmiş bir kâlp resmi nasıl acır bilemezsiniz Nihâl
SİZ EY medenî cesaret uzmanları, anı koleksiyoncuları,
duygu ıstampacıları, nikah şahitleri, ve çay bahçesi
garsonları, ve taşkınlara tanıklık edenler, ve Hasan
Amca, ve karşıdan gelen vapurun bin beş yüz yolcusu,
sinemadan çıkan okunmuş suyla yıkanmış kalabalık,
postacılar ve merdivenden inenler: ölüm göğsümden gel beni!
EY neler oluyor Nihâl?

bu dokuz, yalan yaşıyoruz be Nihâl beyazlıyoruz
sen beni her ayrılışında gidip saçlarımı kısalttırıyorum ilk iş
yapacak başka hiçbir iş bulamayınca dünyayı düzeltiyorum
sırf senin kulağına gitsin diye
veya tırnaklarımı kesiyorum
boynunu hep açıkta bırakan sevgilimden öğrendim bu huyumu
peki peki benim sana öylesi duyulmamış bir aşk borcum olsun
oh olsun
on olsun
tüpler harekete geç!
yanılan çıkmasın aşk bilmesin karanlığını
bu gece beni kim oynuyor, ya siz
mükemmel dış görünüşümün altında
cesetler cesaretler planlıyorum
nişan tahtasının önünde kaza kurşunuyla vurulmalar
allahkabuletsinler aminler
veya göğsünde yanlış bir kâlp krizi
mükemmel hatalar küçük sıcaklıklar nasıl acır
Nihâl kendinize şimdi bir çay yapmalısınız
bir öpücüğü haketmek için çalışmalı
sahi siz kremlere inanır mıydınız Nihâl?

ne yani benim sana ŞimdiİmkânsızHayatım’lı bir evlilik borcum mu olsun
evet bugünlerde bir intihar mektubunun üslubu üzerine çalışıyorum
eski elbiselerinizi plastik kaplara değişiyorum
beni elimden başladınız bırakmaya Nihâl ama olsun
fotokopileri ailevî fotoğrafları seyrediyorum
ipleri aygaz tüplerini itişleri kakışları

sonra şehre kar yağıyor dahası iyilik güzellik
evet sen şimdi baharının otuzunda
sankilerle gibiler arasında bir yerdesin
keşkelere inanan göğsünle
bakma arkana onlara aldırma aslında hiç yürümedin

boğazında bir sızı var gibi yalnızca
belki bir yudum sudan belki rakıdan bir yudum
öpülesi bir sonbahar ayini gibi karşılamaya hazırlanıyorsun kendini
Bundan Sonra
üç

(yani anlıyorsunuz değil mi Nihâl HAYATIN GEÇMESİNİN YARATTIĞI ETKİLERE karşı üç)










Enis Akın
Edebiyat Eleştiri, Sayı 8, Bahar 1995

3 Mayıs 2013 Cuma

kimse hata yapmaz


kimse hata yapmaz
şairi kelimeler öldürür
enis akın




hasandı değil mi senin adın
sol kol omuzdan tutulur
bak hasan masan ödersin bedelini belki bir masa aldıysan
kimse hata yapmaz
kimse yapmadı daha

hata yoktur beyaz bir evin bahçesinde
çimenlerde
sadece insan mümkün değildir
bir hata bozar yapar
aşk

herkes bilir bir hatanın yanlışlığını yalnızlığını bir

ey sen yalağuz nedir bilir misin tanrı yanlış yapabilir misin
kimse hata yapmaz
hayat az

kimse kuş

deniz mi dedin senin adın
diyelim ki fırtınalısın deniz
fırtınasındasın hayatının

ama bu topladığın deniz kabukları geri dönmeyi bilmez

saçlarını dökersin suya deniz
bir aşk ne zaman ki hatalarını sayar

bir iki üç dört sonsuz keşke kuş

herkes siz

ilerledikçe az ilerledikçe az daha
mea culpa
yolcu abbas bağlasan durmaz
bak abbas
elinden kayarsın dilinden sürçersin şeytanından geçersin
hata olmaz sen

seversen bir hata değildir
oysa bir kulptur herşeyi tutmaya
latincede ve heryerde

bulut var kar getirir
kar taneleri bir bir öper dünyayı

alkış biraz
olsa olsa sahnede kimse bilmez anlatmamayı

hatta denebilir ki yıldız senin adın
bak yıldız hanım
diyelim ki sen ölüsün yoksun
ölü bir deniz yıldızısın
büyüyünce ne olacaksın
sevmemeyi nerde öğreneceksin
denize nasıl dönecek

kimse siz

sokağa fazla çıkma
derslerini iyi çalış
mühendisler hata yapmaz
yapmadı daha

çıktı deniz
gizlendiği kayaların arkasından
beyaz bir kedi olarak

bağırdı ki deniz sağırdı

bir iki güç dört sonsuz
herşeyin sonu sonsuz
tanrı hayal yapmaz

gök çekim yapmaz

hayat mıydı senin adın
bak hayat burda senin adında bir korku var
ve daha

boyumu uzattıysam oğlum için
silahlıysam az

keşke siz

kimse tabanca yapmaz
lütfen dikkat biraz
ayrılmak bir silah değildir

ses az
koşar beyaz
adına ben dediklerinin tortusu dibe

bir ikili güç dört sonsuz
yitirirsin deliliğini

gidersin hasan
izmircede ve birdenbirecede
bu bana hiç benzemiyor şimdi
ve her zaman

yol bir zennedir
füruzan adında
erkektir
iyi kıvırır gerdan kırar çapraz basar
sertleştirir erkeği

yol bilgisi yol aşkı yol durur

kimse hız

kamyon kamyonu geçerken zaman durur

gariptir ölen herşeyin bir adı olması füruzan
rüzgârın memelerini avuçlarsın

kim bir katil kadar güzel kokabilir bir haziran güneşinde

hepimiz takınılmış adları öldürüyoruz hasan durmadan vararak

katil aşklar

kimse az

bir iki üç dört zor
hasandı değil mi senin adın
kol bırakılır
işte böyle hasan masan ödersin bedelini bir

herkes siz

bir iki üç dört ben yoktur
katil hata yapmaz
yani insan
hata yapmam
hırsız alarmları yaparım




enis akın (öpünce geçmez’den)