Ah Muhsin Ünlü: Annesinin ihanetine uğrayan
şiir
Enis Akın
12 Eylül’den bahsederken bazen çevreden birilerinin, bir darbe olarak 12 Eylül’ün başarısından söz ettiğini duymuşsunuzdur. Başarılı darbe(!): Kötülükte iyi olma. Sanki bir yerlerde evrensel bir darbe-başarı-ölçeği var gibi konuşuruz. Belki de gerçekten vardır böyle bir ölçek: derinlerde bir yerlerde insanın yenilgisini onayladığı, “evet kaybettik” cümlesini kurabildiği, sonucu değiştirmek için işin işten geçtiğini kabul ettiği. Belki de bu kabul kendi başına, bir kendini sağaltma hamlesidir. Yenilgimizle gün gelip barışmak zorunda olduğumuzu ruhumuzun derinlerinde biliyoruz elbette.
12 Eylül’den bahsederken bazen çevreden birilerinin, bir darbe olarak 12 Eylül’ün başarısından söz ettiğini duymuşsunuzdur. Başarılı darbe(!): Kötülükte iyi olma. Sanki bir yerlerde evrensel bir darbe-başarı-ölçeği var gibi konuşuruz. Belki de gerçekten vardır böyle bir ölçek: derinlerde bir yerlerde insanın yenilgisini onayladığı, “evet kaybettik” cümlesini kurabildiği, sonucu değiştirmek için işin işten geçtiğini kabul ettiği. Belki de bu kabul kendi başına, bir kendini sağaltma hamlesidir. Yenilgimizle gün gelip barışmak zorunda olduğumuzu ruhumuzun derinlerinde biliyoruz elbette.
Yukarıda sözü edilen “başarı” her ne ise, o başarının en
büyük pay sahiplerinden biri “12 Eylül’ün annelerimizi ikna edebilmiş
olmasıdır”. Amacı devrimcileri zapturapt
altına almak olan 12 Eylül’de militarizme tarihsel bir teşneliği olan “Türk
Ailesi”, dünyayı kurtarmayı (devrimciliği) seçmiş çocuklarını karakola teslim
etmemiştir, evet, ama buna ramak kalmıştır. Karakola teslim etmemiştir belki
ama referandum sandığına teslim etmiştir. Anne-baba evdeki kitapları bir günah
çıkarma duygusuyla hemen yakmıştır. Devlet şiddetine maruz kalan (tutuklanan,
evi basılan, vb.) çocuklarının “suçlu” olduğu bilinciyle davranmışlar, onu
yalnız bırakmışlardır.
Elbette, oğlunu hapishanede yalnız bırakmayan, onun için
dayak yiyen, gözaltına alınan annelerin elinden her zaman öperim, ama onların
bile, 12 Eylül’ün şiddeti normalleştiren, haklılığı kekemeleştiren meşruiyeti
karşısında söyleyecek fazla bir sözü yoktur. Bu yazı çerçevesinde şu kadarını
saptamak yeterli: 12 Eylü’lün şiddeti, toplum tarafından onaylanmış,
meşruiyetini sağlama bağlamış bir şiddettir. 82 Anayasasının aldığı oy oranı,
yalnızca zarfların şeffaf olmasıyla açıklanamaz. 12 Eylül 1980 her şey bir
tarafa, ideolojik bir zaferdir, militarizmin, baskının, korkunun zaferi.
Buna anneyi oğuldan koparan darbe diyebilir miyiz?
Burası, aile-ideolojisinin aynı hammaddeden yapıldığı devlet-ideolojisinin
sillesine korkuyla geçit verdiği yerdir. Çocuk yoldan çıkmıştır, ailenin bin
yıllık ideolojik işlevi yerine getirilecektir: “itaat”. Lafı dönüp
dolaştırmadan Athusser’in aileyi de Devletin İdeolojik Aygıtları içinde
saydığını, “son çözümlemede sömürü demek olan üretici güçlerin yeniden üretimi
için fiziksel veya fiziksel olmayan yollardan bireye boyun eğdirmeyi hedefleyen
bir baskı aygıtı” olarak belirttiğini unutmadığımızı hatırlatalım. “Canım
annem”le “ceberut devlet” arasında kalan evladı harcamaya programlı ilişkiler
ağını ilk kez duyuyormuş gibi yapmayacağız. Aile kutsalsa, işlediği cinayetlerle
kutsaldır: Kocalar, babalar, sevgililer son 9 yılda 4.400 kadını katlettiler.
Resmi dil içinde hep yok sayılsa da, normalleştiren, suçlayan, aşağılayan,
yargılayan, sıfatlandıran, kimlikleri enjekte eden, budayan ve bütün bunların
sonucunda “büyüten” “aile aygıtının” “devlet”le benzer
refleksleri sergilediği kocaman bir alan vardır.
Bu darbe döneminde şiir yazmaya başlayan Ah Muhsin
Ünlü’nün şiirlerindeki öne çıkan özne, şiirlerinden okuduğumuz kadarıyla
“anneli-ama-annesiz” bir çocukluk yaşamış. “Anneli-ama-annesiz” yani, anne hem
fiziksel olarak var, hem de temel işlevlerini yerine getiremiyor: En kötü
annelik durumu.
Ah Muhsin Ünlü’nün 1996’da yayınlanan kült kitabı
“Gidiyorum Bu”daki 36 şiirden 24’ünün en az bir anne-baba referansı içeriyor
olması (çoğunda birden fazla) nedeniyle, bu kitabın “annesizlik” meselesi
etrafında bir okuması ilginç olabilir. Ah Muhsin Ünlü’nün şiirinde elbette
“kişisel meselesi” olarak ortaya koyduğu “anne”yi, 1980’lerde toplu olarak
annesi tarafından ihanete uğramış bir Türkiye’yle paralel okuyabilir miyiz?
Elimdeki kitap 5. Baskı, bu kadar sevilmiş olmasında zamanın ruhuyla şu veya bu
biçimde aynı akortta çalabilmiş olsa gerek.
İnsan annesiz olduğu için şair olmaz, ama bir insan
şairse ve annesizse, yazabileceği en iyi şiir belki de terk etmelerden oluşan
bir şiir kitabıdır: Gidiyorum Bu böyle bir kitap. Kitap adının ortasından çekip
gitmiş. “Gidiyorum bu” eksik bir cümledir. Şair kendi adının ortasından bile
çekip gitmiştir. Ah(met?) Muhsin Ünlü? Gidiyorum Bu karşısında, kararlı bir
biçimde yarım bırakmalar kitabıyla, bütünselliğe karşı bir hamleyle mi karşı
karşıyayız?
Şiir kitabının kapağını çeviriyoruz ve daha başlamadan
biten bir şeylerle karşı karşıya kalıyoruz: Şairin şiirden de çekip gittiğini
anlıyoruz (“şiir çalışmalarını .. tarihinde noktaladı”). Ve kitabın ithafı terk
etmeyle ilgili güçlü duygumuzu daha kitabı okumaya başlamadan bile
pekiştiriyor: “bütün eve dönmek isteyenlere…”. Ah Muhsin Ünlü yalnızca evi
değil sanki terk etmeyi de terk ederek görkemli bir giriş yapıyor.
”Gidiyorum bu evden”, gidiyorum bu mahalleden, bu ülkeden, bu
dünyadan,…. Ah Muhsin Ünlü “iç”leri terk eder; dışarı, aklın sınırlarının,
şiirin, vb. dışına, sokağa çıkar. Okur “geniş bir salona geçmiş gibi” gülümser,
derin bir nefes alır.
Kitabın kapağında Ferdinand Hodler’in“Hayal Kırıklığına
Uğrayanlar” tablosu olması elbette bir rastlantı değildir. Bu tabloda beş kişi
resmedilmektedir, hepsinin üzgün bir hali vardır, hiç biri resme bakanın
gözlerinin içine bakmaz, ikisinin başı yana eğik, ikisini yüzü avuçlarının
arasında, biri ise başını koluna gömmüştür. Resimdeki üstü giyinik dört kişi
siyahlar içindedir. Ne olduğu belirtilmeyen büyük bir kayıp söz konusudur.
Kimse kimseyi teselli edecek gücü bile gösterememekte, herkes birden yıkılmış görünmektedir.
Bu resmin çağrıştırdığı kadar büyük, toplu bir hayal kırıklığı insanın,
örneğin, iş hayatında, politikada, kısacası “dışarıda” karşılaşabileceği türden
bir kayıp değil, ancak yakın bir kayıp olabilir. Söz konusu tek bir kişinin
kaybı değil, bir okulun, bir halkın, bir topluluğun kaybıdır. Bu resmin çok
belirgin bir anlamı vardır aslında: Yıkım.
Gidiyorum Bu’yu tümüyle politik bir düzlemde okuyamayız,
bunlar söylemlerinde açık politika barındıran şiirler değil, tersine belki
politikayı, evi, sıradan anne-oğul ilişkisini ve belki de en önemlisi grameri
terk edip gitmelerinde bir politika bulabileceğimiz, bulmak zorunda hiç
olmadığımız ama istersek bulabileceğimiz şiirler.
Annemi özledim. Özlemi
anniyorum. (…) Annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum. (…) Sonra annemi
de rasyo… Neyse…
(‘Çarmıha Geriliş’ten Ayrıntı)
“Anneyi özlemek” ve “kızlardan uzak durmak” arasındaki
karşılaştırma bizi “anne”yle “kızlar” arasındaki karşılaştırmadan başka hiçbir
yere götürmeyecektir (tıpkı alıntıdaki muhtemel bir sevgili adı olan “Özlem”
gibi). Yarım kalan kelimeler yine terk temasının devamıdır, belirli bir öfke
içerirler. Öfke anneyle şair arasında salınmakta ve yarım bırakılan cümlelerde
gramere (şiire)akmaktadır. Yalnızca gramerle de değil, aynı öfke şiirlerin
içerdiği şiddetle de (kan, tabanca, şiddet, vb.) yoğun biçimde hissettirilir.
Burada şiddetle ve şiirin görece daha hafif öğeleriyle fazlaca oyalanılması
Bülent Keçeli’nin aşağıdaki önemli yorumunu doğrular bir nitelik taşısa da ben,
Gidiyorum Bu’da bu yorumu aşan bir trajik unsur olduğu düşüncesindeyim.
Bu bağlamda sadece göze, görüntüye -ki görüntü bazen
felsefik bir açılımı da beraberinde getirir- dayanan şiir kişinin şiiri es
geçmesini gerektirecek hadde durursa burada anti bir durumdan söz edilebilir
ancak. Anti yani şiir dışında bir şey, şiir yazmak için de şiir yazılmamış olur
böylece. (Bülent Keçeli, Ah Muhsin Ünlü ve Şiirin Bir Kuralı mı? Ücra, Kasım Aralık 2010)
Kelimelerin, cümlelerin ve mısraların parçalanması yer
değiştirmesi, anlam kaymaları, ses bozulmaları Gidiyorum Bu’nun teknik
cephaneliğini oluşturur. Bunların tek tek ayrıntılarına girmek gerekli değil,
ancak “tüyük bürk şairi” gibi kelimeler arası harf alışverişlerinden hecelerin
mısralar arasında parçalandığı “İsa’yı polise doğru/lttuğum zaman” gibi
bölünmeler hem anlam hem de ses açısından doğurgan.
Ah Muhsin Ünlü’nün deneyimin dilden önce geldiğine vakıf
her şair gibi gramerle bir alıp veremediği vardır ve şudur: Kelimeler görünüşe
göre bilgi iletmektedir, ancak mevcut dil şairin özel deneyimlerini iletmekten
uzaktır. Şair kelimelerle oynayarak geçici bir baş dönmesi yaratır ve bundan
yararlanarak kendine ait bir dil kurar:
Konanmış çesinler çevrelende
hotuyordu
(Ha Şini Bakam Gidiyuz Zere)
Cihat Duman’a göre (Gidiyorum Bu Hakkında, Heves, Nisan 2010) Ah Muhsin Ünlü şiirinin anahtarı olan
aşağıdaki ilk cümleyle, kelime oyunlarının gerçekte bir oyun değil bir
zorunluluk olduğu duygusu verilir:
Ne dediğimi bilmemek istiyorum. Hakkımı
aramamak istiyorum. Boş başıma dolaşmak istiyorum. Sosyalleşmek istememek gibi
bir hak tanınmak istendiriliyorduğum.
(‘Çarmıha Geriliş’ten Ayrıntı)
Kelime oyunlarının nedeni de şair tarafından
bilinmektedir:
Ve gitmen beni dile indirger
sevgilim.
(Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik)
Sevgilinin ve annenin eskiliği şairi dil oyunlarına ve
bir yerde şiire götüren temel terk edilme duygusudur. Aşağıdaki gibi mısralarda
“anne” ile “sevgili/eş”in sürekli yan yana geçmesi anneye yönelik bir öfkeyle
açıklanabilir:
Annemle kız bakmaya gittik, ben beğenmedim
(Edebiyattan Nefret Ediyorum)
Bana ellerini ver anne karıma
(Kapatıyorum ve Deha)
Annem beni hep çok sevdi kız
gördüm mü
ağlıyorum
(Ben Bu Çağdan Bir Kere de)
Kitapta iki kere ilkokul öğretmeni olduğunu okuduğumuz
“anne”, devletin başka bir egemen ideolojik aygıtı olan okulda çocuğun etkilere
en açık olduğu çağda katıksız egemen ideolojiyi tekrarlaya tekrarlaya
çocukların kafasına yerleştiren “ilkokul imgesi, öğretmen anne” imgesi, şair
için tek seferde iki kez kesen bir bıçak olsa gerektir.
Şairin Onur Ünlü adıyla yönetmenlik yaptığını biliyoruz:
Ah Muhsin Ünlü’nün senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Polis” adlı sinema
filminde, anneliği üst üste vurgulanan tek karakter, annelik rolünü oynama
kapasitesinden yoksun bir psikiyatri hastasıdır. Beynindeki ur nedeniyle iki
aylık ömrü kaldığı filmin başında kendisine bildirilen baş-kahramansa, filmin
son sahnesinde bütün ailesi ve mesai arkadaşları öldürülmüş, sevdiği kız
tarafından terk edilmiş olarak bomboş bir restoranda beklerken ekran kararır.
Şairin Kitano’ya ithaf ettiği ve belirgin bir “yakuza” sempatisiyle çektiği
film Gidiyorum Bu’dakine benzer bir “terk ediliş” hikâyesidir.
Genellikle ancak kendini hafife alarak ifade
edilebilen bu öfke kitabın bütününe yayılmaktadır: “Artık seni bir çiçeğin
yerine kopartmak/istiyorum sevgilim.”
(Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik…)
Aşağıdaki satırda öfke, anne ve ilkokulu birlikte içerir:
Halamın artık ne zaman evleneceğimi sorduğunda,
annemin yalan söylememek için dudağının köşesinde patlayan ilkokul.
(Edebiyattan
Nefret Ediyorum)
Annenin ölümüyle ilgili sözler de yine anneyle ilgili bir
öfke başlığı altında incelenebilir:
Annelerimiz ölürdü ayrılırdık
ağlardık
(Enteresan
Mesaj)
İnanabiliyor musun Rüya benim
de annem ölecek
(İncil Çalınmaları ve Türkiye)
Şair zaman zaman öfkenin ikiz kardeşi olan suçluluk
duygusunun onu çirkinleştirdiğini hisseder:
Annemi üzdüm
Böylece hep bana tirenler
çarpsın
Çirkin olduğum için aynaya bakmazsam;
Güzelim
(Rüya Hakkındadan Fazla)
İlk şiirlerini bir psikoloji-edebiyat dergisi olan
Şizofrengi Dergisinde yayınlayan Ah Muhsin Ünlü kitabın başından itibaren bizi
psikolojinin terimlerinin hakim olduğu bir dünyaya sokar: “bir banka oturup
bilincimi eşik olmayan parçalara bölüyorum”.
Bu “şizofren bir şiir” değil öğrenilmiş bir şizofreni tanımının bozulmuş
halidir (eşit vs. eşik).
Ah Muhsin Ünlü’nün psikolojik ilgisi, elbette bir şair
için ancak bir avantaj olabilir. Aşağıdaki örneklerde bu ilgiyi, açıklamaya
gerek bırakmayacak derece net izleyebiliriz:
İnanmışım kaybetmek esrarıdır
esrarın
Çıldırmış bir vaşak gibi
kaybediyorum
İpimden kurtulmuşum
kaybediyorum
(Yaşasın Ne
Kadar da İdeolojik…)
Annemi daha içerden
açıklayabilirim.
(Kutub-u
Şikeste)
Ey sütü çocuğa sıcak içiren
anne
(Bisiklet
ve Allah)
Ah sütü memeye taşıyor damar
(Bisiklet
ve Allah)
“Sütü çocuğa sıcak içiren anne” çocuğunu emziren, ideal
annedir; “ey” nidasıyla bir mesafeye yerleştirilmiş olduğu için başkasının
annesi olduğunu çıkarabiliriz. Meme emen çocuk için sütün sıcak olup olmadığı
gibi bir tartışma yoktur; bu tartışma ancak emzirilmeyen çocuk için var
olabilir. İnek sütünün elbette bir besin değeri vardır, ancak “memenin ruhu
besleyen sıcak”lığından mahrum kalan çocuk, belki de hiçbir zaman
onarılamayacaktır.
Gece, inmek ve annem hakkında
bilmek
(Seni Şu
Dünya Gözlerimle)
Herkes annesini bilir, anneyi tanımak/öğrenmekle ilgili
bir sorun büyümekle birlikte hallolur, insanlar bunu ayrı bir sorun olarak
yaşamaz. “Anne hakkında bilmek” bir sorunun ifadesi.
Aşağıdaki satırlar gerçeklikle ilişkisini kaybetmiş
birisinin bu ilişkiyi yeninden tesis etmesini temsil eder gibidir.
Anne vardır. Baba ve kardeşler vardır. (…)
Ayakkabı vardır. Kalem vardır. (…) Kuşlar havada uçarlar. Yer vardır. Ona
basılır. (…) Kanlar torbalara dolarlar. Teşekkür ederim.
(opus magn
mu provaları – II)
Ah Muhsin Ünlü, Şizofrengi Sayı
10, Eylül 1993’de M.Ü. imzasıyla yayınlanan ve bulabildiğim ilk şiiri olan “ha
şini bakam gidiyoruz zere” başlıklı şiirde bile, şiiri bilen, etkileyici bir
şair izlenimi bırakmaktadır. Daha sonraki şiirlerinden ve kitabından Cahit
Zarifoğlu’nu, Asaf Halet Çelebi’yi, Edip Cansever’i, İsmet Özel’i, Cemal
Süreya’yı ve Turgut Uyar’ı çok iyi tanıdığını zaten açıkça belirtti.
Yollarda otomobil olurmuş,
bunu öğrendim
(Siyah
Adamın Kanı)
Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim, bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur Zarifoğlu ölür
(Hatırlat
da Haziranın Sonlarında)
Şimdilik tek kitabı Gidiyorum Bu’nun girişinde yazıya göre şair 22 Haziran 1993 günü
başladığı “şiir çalışmalarına” 4 Eylül 1998 günü son vermiş. “Şiir
çalışmalarına” (neden şiir değil?) 2010’dan sonra dört, beş şiir daha ekledi.
Bunlardan özellikle bir tanesi Gidiyorum Bu’nun kapanışı niteliğinde bir
şiirdi: Resulullahla Aramdaki Farklar.
Şair Gidiyorum Bu’da annesizlikle
ilgili belirgin bir yas içindedir. Ancak Resullullah’ta, bunun annesinin
ölümüne dair bir şiir olmasına ve şairin yas tuttuğunu alenen yazmasına rağmen
aslında yas bitmiştir, yas önceden tutulmuş, bitmiştir: “ben annem ölürken hiç
ağlamadım”.
Resulullah asla yalan
söylemezdi; ben annem
ölürken hiç ağlamadım.
Ben annem ölürken çok ağladım
çünkü annem
gırtlağından hırıltılar
çıkarırken nasıl terliyordu,
görmeliydiniz.
(Resulullahla Aramdaki Farklar)
“Görmeliydiniz”, “görseniz” vb. çağrılarıyla davet
edildiğimiz yer insan toplumunun en büyük tabulardan biri olan ölüm odasıdır,
üstelik ölen “anne”dir. Sinema gibi kurulmuş, sahnelerden oluşan bu şiirde şair
okurların eline bir kamera tutuşturmaktadır. Okurun mahrem bir alana adım atma
tedirginliği yakuza filmlerine benzer bir sahneyle giderilir: “af edersin ama o
sıktığın annemin gırtlağı”.
Resulullah Azrail’i yolda
görse tanırdı;
ben Azrail’i annemin yanında
görseydim ona bir
çift lafım
olurdu,
derdim ki şimdi yani af
edersin ama o sıktığın
annemin gırtlağı.
(Resulullahla
Aramdaki Farklar)
Annenin artık ölmesi ve şairi bir yetişkin olarak doğurması
gerekmektedir:
Resulullah orada olsaydı
annemin elini tutardı
derdi ki ‘Kızım ha gayret!’;
(Resulullahla Aramdaki Farklar)
Biz annenin ölümünü izleriz ve anne çocuğu doğurur:
Ne tuhaf, anneler ölürken bile
çocuklarının
Anneler ölürken bile
çocuklarının ellerini bırakmıyor
ne tuhaf…
(Resulullahla
Aramdaki Farklar)
Şair bu satırla beraber “annenin çocuğu” olarak belki ilk
kez bu kadar rahat konuşabilmekte ve bunu iki kez tekrarlamaktadır.
Anneli-annesizlik durumu yani annenin olmaması (eksikliği) da bu son sahneyle
birlikte ölür ve şair kendisi olarak doğar.
Resulullah çok şanslı bir
insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben
küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de
değilimdir, filmlerim iş
yapmaz.
(Resulullahla Aramdaki Farklar)
Bu şiir, anneyi hiçbir zaman doğal bir biçimde sevememiş
birinin şiiridir; yukarıda dili sürçen şair işi neredeyse annesi daha erken
ölmediği için şanssızlığını açıkça ilan etmeye vardırmaktadır. Anne–sevgisi
şiirlerinden biri olmadığı ortada.
Şiirde baskın olarak yaşanan duygu, annenin ölümü
dolayısıyla zaten eksik olan (veya tam olmayan) annenin, fiziksel olarak da
eksilerek şairi bütünleştirme duygusudur. Bu güçlü şiir, bütün önceki şiirlerin
anti-tezi gibidir.
Olamaz dedim annem son
nefesini alıp da
vermeyince
Verse de ben alsam onu, içim
ferahlasa, siz de
görseniz
(Resulullahla
Aramdaki Farklar)
Anneyle barışmayı son ana dek ertelemiş bir çocuğun son
çözümü “annenin son nefesini içine alıp ferahlaması” olarak kurması,
“kahramanca” bir eve dönme mücadelesinin bir özeti/sonucu gibidir.
Resulullah tutsa annemin
elinden birlikte geçseler
çölü
Nasıl olsa Resulullah da ölü
annem de ölü.
(Resulullahla
Aramdaki Farklar)
Resulullahla Aramdaki Farklar’da dildeki bozulmaların
azalmış olması, önceki kitapta yoğun olarak var olan kesilmelerin, yer
değiştirmelerin, kelime oyunlarının kalmaması manidardır. Bu, yukarıda
önerdiğim yoruma paralel bir biçimde okunursa annenin ölümüyle birlikte şair
anneye, eve ve gramere “dönmüştür”. Üstelik gündelik hayata da dönmüştür:
“filmlerim iş yapmaz”. Devamındaysa dünyeviliğin başka bir tezahürü olan
“politika”ya da dönmüş, örneğin Mavi Marmara olayı üzerine yazdığı şiirlerinde
annesizliğinden kurtulmuş bir biçimde, saldırganlık dozu yüksek bir serbestlik
alanı buldu:
Obama ebenin örekesine
Bacağım girsin de ağzından
çıksın
(Ah O
Gemide Ben de Olsaydım)
seni öyle seviyorum ki
condoleezza, bebeğim,
ağzına veresim geliyor,
ağzımdaki dişleri.
(Törer Bambosu Patlaka)
Yazının başından beri anneli-annesiz, aile ideolojisi
gibi bir takım kavramlardan söz ettim ve bunları bir şairin şiirini kendimce
yorumlamak için kullandım. “Annesizlik” deyince bu bazıları için sanki herhangi
bir eksiklikten söz edilmiş gibi olabilir belki bunun ne kadar “sert” bir söz
olduğu yeterince anlaşılmıyor. Anne birincil nesnedir. Hayatı anneye bağımlı
olan çocuğun anneyi sevmek dışında bir seçeneği yoktur.
Şikâyet edebilmek, şımarabilmek, öfkelenebilmek,
direnebilmek, nefret edebilmek, karşı çıkabilmek âşık olabilmek, yabancılarla
rasgele ilişki kurabilmek için sağlam biri olmak, bunun için de “sağlam” bir
anneye sahip olmak gerekiyor: Annesizlik insanı anneden önce anneyi terk
edebilecek güçten mahrum eden bir şeydir. Annesizlik, anneye daha bağımlı hale
getirir. Kısacası “annesizlik” öyle kolayca yenilip yutulacak bir lokma değil,
bunu merkeze koyarak kalemi ele alabilmek ise benim terminolojimde devrimci bir
kararlılık gerektiriyor.
Dolayısıyla yazının başlığındaki “annesinin ihanetine
uğrayan şiir” diye bir şey yoktur sadece benliksiz şiir vardır; Gidiyorum
Bu’daki “ben” kelimesinin enflasyonunun nedeni budur, bu olabilir.
Stalin “Devlet bir ailedir ve ben de babanızım” diyordu.
Paternalist aile otoritesiyle devlet otoritesinin ortak yanı otoritelerin
kendilerine bağımlı olanların bakımını kendilerinin çıkarlarına hizmet
ettikleri sürece üstlenmesidir. Burada sahte bir sevgi yatmaktadır.
Şairin kendi ülküsünün peşinde koşması ve örneğin şiir
yazması (bir erişkin gibi hareket etmesi) elbette annenin ihanetine maruz
kalmaya yazgılıdır (anne aile ideolojisinin başat figürüdür). İtaatin ilk
tohumlarının atıldığı aile ideolojisi içerisinde sürekliliğin koşulu çocuğun
bağımlı olarak kalması ve ailenin “her şeyini çocuklara feda etme” rolünü
sürdürebilmesidir. Her türlü ergenleşme talebi aile ideolojisine feda edilir.
Yazının başlarında kullanılan “en kötü annelik durumu”
şeklindeki ibarenin altı belki de yeterince dolu değildi. Artık ailenin
“kir”lerinden daha rahat bahsedebiliriz. Bu tür bir aile durumu, belki yeniden
tanımlanmayı gerektiren bir tür “yetimlik”tir. Yetim bir çocuk yalnızca
ebeveynleri ölmüş bir çocuk değildir, birçok ölüm vardır, ruhun ölümü,
sorumlulukların ölümü, duyguların ölümü, umudun ölümü. Bir sonraki
uyuşturucusunu çocuğunun öğle yemeğinden daha fazla öncelik veren bir anne;
cinsel tatminini çocuğunun haysiyetinin önüne koyan bir baba, anne-babanın hiç
olmamasından çok daha fazla zarar verir. Bunların Ah Muhsin Ünlü’yle bir ilgisi
olup olmaması önemli değil, onun evinde neler olduğu konusunda elbette bir
fikrimiz yok, ancak şiirine bakarken bu tür bir anneli-yetimlik durumu kendini
belirgin kılmaktadır.
Vamık Volkan’a göre Türk aile yapısı içinde çocuğun
sadece tek boyutlu bir seven-anneyle güdük/yarım bir ilişki yaşamasına izni
vardır. Bu yapı sonucunda “ölmeye geldik” tarzı erişkin davranış yoksunluğu
ortaya çıkar; ahlaksızlığa değil de ahlaki boyutun eksikliğine yol açar. Edebiyat Dostları’nda yazdığım “Ağlama
Duvarı”nda nefret içermeyen, sadece sevgiden menkul bir anne-çocuk ilişkisinin
80 sonrası sol şiire yansıdığını, annenin eleştirisinin şiire neden
giremediğini sorguluyordu. Üstelik
isyankâr sol şiir belki evden fazla uzaklaşmanın verdiği suçlulukla annesinin
kucağına dönmek için hiçbir fırsatı kaçırmazken “sol” kültür adamları Ah Muhsin
Ünlü’yü görmemek için gözlerini kapatıp tuhaf sesler çıkarabilir (ama onlar bu
obsesif kompulsif bir davranışı haset besledikleri herkese uyguladıklarından bu
kayda değmeyen hasette Ah Muhsin Ünlü’nün bir gurur kaynağı bulacağı kadar
önemli bir taraf yoktur), ancak bir Müslüman olmasına rağmen şiirde
aile-ideolojisini kıran, aile kurumu sorununu masaya yatıran bir şiiri yazma
başarısı Ah Muhsin Ünlü’nün payına düşer.
Bütün bu açıklamalardan sonra yukarıda söz ettiğimiz
Hodler’in resmine dönecek olursak bunun yeniden-tanımlanmış içeriğiyle bir
yetimler korosu olduğu ilk bakışta insanı çarpar. Gidiyorum Bu’nun bütün neşeli
öfkesinin gizlediği de bu duygudur.
Eğer Türk şiirinin annesine söyleyecek “saçlarına yıldız
düşmüş anne”den başka sözü varsa ve bu şiirin kendi tarihi içinde anlamlı ve
amaçlanan bir şeyse (ki bence öyle) Ah Muhsin Ünlü Türk şiirinde tek kitaplık,
ama gerçek bir yer işgal ediyor.
Enis Akın, Duvar Dergisinin 2. Sayısında yayınlanmıştır, 2012
Bir şair-i/-e döndüren kelime'yi ne güzel bulmuşsunuz!
YanıtlaSilEmeğinize, kaleminize sağlık.
Şu da size ait olmalı: "Bu yazıda üç tür endişeye üç dönemin üç tür şiirini örnek göstermeye çalıştım. Behçet Necatigil "ölüm ve sonluluk" endişesini, Edip Cansever "boşluk ve anlamsızlık" endişesini, İsmet Özel "suç ve kınanma" endişesini yazmaktadır."
Bir okur olarak yazılarınızı okurkenki yolculuğumun heyecansal izidir: Önce "hımm" sonra "Aaa / vay be" nihayet "haa". Yazınız bitti ve bir soru: "Acaba beni döndüren kelime ne?.."
selam ile..