10 Nisan 2013 Çarşamba

İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi

İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi

Enis Akın




İtibar Dergisi lk sayısından başlayarak kendisini bir vefa müessesi olarak konumlandırıyor. Başyazılarda bir “iyilik” yüceltmesi görüyoruz: Dergimiz, kendini iyi hisseden herkese açıktır. (Sayı 3 Aralık 2011) İtibar, iyilik üzerine kurulmuş bağımsız bir edebiyat dergisidir. (Sayı 6 Mart 2012) Önceliğimiz dergilerden bir dergi çıkarmak değil, bir vefa müessesi kurmaktı. (Sayı 2 Kasım 2011) Vefası olmayanın sefası olmaz. (Sayı 7 Nisan 2011)

Kendini Promete’yle bir tutmasa da en azından güncel hayatla bir alıp veremediği, adına “muhalif” dediğimiz tınıdan bir parça nasibini almış olması beklenen şair ve yazarların dünyayla bu kadar “barışık” durmasını hiç de “iyi” bulmuyorum. Kapitalist normların, devletin, ailenin, okulun, özel mülkiyetin, ırkçılığın, ayrımcılığın, zulmün ideolojik eleştirisini yapmaya gönüllü olmayanların “iyi”liğinin kimseye bir yararı olmasa gerek.

Şiirin dili her yerde ve her çağda ezilenlerin dilinden gelir. Çünkü ezilenler dünyanın iyi bir yer olduğu konusunda derin kuşkular taşırlar. Ezilenlerin kuracak yeni cümleleri vardır. Dünya iyi bir yer değil; işçi, kürt, ermeni, çingene, köylü, siyah, çocuk, kadın, eşcinsel, alevi ve müslüman oldukları için insanlar eziliyor. İtibar’ın arka kapaklarda kullandığı doğa fotoğraflarındaki çiçeklerle böcekler arasında bir savaş var; martılar aç kalırsa güvencinleri yiyor. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu kavgalara, örneğin Kürt sorununa hiç bakmayan, görmeyen, buna sırtına dönen, bununla konuşmayan, bunu anlamaya çalışmayan “edebiyat” zaten kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan yakında kendini edebiyatın dışına bulacaktır.

Elbette sırtını siyasete dayayan, bunun şiirlerini kurtarmasını bekleyen ve bunun rahatsızlığını yaşamayan bir şairin bugün kimseye bir şey söylemesi beklenemez, ama siyasetsiz bir ahlakla, ahlaksız bir siyaset arasında çok az fark vardır. Şairlikte direnilecekse, en azından insanın karanlığına ihanet etmemek denenebilirdi.

Üstelik İtibar’da derginin bu hallerine bir itiraz da geliştirmesi beklenebilecek birçok saygın, muhalif isim de var, adlarını saymaya gerek yok. Kapitalist sistemin günahlarından bihaber olmayan, ekmek kavgasına ilgisiz olmayan isimler… Ancak dergi, genel çizgi olarak bunların dışında bir yerde şekilleniyor. Adeta bir ünlüler geçidi. Bu kadar ismin nasıl olup da bir araya geldiğini anlamak zor, “iyilik ittifakı” bu durumu yeterince açıklamıyor. Bill Gates de çok iyi biri her yıl milyonlarca doları vakıflara dağıtıyor, ona ne diyeceğiz İtibar’da? İyi olunacaksa ve mütedeyyin bir pozisyondan konuşuyorsanız edebiyat dergisi değil TV’de iftar programı yapmak veya ücretsiz yemek dağıtmak da düşünülebilirdi.

İtibar niye var? “Crème de la crème” birçok islam aydınını sayfalarında toplamak neden önemli? Bu topluluğu bir arada tutan nedir? İddialarının tam tersine İtibar dağınık bir dergi. Daha bir topluluk bile olmadan, “ortak bir ahlaka sahip bir topluluk” olduğunu iddia edecek kadar da naif. Bir zamanlar bir dinin (inancın) bir araya getirdiği insanlardan söz edebilirdik, hâlihazırda bir topluluk var diye ortaya bir inanç çıkmaz. Ne çıkar peki? İyilik pastası! Eğer “bir araya geldik şimdi neye inanalım” sancısıyla bir iyilik inancı doğurmaya çabalayan bir topluluktan söz ediyorsak, burada bir budalalıktan değil bir seçimden söz edilmeli.

Seçim varsa, yani “iyilik pastası” adı altında örneğin “iktidarın sanat kolu” olmak seçiliyorsa, o zaman buna bakan insanlar acıma ile nefret duyguları arasında bir karmaşa yaşamaz, doğrudan saflarını belirleyebilir. İtibar dergisi bir iyilik diktatörlüğü peşinde koştururken, pastanın sağda, iktidarın İslam, bizi birleştireninse iyilik olduğu gibi bir bulamaçla, kapağa her ay başka bir beyaz-müslüman-sunni-erkek büstü çıkararak (veya çıkardığı kişiyi beyazlaştırmaya müslümanlaştırmaya ve erkekleştirmeye çalışarak) şunu der gibi: “Uzun zamandır sustuk, artık bizim sıramız”. Türk şiirinde assolistlerin sırası geldi mi? Kapanışa mı yaklaşıyoruz? Hayır, sorun şu, İtibar aslında şunu diyor: “artık sahne burası, sahnede biz varız”.

Aslında dergideki olumlu isimlerden bir tanesi saydığımız Ahmet Murat İtibar’ın 7. sayısında (Nisan 2012) bizi eleştirmiş: “… Duvar’ın iktidar ile büyük oranda Ak Parti iktidarını kastettiğini anlıyorsunuz. Beni hiç kimse Bejan Matur ve Hilmi Yavuz’u savunmak zorunda bırakamaz, ama sol yayınlardaki iktidar eleştirisinin artık ne zaman bu ülkedeki ve dünyadaki derin iktidarları da kuşatabilecek bir oyluma evrileceğini öğrenmek istiyoruz” diye yazmış. “Beni hiç kimse Bejan Matur ve Hilmi Yavuz’u savunmak zorunda bırakamaz” sözünün üzerinde durulmalı. İnternetin sınırsız böbürler çağında kendini tuhaf bir savunma/saldırma denklemi arasında sıkışmış hisseden bir söz: Kimsenin kimseyi savunmak zorunda olduğu yok; saldırmak zorunda da olmadığımız gibi. “Eleştiri” diye bir düzlem de var, diye hatırlatmak gerekli mi?

Üzerine bütün İkinci Yeni şairlerinden daha çok tez yazılmış (yazdırılmış), üniversitede kürsü sahibi, gazetede köşe sahibi, birçok ödül jürisine üye, Doğan Hızlan, İskender Pala, vb.’yle televizyonda yıllardan beri hemen her hafta boy gösteren, adına aralıksız dergi sayıları, dosyalar, sempozyumlar yapılan, Ahmet Murat’ın iktidar saymadığı AKP’li başbakanla poz vermek için sıraya giren bunlar değildir belki de. Veya bunlardır, ama eskiden böyledir de Ahmet Murat’ın, Hilmi Yavuz ve Bejan Matur’la ilgili benim görmediğim sayfa sayfa eleştiriler, ayrıntılı analizler yayınlamasından sonra, kendisi bunları zaten bitmiş, halledilmiş mevzular addediyordur. Olabilir, o sayfa bolluğuna ben rastlamamış olabilirim.

Duvar’ın iktidar(a karşı olmak -ea) ile büyük oranda Ak Parti iktidarını kastettiğini anlıyorsunuz.” Nereden? Orası müphem. Önemli olan şu, diyelim ki AKP’ye karşıyız, siyasi iktidara karşı olmak ne zaman bu kadar değersizleşti? Siyasi iktidara karşı olmadan mı iktidara karşı olmamız bekleniyor? Adına devlet denen bir mekanizmaya sahip bir gücü görmezden gelerek, buna aldırmadan iktidarın “nesine” karşı çıkılabilir? Hangi siyasi iktidar olursa olsun bununla “iyi” ilişkiler kuran sanatçının sanatını sorgulaması gerek. AKP’yi “İslam” sanmakta, İslam’ı iktidarda sanmakta, iktidarla sanatı uzlaşabilir sanmakta, bu tür bir sanatı tahir sanmakta bir beis vardır.

Şiiri ciddiye alan herkes herhalde Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” sözü üzerine düşünmüştür. Bu söz dünyanın kötülüğü ile şiirin (sözde) iyiliğini karşı karşıya getiriyor. Her şiirin bir şiir geleneği içinde, önünde ve arkasında başka iyi şiirler içinde kendine bir yer bulması şiirin olmazsa olmaz bir boyutuysa, Adorno aynı zamanda bir de “dünya”da yaşadığını hatırlatır şaire. Şairin kardelenlerden bahsetmesi temiz kalması için yeterli değil.
Türkiye’de geçmişten beri birçok “iyi” dergi oldu; kimseyi kırmayan, hatır-şinas, elini korkak alıştırmış, daha yaşken sertliği hor görmek üzere eğitmiş… Şiirin ihtiyaç duyduğu iyilik değil adalettir; az olan, parlak yanaklı “iyi” yazılar değil, doğru bildikleri için yerinde “hır çıkartan” yazılar. Kırmızı kartını kullanmaktan korkan hakemlere yeni bir tane daha eklenmesinin bizce hiçbir faydası yok. Üstelik internet çağındayız, köşeleri kapatmış abileri tarafından tanınma korkusuyla “uslu davranmak” zorunda olmayan, düşündüğünü açıkça ortaya koyma özgürlüğünü kullanan insanlar kendilerini bloglarında, email gruplarında, web sayfalarında ifade ediyor. Biz biraz da “iyilik” gibi ne içerdiği belirsiz, siyaset-dışı bir kavramın edebiyatta “muteber” olmaya devam etmemesi için başlattık Duvar’ı. Eğer İtibar’ın son sayısının giriş yazısına “vefası olmayanın sefası olmaz” diye bir başlık atılabiliyorsa, demek ki daha birinci sayımızda birilerinin sefasını sürmek için vefa gösterdiklerine ayna tutmuşuz.

İtibar dergisinin bugüne kadar inceleme adı altında, eleştiri adı altında ortaya ne değer koyduğu, ne koymadığı başka yazıların konusu ancak “derin iktidarları” ne kadar derin eleştireceğinin, analiz edeceğinin ipuçlarını bugüne kadar yayınlanan yazılardan göremedik. Türkiye’de sağ, iktidarın ellerine doğduğu halde son yirmi yıldır solun kavramsal cephaneliğini istediği gibi kullanıyor. Sol kavramlara yabancı olmayanların, en azından iktidarı, siyasi iktidardan münezzeh saymaktan vaz geçmesi beklenirdi. Dediğim gibi eğer bu bir tercihse, söyledikleri herhangi bir şeyi ciddiye almamız beklenmesin. Şiirde yeni olanı arama macerası, bu işe gönül vermiş herkesi kendisiyle dalga geçebilmenin yollarını, kendini yıkmanın yollarını bulmak zorunda bırakıyor. Oysa bütün toparlayıcı, birleştirici, çatışmadan-kaçıcı, siyasetten korkan söylemlerle silahlanmış bir “ben iyiyim” lafzı kendini yıkmanın yollarından biri değil, bunu baştan engelleme çabasının bir tezahürü, üstelik son derece takatsiz bir tezahür. Başka türlü olması beklenebilir miydi? İktidarla çatışmasını yitiren önce şiirini yitirir, zira.

Duvar Dergisi, sayı 2, s.59-60 Mayıs 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz