Enis Akın
İtibar Dergisi lk
sayısından başlayarak kendisini bir vefa müessesi olarak konumlandırıyor.
Başyazılarda bir “iyilik” yüceltmesi görüyoruz: Dergimiz, kendini iyi hisseden
herkese açıktır. (Sayı 3 Aralık 2011) İtibar, iyilik üzerine kurulmuş bağımsız
bir edebiyat dergisidir. (Sayı 6 Mart 2012) Önceliğimiz dergilerden bir dergi
çıkarmak değil, bir vefa müessesi kurmaktı. (Sayı 2 Kasım 2011) Vefası
olmayanın sefası olmaz. (Sayı 7 Nisan 2011)
Kendini
Promete’yle bir tutmasa da en azından güncel hayatla bir alıp veremediği, adına
“muhalif” dediğimiz tınıdan bir parça nasibini almış olması beklenen şair ve
yazarların dünyayla bu kadar “barışık” durmasını hiç de “iyi” bulmuyorum.
Kapitalist normların, devletin, ailenin, okulun, özel mülkiyetin, ırkçılığın,
ayrımcılığın, zulmün ideolojik eleştirisini yapmaya gönüllü olmayanların
“iyi”liğinin kimseye bir yararı olmasa gerek.
Şiirin dili her
yerde ve her çağda ezilenlerin dilinden gelir. Çünkü ezilenler dünyanın iyi bir
yer olduğu konusunda derin kuşkular taşırlar. Ezilenlerin kuracak yeni
cümleleri vardır. Dünya iyi bir yer değil; işçi, kürt, ermeni, çingene, köylü,
siyah, çocuk, kadın, eşcinsel, alevi ve müslüman oldukları için insanlar
eziliyor. İtibar’ın arka kapaklarda kullandığı doğa fotoğraflarındaki
çiçeklerle böcekler arasında bir savaş var; martılar aç kalırsa güvencinleri
yiyor. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu kavgalara, örneğin Kürt sorununa hiç
bakmayan, görmeyen, buna sırtına dönen, bununla konuşmayan, bunu anlamaya
çalışmayan “edebiyat” zaten kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan yakında
kendini edebiyatın dışına bulacaktır.
Elbette sırtını
siyasete dayayan, bunun şiirlerini kurtarmasını bekleyen ve bunun
rahatsızlığını yaşamayan bir şairin bugün kimseye bir şey söylemesi beklenemez,
ama siyasetsiz
bir ahlakla, ahlaksız bir siyaset arasında çok az fark vardır. Şairlikte direnilecekse, en
azından insanın karanlığına ihanet etmemek denenebilirdi.
Üstelik İtibar’da derginin bu hallerine bir itiraz da geliştirmesi
beklenebilecek birçok saygın, muhalif isim de var, adlarını saymaya gerek yok.
Kapitalist sistemin günahlarından bihaber olmayan, ekmek kavgasına ilgisiz
olmayan isimler… Ancak dergi, genel çizgi olarak bunların dışında bir yerde
şekilleniyor. Adeta bir ünlüler geçidi. Bu kadar ismin nasıl olup da bir araya
geldiğini anlamak zor, “iyilik ittifakı” bu durumu yeterince açıklamıyor. Bill
Gates de çok iyi biri her yıl milyonlarca doları vakıflara dağıtıyor, ona ne
diyeceğiz İtibar’da? İyi olunacaksa ve mütedeyyin bir pozisyondan
konuşuyorsanız edebiyat dergisi değil TV’de iftar programı yapmak veya ücretsiz
yemek dağıtmak da düşünülebilirdi.
İtibar niye var?
“Crème de la crème” birçok islam aydınını sayfalarında toplamak neden önemli?
Bu topluluğu bir arada tutan nedir? İddialarının tam tersine İtibar dağınık bir dergi. Daha bir topluluk bile olmadan,
“ortak bir ahlaka sahip bir topluluk” olduğunu iddia edecek kadar da naif. Bir
zamanlar bir dinin (inancın) bir araya getirdiği insanlardan söz edebilirdik,
hâlihazırda bir topluluk var diye ortaya bir inanç çıkmaz. Ne çıkar peki?
İyilik pastası! Eğer “bir araya geldik şimdi neye inanalım” sancısıyla bir
iyilik inancı doğurmaya çabalayan bir topluluktan söz ediyorsak, burada bir
budalalıktan değil bir seçimden söz edilmeli.
Seçim varsa,
yani “iyilik pastası” adı altında örneğin “iktidarın sanat kolu” olmak
seçiliyorsa, o zaman buna bakan insanlar acıma ile nefret duyguları arasında
bir karmaşa yaşamaz, doğrudan saflarını belirleyebilir. İtibar dergisi bir iyilik diktatörlüğü peşinde koştururken,
pastanın sağda, iktidarın İslam, bizi birleştireninse iyilik olduğu gibi bir
bulamaçla, kapağa her ay başka bir beyaz-müslüman-sunni-erkek büstü çıkararak
(veya çıkardığı kişiyi beyazlaştırmaya müslümanlaştırmaya ve erkekleştirmeye
çalışarak) şunu der gibi: “Uzun zamandır sustuk, artık bizim sıramız”. Türk
şiirinde assolistlerin sırası geldi mi? Kapanışa mı yaklaşıyoruz? Hayır, sorun
şu, İtibar aslında şunu diyor: “artık sahne burası, sahnede biz
varız”.
Aslında dergideki
olumlu isimlerden bir tanesi saydığımız Ahmet Murat İtibar’ın 7. sayısında (Nisan 2012) bizi eleştirmiş: “… Duvar’ın iktidar ile büyük oranda Ak Parti iktidarını
kastettiğini anlıyorsunuz. Beni hiç kimse Bejan Matur ve Hilmi Yavuz’u savunmak
zorunda bırakamaz, ama sol yayınlardaki iktidar eleştirisinin artık ne zaman bu
ülkedeki ve dünyadaki derin iktidarları da kuşatabilecek bir oyluma
evrileceğini öğrenmek istiyoruz” diye yazmış. “Beni hiç kimse
Bejan Matur ve Hilmi Yavuz’u savunmak zorunda bırakamaz” sözünün üzerinde
durulmalı. İnternetin sınırsız böbürler çağında kendini tuhaf bir savunma/saldırma denklemi arasında sıkışmış hisseden bir söz: Kimsenin
kimseyi savunmak zorunda olduğu yok; saldırmak zorunda da olmadığımız gibi.
“Eleştiri” diye bir düzlem de var, diye hatırlatmak gerekli mi?
Üzerine bütün
İkinci Yeni şairlerinden daha çok tez yazılmış (yazdırılmış), üniversitede
kürsü sahibi, gazetede köşe sahibi, birçok ödül jürisine üye, Doğan Hızlan,
İskender Pala, vb.’yle televizyonda yıllardan beri hemen her hafta boy
gösteren, adına aralıksız dergi sayıları, dosyalar, sempozyumlar yapılan, Ahmet
Murat’ın iktidar saymadığı AKP’li başbakanla poz vermek için sıraya giren
bunlar değildir belki de. Veya bunlardır, ama eskiden böyledir de Ahmet Murat’ın,
Hilmi Yavuz ve Bejan Matur’la ilgili benim görmediğim sayfa sayfa eleştiriler,
ayrıntılı analizler yayınlamasından sonra, kendisi bunları zaten bitmiş,
halledilmiş mevzular addediyordur. Olabilir, o sayfa bolluğuna ben rastlamamış
olabilirim.
“Duvar’ın iktidar(a karşı olmak -ea) ile büyük oranda Ak Parti
iktidarını kastettiğini anlıyorsunuz.” Nereden? Orası müphem. Önemli olan şu,
diyelim ki AKP’ye karşıyız, siyasi iktidara karşı olmak ne zaman bu kadar
değersizleşti? Siyasi iktidara karşı olmadan mı iktidara karşı olmamız
bekleniyor? Adına devlet denen bir mekanizmaya sahip bir gücü görmezden
gelerek, buna aldırmadan iktidarın “nesine” karşı çıkılabilir? Hangi siyasi
iktidar olursa olsun bununla “iyi” ilişkiler kuran sanatçının sanatını
sorgulaması gerek. AKP’yi “İslam” sanmakta, İslam’ı iktidarda sanmakta,
iktidarla sanatı uzlaşabilir sanmakta, bu tür bir sanatı tahir sanmakta bir
beis vardır.
Şiiri ciddiye
alan herkes herhalde Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” sözü
üzerine düşünmüştür. Bu söz dünyanın kötülüğü ile şiirin (sözde) iyiliğini
karşı karşıya getiriyor. Her şiirin bir şiir geleneği içinde, önünde ve
arkasında başka iyi şiirler içinde kendine bir yer bulması şiirin olmazsa olmaz
bir boyutuysa, Adorno aynı zamanda bir de “dünya”da yaşadığını hatırlatır
şaire. Şairin kardelenlerden bahsetmesi temiz kalması için yeterli değil.
Türkiye’de
geçmişten beri birçok “iyi” dergi oldu; kimseyi kırmayan, hatır-şinas, elini
korkak alıştırmış, daha yaşken sertliği hor görmek üzere eğitmiş… Şiirin ihtiyaç
duyduğu iyilik değil adalettir; az olan, parlak yanaklı “iyi” yazılar değil,
doğru bildikleri için yerinde “hır çıkartan” yazılar. Kırmızı kartını
kullanmaktan korkan hakemlere yeni bir tane daha eklenmesinin bizce hiçbir
faydası yok. Üstelik internet çağındayız, köşeleri kapatmış abileri tarafından
tanınma korkusuyla “uslu davranmak” zorunda olmayan, düşündüğünü açıkça ortaya
koyma özgürlüğünü kullanan insanlar kendilerini bloglarında, email gruplarında,
web sayfalarında ifade ediyor. Biz biraz da “iyilik” gibi ne içerdiği belirsiz,
siyaset-dışı bir kavramın edebiyatta “muteber” olmaya devam etmemesi için
başlattık Duvar’ı. Eğer İtibar’ın son
sayısının giriş yazısına “vefası olmayanın sefası olmaz” diye bir başlık
atılabiliyorsa, demek ki daha birinci sayımızda birilerinin sefasını sürmek
için vefa gösterdiklerine ayna tutmuşuz.
İtibar dergisinin
bugüne kadar inceleme adı altında, eleştiri adı altında ortaya ne değer
koyduğu, ne koymadığı başka yazıların konusu ancak “derin iktidarları” ne kadar
derin eleştireceğinin, analiz edeceğinin ipuçlarını bugüne kadar yayınlanan
yazılardan göremedik. Türkiye’de sağ, iktidarın ellerine doğduğu halde son
yirmi yıldır solun kavramsal cephaneliğini istediği gibi kullanıyor. Sol
kavramlara yabancı olmayanların, en azından iktidarı, siyasi iktidardan
münezzeh saymaktan vaz geçmesi beklenirdi. Dediğim gibi eğer bu bir tercihse,
söyledikleri herhangi bir şeyi ciddiye almamız beklenmesin. Şiirde yeni olanı
arama macerası, bu işe gönül vermiş herkesi kendisiyle dalga geçebilmenin
yollarını, kendini yıkmanın yollarını bulmak zorunda bırakıyor. Oysa bütün
toparlayıcı, birleştirici, çatışmadan-kaçıcı, siyasetten korkan söylemlerle
silahlanmış bir “ben iyiyim” lafzı kendini yıkmanın yollarından biri değil,
bunu baştan engelleme çabasının bir tezahürü, üstelik son derece takatsiz bir
tezahür. Başka türlü olması beklenebilir miydi? İktidarla çatışmasını yitiren
önce şiirini yitirir, zira.
Duvar Dergisi, sayı 2, s.59-60 Mayıs 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz