25 Nisan 2010 Pazar

Bir Şiir Çevirisinin Hikayesi: TÜRKÇE’DE “ÜÇ KADIN”

Bir Şiir Çevirisinin Hikayesi:  TÜRKÇE’DE “ÜÇ KADIN” 




Enis Akın

Şiirin tanımlarından biri de onun başka bir dile çevrilemeyen şey olmasıdır; buna göre çevrilirken neyi kaybediyorsa, şiir odur.

Çeviri sorunu çok katmanlı bir sorun: İlki metnin düz anlamını çevireceksiniz (kavramsal içerik, doğruluk[1]), sonra metnin alt anlamlarını çevirmeye uğraşacaksınız (kelime oyunları, mizahi unsurlar), sonu ve en zoru metnin sessel ve görsel koduna sadık kalmaya çalışacaksınız (ritim, kafiye). Bunu tam olarak başarmak elbette imkansız, her şeyden önce sırf diller birbirinden farklı olduğu için.
Tercüme, farklı diller mevcut olduğu için var olan, ama paradoksal bir biçimde, diller farklı olduğu için tam olarak gerçekleştirilemeyen bir iş. Bir şey, kendi olmayan bir şeye nasıl çevrilebilir ve kimliğini korur? Biçim çevrilebilir mi, diğer bir deyişle başka bir boyuta nakledilebilir ve kendisi olmayı sürdürebilir mi?
Tercüme ideolojisi, bir yanda dilin, öte yanda da düşüncenin olduğunu varsayar. Sanki dil bir üniforma gibi düşünceye giydirilmiştir. Bu anlamda, tercüme, dilin inkarıdır.
Farklı gramerler farklı gerçeklikler demektir. Örneğin, ağrı ile İngilizce pain ve Fransızca mal kelimeleri birbirine eşit değil. İngilizce’deki information ve knowledge arasındaki fark bilgi kelimesinde eriyip kaybolur. Kar gibi beyaz’daki beyaz’ı pek çok Afrikalıya anlatamazsınız, onlar egret (bir tür deniz kuşu) tüyleri kadar beyaz’ı bilirler, ki onu da biz bilemeyiz. Avustralya kültüründe önemli yere sahip bush (çalılık-orman arası bir iklim örtüsü) kelimesini bir Avrupalı anlayamaz. Keza çilingir sofrası, lacivert Türkçe konuşmayanlar için bir şey ifade etmez.
Büyük bir sözlük, edebi zenginlik göstergesidir. Ama eğer gerçekten her dil başka bir gerçeklik demekse, ne kadar zengin olursa olsun her dil, gerçeğin sadece bir kısmını kuşatıyor demektir. Şiirin çevrilemeden kalan olduğu tanımında doğruluk payı olmakla beraber, katı bir biçimde uygulandığı takdirde, bizi diğer dillerin gerçeklik kaynaklarından mahrum etmeye götürür. Yabancı dillere karşı kendini kapatmak da bir dili, şu an İngilizce’nin başına geldiği, kendi burnu kalkıklığı içinde yalnızlığa mahkum eder.
Bir metni çevirmenin zorluğu, önünde sonunda onu anlayarak okumanın zorluğuna, ve yeni bir dilde, mümkün olduğunca aslının yerine geçecek biçimde ifade etmenin zorluğuna eşittir. İçinden çevrilen dili tam olarak anlamak çoğunlukla yeterliyken, içine çevrilen dil için tek başına bu yetmez. Tarihinden koparılmış metin, insanından koparılmış söz gibi anlamsızlaşır, havada asılı kalır. Her metin (text) sadece belli bir bağlamda (context) varolabilir. Dolayısıyla her metnin çevirisi, bir kültür enjeksiyonudur; çevrilen metnin ister istemez taşıdığı kültürden, yeni bir toplumun tarihine bir gerçeklik naklidir.
Ama şiir çevirisi için bunu başarmak da yeterli değil. Şiir tercümesine karşı getirilebilecek iddialar, aslında, bütün tercümeye karşı getirilebilse de, şiir çevirisinin farkı, onun diğer yazım türlerine göre dille daha içli dışlı olması, yoğunluğu ve psikolojik algılama zorluğudur. Şiir dilin özünden fışkırıp sınırlarında gezindiği için, çeviri sırasında alınan riskler daha büyük, verilen hasar daha göze görülür.
İşin püf noktası şu, çevrilen şiirin karşı dilde de bir şiiri harekete geçirmesi gerekir. Bu hayat verme, başarılabilirse, özgün şiir için, ikinci bir yaşam şansı eder. Bu nedenle şiir çevirisi, çevirmenden çok şair nitelikleri gerektiren bir iştir.
Yukarıdaki akıl yürütme çerçevesinde her çeviri kesinlikle bir yorum damgası taşımak zorundadır. Örneğin, Perde adlı şiirde Sylvia Plath’ın:
I’m his
mısrasıyla vurgulamak istediği, kadının erkeğe yönelik duyduğu kuvvetli aidiyet duygusu, şu çeviride kaybolur, ama çeviri doğrudur:
Burada en azından kavramsal içeriği vermek için, Türkçe’de olmayan üçüncü şahıs zamirinin yerine geçecek bir şey bulma ihtiyacı var. Örneğin, şunlar denenebilir:
Bir erkeğinim ben
Başka bir örnek Müracaatçı şiirinin son dizeleri:
My boy, it’s your last resort.
Will you marry it, marry it, marry it
Burada kadının mallığını vurgulamak için Sylvia Plath, bu sefer eşyalar için kullanılan it zamirini kullanıyor. Ayrıca ikinci mısrada konuşmacının soru mu sorduğu, yoksa emir mi verdiği belli değil; hem soru, hem emir olduğunu varsaymak zorundayız. Bütün bunların üstüne bir de ikinci mısraın, belirgin bir ritmi var. Doğru bir çevirisi şu:
Evlat, bu senin için son kurtuluş fırsatı.
Evlenir misin, evlenir misin, evlenir misin?
Bu çeviri, yukarıdaki sorunlara ilgi göstermediği gibi, şiir olmayı da o kadar hedeflemiyor. Halbuki aşağıdaki çeviri, bence üç sorunun da üstesinden gelmiş görünmekte:
Evlat, çölden önceki son kasaban bu senin.
Evlen bununla, evlen gitsin bununla, evlen gitsin
Bu, nesneliği öne çıkarıyor, evlen gitsin deyişi, hem soru, hem de emir kipini aynı anda verebiliyor ve ritim, yuvarlanan ses tekrarlarıyla, tek düzeliğe düşülmeden elde ediliyor.
Son örnek, sonuna kadar kapalı bir dille yazılmış Kuryeler. Bulmacamsı bir şiir, adeta gizlemeye çalıştığı bir şey var izlenimi bırakıyor.
The word of a snail on the plate of a leaf?
It is not mine. Do not accept it.
Acedic acid in a sealed tin?
Do not accept it. It is not genuine.
A ring of gold with the sun in it?
Lies. Lies and a grief.
Frost on a leaf, the immaculate.
Cauldron, talking and crackling
All to itself on top of each
Of nine black
Alps.
A disturbance in mirrors,
The sea shattering its grey one —-
Love, love my season.
İlk iki dize, tahmin ediyorum, bir yaprakta yürümüş olan bir salyangozun bıraktığı yapışkan sıvıyı bir el yazısına benzetiyor. Bir mesaj taşıyor yaprak, ama bu Sylvia Plath’a yollanmamış, veya belki ona yollanmış, ama o okumayı reddediyor. Kötü haber olduğundan korkuyor veya dargın olduğu birinden gönderildiğini biliyor.
Sonraki dizelerde, bu mesajın kocasından gönderildiğini anlıyoruz. Altın yüzük, insanın gözlerini kör edecek kadar parlak bir yalandır, eşiyle arasında bir sorun var, büyük olasılıkla ayrılar. Kadın tek başına ayakta durmalıdır, bunun için gerekli gücü var mı? Bilemiyor, umutsuzdur. İki çocuğunun ağır sorumluluğuyla kendini yalnız ve yorgun hissetmektedir. Şiirin gizlemeye çalıştığı şeyi artık biliyoruz, kocasıyla ayrı yaşamalarına neden olacak denli önemli bir sorun var. Ama bundan daha çok bahsetmiyor Sylvia Plath, artık kendisiyle ilgilenmesi gerekmektedir.
Şiir sabaha karşı yazılmış. Sonraki bölümde, Sylvia Plath yine bir yaprağa bakıyor ve üstünde geceden kalma don tanelerini görüyor. Sabah çayı veya kahvesi için su kaynatan demliğin kaynama ve belki çatlama sesi duyuluyor. Dokuz kara Alp dağı ve deniz duvarlara asılmış resimler veya bir takvimin yaprağı olabilir, en ufak bir ipucu yok. Ve şu iyice kapalı dize: The sea shattering its grey one —-. Burada deniz bir şeylerini sarsıyor, belki duvardaki resimde bir fırtına resmedilmiş. Its grey one: Deniz sahip olduğu bir şeylerin içinden gri olanını sarsıyor, korkutmak ya da belki uyutmak için sallıyor. Bu sonuncusu belki bize bir yorum imkanı verebilir: Plath, çocuğunu sallamaktadır. Ve biraz buruk bir biçimde gelen bir sevinç: Bahar gelmektedir, ve bu belki fazla umutlu olmayan Plath’a bir devam gücü verebilir, parlak bahar güneşi yükselmektedir.
Adeta bir kendi kendini sağaltma işlemi olarak ele alınması gereken bir şiir. Ariel gibi bir başyapıtın ikinci şiiri olduğunu göz önünde tutarsak, Sylvia Plath için bu şiirin anlattığı değil, gizlediği bir olay nedeniyle önemli olduğunu savlayabiliriz.
Bütün bu akıl yürütmelerden sonra şiirin bir çevirisi Seçme Şiirler bölümünde önerildiği gibi olabilir.
* * *
Benzer sorunlarla boğuştuğum için Sylvia Plath’ın BBC için yazdığı Üç Kadın isimli radyo oyunu/şiirinin çevrildiğini duyunca hemen bir tane edindim.[2]
Öncelikle tasarımda kaliteli bir yayın olduğu izlenimi edindim; kitap güzel ciltlenmiş, farklı bir boyutta basılmış, iç baskıda beyaz kağıt kullanılmış, vb.
Aslında Üç Kadın Sylvia Plath’ın merkezi önemde bir eseri değil. Türkçe’ye çevrilen öteki eseri Sırça Fanus (The Bell Jar) adlı tek romanı da, roman olarak hemen hiç bir ağırlığı olmayan, sadece Sylvia Plath’ın otobiyografisi açısından bir öneme sahip bir roman. Ariel’in kitap bütünlüğü içinde Türkçe’ye aktarılması bu konudaki doğru girişimlerden. Ted Hughes'un Doğumgünü Mektupları da hızla çevrildi. Bildiğim kadarıyla bu kitaptan önce Ted Hughes’un derli toplu bir çevirisi yokken, Plath üzerine yazdığı şiirler yayınlanır yayınlanmaz çevrildi. Bunun işaret ettiği ilk nokta Sylvia Plath’ın Saray Şairi Ted Hughes’u da aşan popülaritesi. Hughes eşinin değil kendi şiirleri nedeniyle gündeme gelmeyi hakedecek kadar iyi bir şair oysa ki.
Türkiye’de önem kazanan olan başka bir konu, yapıtın kendi önemi değil de çevrilmesinin çevirmen için kolaylığı. Sonuçta, yıllardan beri okurlar, temel eser olarak sunulan, üçüncü dereceden önemli eserlere maruz kalıyor. Örneğin Nazım Hikmet'in İngiltere'de bir kaç bölük pörçük şiir çevirisinin ardından önce romanı (Kan Konuşmaz) sonra tiyatrosu (İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?) ile çevrildiğini ve yıllar yılı bu şekilde tanıtıldığını düşünebiliyor musunuz? Sylvia Plath'ın Sırça Fanus'unun çevirisi 1987; Sylvia Plath’ı Sylvia Plath yapan şiir kitabının çeviri tarihi 1996. Roman üçüncü baskıda, sanırım Ariel henüz birincide.
* * *
İşin yayıncılık faslına çok dalmadan, esas konumuz Üç Kadın’ın çevirmenlik macerasına gelelim. Bu kitap benim bildiğim kadarıyla Sylvia Plath’ın Türkçe’deki ilk bütünlüklü şiir kitabı çevirisi.
Gürkal Aylan çevirmiş, adını duymadım; anladığım kadarıyla genel İngilizce bilgisi yerli yerinde, ancak asıl sorun Türkçesi. Türkçe’ye şiir çevirebilmek için dille gerekli yatıp kalkmışlığa sahip olduğu konusunda kuşkular bırakıyor. Ama her yerde değil, iyi çevrilmiş bölümler de var, her ikisinden de örnekler üzerinde kısa kısa durmak istiyorum.
1
Leaves and petals attend me
Yapraklar ve taç yapraklar kolluyor beni (10)
Kitaptan ilk gözlemim çevirmenin aceleciliği, genelde bir geçişte bırakılmış gibi bir izlenim veriyor. Oysa, olana kadar çok katlı geçişler de yapılabilirdi.
2
Petal, evet taç yaprağı diye karşılanabiliyor genellikle, ama hoş gelmiyor kulağa. Ayrıca attend’in kollamak anlamı, bir sözlükten çıkmaya benziyor, ve burada hiçbir anlam yaratmıyor, eşlik etmek bence daha uygun. Yapraklar ve taçyapraklar yanlış değil, ama yaşamıyor işte. Önerilerim şunlar:
Yapraklar ve çiçekler eşlik ediyor bana
veya
Ağaç ve çiçek yaprakları eşlik ediyor bana
3
Başka bir örnek:
I am beautiful as a statistic. Here is my lipstick.
Bir istatistik kadar güzelim. İşte rujum. (10)
Kafiyenin şiirde sadece biçime ilişkin değil, anlama ilişkin de bir yeri var sanıyorum. Yerinde kullanılırsa bir tür kanıt olarak kurulabiliyor, tıpkı Nazım Hikmet’in genellikle şiir sonlarında yaptığı gibi. Bu etkiyi yaratmak için kuvvetli bir kafiye seçiliyor genellikle. Sylvia Plath’ın burada yaptığı da bu.
Burada da çeviri hatalı değil, ancak aslıyla beraber okuyunca çok gerekli bir şeyin eksik olduğunu fark edeceksiniz: Kafiye.
Sylvia Plath kadının güzelliğinin kanıtı olarak rujunu sunuyor; bu da doğrudan doğruya güzelliğin sentetik bileşenlerine gönderiyor okuru.
Özgün metinde mevcut olan bu ilişki, yani tez (ben güzelim) ile onun kanıtı (ruj) arasındaki bağ çeviride kayıp. Şöyle yapılabilirdi:
Güzelim bir istatistik kadar. İşte dudak boyam da burdalar
veya
Bir istatistik gibi güzelim. Yanımda dudak boyamla gezerim.
4
Üç Kadın çevrilirken ritmin verilmesine hemen hiç özenilmemiş. Örneğin özgün metinde bir kelime, bir iki mısra boyunca tekrar ediliyor, Türkçe’sinde bunların her biri, başka sözcükle karşılanmış. Diyelim ki iki satırda iki kez visitations geçiyor, biri ziyaret, diğeri yoklama olmuş. Bazen benzeş kelimelerin topu birden çevrilmiş, mesela Sylvia Plath fışkıra fışkıra diyerek çoğul bir fışkırmaya gönderme yapıyor; çeviride ardı arkası kesilmeden fışkıran oluyor. Fışkırma sesinin tekrarının yarattığı etki çöpe atılıyor, şiiri düzleştiriliyor.
5
The man I work for laughed
Onun için çalıştığım adam güldü (12)
Bu Türkçe yetersizliğinden kaynaklanan bir hata. Onun için çalıştığım adam denmez, belki hesabına çalıştığım adam denebilir.
6
The silver track of time empties into the distance
The white sky empties of its promise, like a cup.
Uzaklara dökülüyor gümüş izi zamanın.
Verdiği sözü boşaltıyor beyaz gök, bir kaptan boşaltır gibi. (13)
Aslında cup, kap değil, bardak. Ayrıca bardak, ikinci dizede b-k-g seslerinin tekrarıyla elde edilen ritmi daha da kuvvetlendirirdi. Ama böyle de iş görür.
7
The face in pool was beautiful, but not mine —-
It had a consequential look, like everything else
Güzeldi havuzdaki yüz, benim yüzüm değildi ama-
Ağır bir görünüşü vardı, başka her şey gibi (15)
Ağır bir yüz görünüşü ilginç bir imge, ne ki özgün metinde böyle bir şey yok. Cesur çeviriyi anlarım, ama bu sadece yeni bir şiir yaratabilmek uğruna kullanılan bir silah olmalı. Yukarıdaki çeviri, özgün metnin tersine bende bir çağrışıma yol açmadı.
Consequential kelimesi ardından gelmeyi, görüp geçirmiş olmayı vurguluyor. Yüzün geçmişini taşıdığını söylüyor Sylvia Plath. Buna göre şiire yeni hoş imgeler enjekte etmek yerine, geçmiş gelmiş bir yüz görünüşü daha uygun düşerdi. Örneğin:
Güzeldi havuzdaki yüz, benim yüzüm değildi ama —-
Bir yerlerden geçmiş gelmiş gibiydi, diğer şeyler gibi
8
Every little word hooked to every little word, and act to act.
Her küçük sözcük bir başka küçük sözcüğe kenetlenmişti, hareket harekete. (16)
Çevirmen çevirdiği şeyi, okutmalıdır, okutmak için de kendisi yüksek sesle okumalıdır. Üç Kadın radyo oyunu olarak, okunmak üzere yazılmış, ses bu şiirde çok önemli. Sylvia Plath’ın şiirinde muazzam bir ses tekrarı, trampetlerin yuvarlanması var, çeviride yok.
‘Sözcük’ yerine ‘kelime’ yukarıdaki pasajda çok daha akıcı.
Her küçük kelime başka bir küçük kelimeye kenetlenmişti, her hareket bir harekete.
9
They are not quiet,
Quiet, like the little emptinesses I carry
Taşıdığım küçük boşluklar gibi sessiz,
sessiz değiller. (18)
Anlam karmaşasına meydan veriliyor burada. Sessizler mi, değiller mi? - Değiller. Küçük bir yer değiştirme bunun önüne geçmeğe yeter, örneğin:
Sessiz değiller,
taşıdığım küçük boşluklar gibi sessiz.
10
I had my chances
Bir sürü şansım vardı (19)
Bu deyim sıramı savdım anlamına geliyor, birebir çevrilince anlamsız olmuş.
Bu çeviri bir editörün ellerinden geçmiş mi bilmiyorum, ama geçmesi gerekirdi. Sorumluluğun tümünü çevirmene yıkmak doğru değil, önemli bir kısmı yayınevinin payına düşüyor.
11
Not looking, through the thick dark, for the face of another
Başka bir yüzü aramadık zifiri karanlıkta (19)
Yukarıda şöyle bir durum çiziliyor: Gece öyle karanlık ki kadınla erkeğin bakışları birbirine erişemiyor. Birbirlerine bakmak da istemiyorlar zaten, bunun için karanlığın kalınlığından istifade ediyorlar. Böyle bir karanlık Türk şiirinde de var: Kurşun sıksan geçmez geceden.
Bu sert bir karanlık; kalın sıfatı burada gelişigüzel seçilmemiş. Ama çeviri yine şiiri düzleştirmiş. Güzelim kurşun sıksan geçmeyen karanlık, bildiğimiz zifiri karanlık olmuş. Şöyle çevrilebilirdi:
Ötekinin yüzünü aramadan, kalın karanlıkta
12
İmgeler mecbur kalınmadığı halde sansür ediliyor. Anlamadan (ve anlamsızca) çevrilen kısımları dengelemek için, kadrine vakıf olunan dizeler, ortalamada belli bir anlaşılırlık seviyesini yakalayacak biçimde düzyazılaştırılıyor. Özgün metnin çoğunun anlaşılamadan kalmasının intikamı alınıyor adeta.
13
It is these men I mind
Bu adamlara takıyorum ben (21)
Argo belki bir Charles Bukowski’nin ağzına yakışabilir, ama Sylvia Plath gibi bir genç kadının ağzına adama takmak, böğürmek, keçileri kaçırmak, sırıtmak gibi argoları yapıştırmaktan sonuna kadar kaçınılmalıydı. Ben okudukça utandım. Oldukça uygunsuz, ucuz pop şarkısı havası veriyor şiire. Bu adamlara aldırıyorum veya Bu erkekleri umursuyorum daha uygun olabilirmiş. Adama takmak bir düşmanlık içeriyor, şiirdeki anlam ise olumlu.
14
Let us flatten and launder the grossness from these souls
Bu ruhlardan kabalığı düzleyelim ve yıkayalım (21)
Burada Sylvia Plath ruhlardaki çıkıntılı/kirli işlenmemişliği, bir marangoz gibi yontup veya bir ev kadını gibi yıkayıp atmak gibi bir anlam peşinde.
Gross esasen bir işlenmemişliği vurguluyor, (brüt maaş - gross salary), kabalık kelimenin bir yan anlamı.
Atalım bu ruhlardaki hamlığı, yıkayıp ve yontup.
Ağzına onca kaba kelimeyi yapıştırdıktan sonra, çeviri, Sylvia Plath’ı, bir de kabalıktan yakınan acayip bir duruma sokuyor.
15
I should have murdered ...
Öldürmem gerekti ... (26)
(yani öldürdüm) diye çevrilmiş, yanlış. Öldürmem gerekirdi ... olmalı (yani öldürmedim).
16
I shall be a heroine of the peripheral
İkinci dereceden bir kahraman olacağım. (37)
Yine bence uygun olmayan bir yorum. Vahim değil, ama bu şiiri yazarken yaşadığı taşranın ağır havasını vermek istiyor Sylvia Plath. Bir şiiri tercüme etmeğe yeltenerek, zaten o şiirin kendi kişisel sahası olarak bildirdiği bir alana izinsiz giriyoruz, bari biraz saygı gösterip mümkün olduğu kadar eşyaları yerli yerinde bırakalım:
Taşranın kadın kahramanı olacağım
17
The clock shall not find me wanting, not these stars
That rivet in place abyss after abyss.
Ne saat eksik bulacak beni, ne de uçurumlar ortasında
Çakılı duran o yıldızlar. (37)
Bu gerçekten çok zor ve çok güzel bir parça.
İstemek fiilinin isim halini eksik diye çevirmek aslında özgün olabilecek bir buluşmuş, ama eksik bir sürü yan anlamlarla beraber geliyor, bunlardan biri de, genellikle cansız nesneler için kullanılması.
Saat kelimesi de hour ve clock kelimelerinin ikisini de karşılıyor, belki burada sözü edilenin clock olduğunu vurgulamak daha iyi olabilirdi. Hem yıldızlarla bir analoji de var burada, büyük olasılıkla bir duvar saatinden söz edildiği sonucuna varabiliriz.
Rivet in place grubu çakılı duran olarak yerine iyi oturmuş, ancak yıldızlar, uçurumların ortasında değil, kendi yerinde çakılı duruyorlar.
Abyss’deki boşluk duygusunu da kuvvetlendirirsek, ortaya aşağıdaki gibi bir çeviri çıkıyor:
Ne duvardaki saat bekler bulacak beni, ne de dipsiz,
Dipsiz kuyulara rağmen yerinde çakılı duran şu yıldızlar.
18
Aşağıdaki, düşük yapmış, hastaneden çıkan bir kadının sesi:
I am a wound walking out of hospital.
I am a wound that they are letting go.
I leave my health behind. I leave someone
Who would adhere to me: I undo her fingers like bandages: I go.
Hastaneden dışarı çıkan bir yarayım.
Taburcu edilen bir yara.
Geride bıraktım sağlığımı. Bana bağlı kalacak
Birini terk ediyorum: Bandajları çözer gibi
çözüyorum parmaklarını: Gidiyorum. (47)
Son dizede akış iyi verilmiş, kendini zevkle okutuyor.
19
Dawn flowers in the great elm outside the house
Evin dışındaki büyük karaağaçta tan çiçekleri (53)
Dawn flowers, filizlenmekte olan çiçekleri kastediyor, bunun tan çiçekleri diye çevrilmiş olması traji-komik bir hata, ve çevirinin genel kalitesi üstüne bir fikir veriyor.
Baştaki çekingen aceleyle yapılmış bir çeviri yargım burada pekişiyor.
Çevirmen elbette bilir böyle bir çiçek olmadığını, ama şiirin imgeselliğinin arkasına gizlenip, bazen sözlüğe bile gerek duymadan çeviriyor.
Elm için sözlükler karaağaç dese de (burada sözlüğe bakıldığı kesin), bu kelime aslında çınar, meşe, ıhlamur gibi bütün kollu budaklı, iri ağaçlar için kullanılıyor. Ağacın renginin illa kara olması gerekmiyor.
Evin önündeki büyük ağaçta filizlenmiş çiçekler
20
I hear the moo of the cows
Öküzlerin böğürmesini duyuyorum (53)
Bana bu bir şiir mısrası gibi gelmiyor. İngilizce’si pek Türkçesi kadar kaba değil. İneklerin mölemesini duyuyorum yeterli, ‘böğürme’ kelimesine gerek yok.
21
I am simple again. I believe in miracles.
Yalınım yeniden. Mucizelere inanıyorum. (54)
Yukarıda da simple için yalın nitelemesi gayet iyi oturmuş. Ancak yukarıdaki dizelerdeki performans sürekli olamıyor ve çeviri yer yer oldukça özensiz bir biçimde düzey yitiriyor.
22
And so we are at home together, after hours
Ve saatler sonra evde yine birlikteyiz (60)
Vahim bir hata. After hours-before hours, akşam saatleri-gündüz saatleri anlamında bir deyim çifti. Aslında çevirmene bütün hatanın faturasını çıkarmak da yanlış, örneğin bu editörün yakalaması gereken bir hata. Doğrusu: işte yine evde beraberiz, akşam saatleri olmalıydı.
Üç Kadın Sylvia Plath’ın diğer şiirleri içinde neredeyse didaktik bir dille kaleme aldığı oldukça açık bir şiir. Türkçesi ben bir çeviriyim diye haykırıyor, yaşamıyorum!.
Sonuç olarak, görebildiğim kadarıyla şiir olmaya değil, genellikle düzyazı olmaya çalışan, fakat bunu bile başaramayıp şiiri anlamamış olmayı, şiirin imgeselliğinin ardına gizlemeye çalışan bir şiir çevirisi.
Ece Ayhan’ın dediği gibi “bir şair çevirseydi daha iyi olurdu”.



[1] Doğru çevirinin mümkün olup olmadığı, elbette başlı başına büyük bir tartışma konusu. Bir metni doğru çevirmenin olanaklı olduğu düşüncesi, metnin altında, metnin ilişkin olduğu bir hakikat olduğu varsayımına dayalıdır. Richard Rorty’ye göre bir metnin altında başka metinlerden başka bir şey yoktur. Bkz. 209/1995 New Left Review, Sayı 113, Language, Truth and Justice, (Rorty’den alıntılayan) Norman Geras. Bu paralelde bu yazıda kullanmış olduğum doğru çeviri tamlamasını, uygun yorum yapan çeviri olarak okuyabilirsiniz.
[2] Sylvia Plath, Üç Kadın, Oğlak Yayınları, 1995, Çev. Gürsel Aylan. Alıntıların yanında belirtilen sayfa numaraları bu kitaba aittir.

(Enis Akın’ın 2004 yılında Dünya Yayınları arasında çıkan “Tanrı'yla Bir Daha Hiç Konuşmayacağım” adlı kitabından alınmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz