Bir Marka Analizi: Ahmet Güntan
Enis Akın
1970’li yıllarda şiirde 30-50 yıl arası
bir gerilemeye tekabül eden, sloganlara dayalı, hamaseti yücelten hülasa, kısır
şiirler yazıldı. Oysa genel bir kabul olarak aynı yıllarda toplumun politik
hayatı öne çıkıyor, önem kazanıyor, deyim yerindeyse “yükseliyordu.” Buna
rağmen Türkçe şiirin kısırlaşmasını nasıl açıklayabiliriz?
Şu bir yanıt: Aslında söz konusu
yıllarda politikanın “yükseldiği” tartışmalıdır. O yıllarda olgun bir politika
izlemediğimiz bir gerçek; birkaç geç örnek hariç, tepeden inmeci bir politika
söz konusudur. Halkın büyük çoğunluğunu ilgilendirmeyen bu politika yapış
tarzının tek istisnası Devrimci Yol’un otonomi aradığı mahalli
örgütlenmelerdir.
Onun dışında “yükselen bir politika” var
mıydı, yoksa babamızdan kalma İttihat ve Terakkici zihniyetin heyheylenmesi
miydi bu yükseliş? Bu durumda belki de 12 Eylül darbesine İttihat ve Terakkici
gelenek içinde “bir klik çatışması” olarak bakmak da mümkün. Devrimcilerin
babalarından devraldıkları miras buydu; ellerinde İttihat ve Terakki’den başka
bir araç yoktu, diye bir açıklama getirilebilir. Açıkçası 12 Eylül’deki
yenilginin bu kadar ağır olmasını da başka türlü açıklayamıyorum. İlk ve esas
yenilgi şiirde yaşanmıştı çünkü. “Yükselmeyen politikanın şiiri de yükselmedi”
değil, hayır; “yükselemezdi çünkü şiiri olmayan bir politikaydı”. Burası
önemli.
40 yıl sonra Gezi şunu ispatladı: Şiir
ve insanlar, sokağa, inerlerse, beraber inerler.
Doğru veya yanlış, herkes yukarıdaki
açıklama üzerinde hemfikir olmasa bile herhalde o dönem şiiri üzerinde
çoğunluğun katılabileceği tez “şiirin zanaat yönünün öne çıktığı”dır. Ayrıca bu
tez, bu dönem solcularının halkevlerinden çıkıp kolayca reklam evlerine
girmeleri olgusuyla da desteklenebilir. “Reklam sloganı”yla, “sloganlara dayalı
şiir” arasındaki ortak payda “slogan” olsa gerek.
70’lerde şiir geriledi, 80’ler sahicilikle
yeniden tanışma, 90’lar deney yılları oldu. 2000’lerdeyse Türkçe şiir tekrar
“akımlar yaratmaktan” bahsedebilme güvenine kavuştu. Gerçekten akımlarımız
olmadı belki ama olmuş gibi davranabilecek cesaretimiz vardı. Artık eskisi gibi
“benzer olmak” değerli değildi, “farklı olmak” zamanıydı. Bu durum şiiri dış
etkilere açık bıraktı.
Eğer ben 2010 yılında satış başarısı
hedefleyen bir şiir yayınevi kursaydım daha önce şiirde görmeye alışık
olmadığımız türden bir pazarlama planıyla işe başlayabilirdim. Şöyle
düşünürdüm: Ürün hiçbir şeydir, slogan her şeydir.
Şunu sorardım: Bu kadar çok şair
arasında ürünümü nasıl pozisyonlayacağım?
Pazarlama uzmanı değilim ama anladığım
kadarıyla olay kabaca şöyle işliyor: Öncelikle sattığınız “benzersiz satış
teklifini” tanımlıyorsunuz, ardından hedef pazarı belirliyor, sonra bir iş
planı yapıyorsunuz. Yani önce bir farklılık buluyor, sonra kime satacağınıza
karar veriyorsunuz. İşin anahtarı şu ki, benzersiz satış teklifiniz yoksa
elinizde bir ürün de yoktur. Farklı değilseniz ölüsünüz. Pazarlama bunu
söylüyor.
Marx ise bize şöyle öğretti: Sermaye,
hayatını sürdürmek için büyümek zorunda. Dolayısıyla üretimi hızlandırmak
zorunda. Dolayısıyla tüketimi arttırmak zorunda. Elimizdeki veriler bunlar.
Üretimi arttırmanın yolu belli teknolojik ilerleme, iş bölümü, vs. Tüketimi
arttırmak için de pazarlama gerekiyor. Yani pazarlama adı verilen alan, bir yan
süreç filan olmayıp kapitalizme göbekten bağlı. Bunun için de pazarlama adı
verilen “alan” yıllardan beri bir bilim addediliyor, araştırılıyor,
geliştiriliyor. Örneğin, SWOT analizi son zamanlarda kullanılan tekniklerden
biri. Dört kelimenin baş harflerinin birleşmesinden oluşuyor: Strengts (güçlü
yanlar), Weaknesses (zayıf yanlar), Opportunities (iş olasılıkları), Threats (tehditler).
Bunları bir matris içinde görselleştiriyor, işinizi, markanızı, vs. “görerek”
bir “iş planı” çıkartabiliyorsunuz. Bu sadece bir yöntem. CRM (müşteri
ilişkileri yöntemi) vs. gibi başkaları da var.
Pazarlama yöntemleri edebiyatın meta
olmaya yatkın birçok alanında kullanılıyor, ama adına şiir dediğimiz şeyin
iliklerine pazarlama yöntemlerinin ciddi oranda sızmaya başlamış olmasından
rahatsızlık duyanlardan biriyim. Gerilla pazarlamacılığın gerillayla bir
alakası olmadığını biraz fazla sık söylemek zorunda kalıyorum; bu benim “şiir
ve reklam” üzerine ilk yazım değil; yıllardan beri şiirsel iktidar çerçevesinde
düşündüğüm bir konu. Örneğin Nisan 2013’te şöyle yazmışım:(1)
Yalnızlığımız içinde okuduğumuz,
kaybolduğumuzda elimizin altında olsun istediğimiz şairlerin, “kapitalizmin
kısa filmi” reklamlarla aynı dilden konuşmamasını beklemek hakkımız değil mi?
“Şiirde sermayenin buyruklarını yerine
getirmek” diye bir sav olsaydı, biliyorum “yok” ama eğer olsaydı, otomobil
reklamına benzeyen şiirler yazmaktan daha güzel bir somutlaşması olabilir miydi
bunun? Biz bir şiiri sevdiysek, o şiir “arkasında bir toz bulutu bırakıp
giden”in şiiridir diye değil, ondan çok, trafik sıkışıklıklarında su satmak
için bekleyen, trafik akarken otobanın kenarında canı sıkılan çocuğun şiiridir
diye sevdik. Bu kadar hamasete hakkım vardır, belki.
Aynı yazıda Ahmet Güntan’ın Beyaz
Peugeot adlı şiiriyle ilgili şöyle bir cümle de varmış:
Pazarlamanın buyruklarını içine sindiren
benim rastladığım ilk örnek, hatta daha sonra benzer bir reklam filmi de
çekilen, Beyaz Peugeot’dur.
Şimdi, şiirin pazarlamaya en uzak olması
gereken sanat olduğunda hemen herkes hemfikir; bence de öyle. Ancak fikir
birliğine rağmen iki konuda ciddi bir talep var: Pazarlamada şiir kullanımı ve
şiirlerin pazarlaması. Parçalı Ham adlı kitabından yaptığım şu alıntıların da
gösterdiği gibi Güntan da konu hakkında düşünenlerden biri: “her marka bir
masal anlatır [ mış ]” [Parçalı Ham 15]; “[elimde değil] markalar [üstüme
geliyor]” [Parçalı Ham 15]; “Marka olmak istiyorum” [Parçalı Ham 31].
Bir para dünyası terimi olan “marka”
kavramını, şairlerin para etmemesiyle övündüğü “şiir” için de kullanmak mümkün
mü? Para kazandıran değil, ama bir şeyler (itibar, liyakat, vb.) kazandıran bir
marka (?).
Öncelikle, markanın tanımı nedir? Eğer
markayı bir “şey”in diğerlerinden farklı olarak tanınmasına olanak veren bir
terim, bir tasarım, bir sembol veya herhangi bir başka özellik olarak
tanımlıyorsak, evet: Şairler de farklarıyla bilinmek durumundadır; diğerleriyle
aynı şiiri yazan bir şair, varlık nedeni olmayan bir şairdir.
Her şairin kendi özel sesini
diğerlerinden farklı kılmak istemesinde bence hiçbir sakınca yok. Farklı olmak,
narsizm çiçeğinin bu dış güzelliği, anılmak isteyen her şair için bir
zorunluluk, adeta bir varoluş beyanı. Ama. Aması şu; “farklılık şiir içinde aranmak
kaydıyla.” İşte bu yazının konusu önceki cümledeki “şiir içinde”nin tanımı.
Bu yazının konusu, hayır, Ahmet
Güntan’ın mesleği olan reklamcılık, vb. değil. Bu yazının konusu, onun “şiir
içinde” ne söylediği. Burada “şairin hayatı da şiire dahil” diyen Cemal
Süreya’ya da bir selam gönderebiliriz; evet öyle.
Güntan, 1955 doğumlu. 1970’lerin
sonlarında sol-siyasi bir dergide (Birikim) şiire başlıyor. Sonra 20 yıl
reklamcı olarak çalıştığını söylüyor, şirketin adını da veriyor: Cenajans.2
84’ten sonra 20 yıl kadar para dünyasının gereklerini yerine getirmekle geçen
uzun bir sessizlik dönemi var. Daha sonra 2003’te önce Esrariler adlı deneme
kitabı yayınlanıyor, sonra 2005’te ve 50 yaşında Kitap-lık dergisinde
yayınladığı Parçalı Ham manifestosuyla “geri dönüşünü tamamlıyor”.
Murathan Mungan’la aynı yaşta Güntan.
İkisi de aynı yıllarda, aynı şehirde (Ankara’da) ve aynı siyasi dergide şiir
yazıyorlar. Ama şiirleri apayrı.
Mardin kökenli, İstanbul doğumlu Mungan
şiirinde o yılların toplumcu beklentilerine bir ölçüde yanıt verir. Belki
kendini bir “göçebe” gibi hissettiği içindir; ilk şiirlerinde sık sık
“dağlardan” vb. dem vurur. Oysa Güntan devrimcilik adına, fırına heroik
değerleri biraz hızlı biçimde sürüp sürmemeye karar verememiştir, Türkçe şiirin
tersine gider, (ben bir metafor olarak öneriyorum) bir “Dame de Sion’lu
sosyalist” profili çizer; işte bu o zaman yeni bir şey. Hem özel okulda okuyan
bir burjuva hem de halktan yana olunabileceğini iddia eden bir tip, bir risk,
bir renk.
Püriten ahlakının kimseyi götüreceği bir
yer kalmadı: Fakir olmak, iyi ahlakın hele de iyi şiirin garantisi olmadığı
gibi, burjuva olmak da kötü ahlakın ve kötü şiirin garantisi değil. Güntan’la
Türkçe şiire gelen Dame de Sion’lu sosyalist “herkesin herkesle sevgili olduğu bir
toplumu özler” ve “genç, güzel ve karnı aşağıya dümdüz inenler için, arabayı
kilitleyip eve girerken hatırlamalarını istediği şiirler” yazar. Zengin
sınıftandır, galerilerde otomobil test sürüşü yapar, evde ayrı odası vardır.
Onun için sosyalizm sınıfsal bir zorunluluk değil iradi bir seçimdir.
Araba galerilerini gezdi hangisini
deneyecekti […]
Odası sesi kısılmış bir televizyondu
[Çingene’nin Aşkı]
Güntan’ın sosyalizme o gün ya da bugün
inanıp inanmadığından da, bunun önemli olup olmadığından da emin değilim; ama
1984’de yayınlanan ilk kitabı İlk Kan, yazıldığı günlerin toplumsal
gerilimlerine cevap vermeyi önemseyen ve bunu yaparken aynı zaman da
sahiciliğini korumayı amaçlayan bir şiir yaklaşımı içerir. Belki şiiri biraz
fazla oranda bir anlatma/öyküleme addeden bir şiir tarzı, ama “sosyalist ve
şair” olmayı, Mungan’ın aksine rollere sığınmadan, kendisi kalarak, kendi
dünyasını reddetmeden başaran bir şiir tarzı.
Güntan’ın “20 küsur yıl her şeyden uzak
yaşadım ben, ne dergi, ne bir şey” kelimeleriyle de ifade ettiği gibi aradan 20
yıl geçer. Geri döndüğü zaman sokakta ve şiirde “Dame de Sion’lu sosyalist”
popülerliğini yitirmişti.(3)
Bu 20 içinde Lale Müldür’le “Voyager 2”
adlı bir şiir kitabı yayınlasa da “Türk Edebiyatı Beni Neden Kabul Etmiyor?” gibi
yazı başlıklarının da gösterdiği gibi, genelde kendini dışlanmış
hissetmektedir. 50 yaşındadır. 20 küsur yıl her şeyden uzak yaşamıştır, “ne
dergi, ne bir şey”. Artık farkını ortaya koymanın zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Ahmet Güntan’ın bir aşırılığa ihtiyacı vardır: 2005 yılında Kitap-lık’ta
Parçalı Ham yayınlanmaya başlar. Bu şiir dizisinde Ahmet Güntan eskisinden
tamamen farklı bir biçimde konuşmaya başlamıştır.
“Gerçek” Ahmet Güntan, eskiden
tanıdığımız Ahmet Güntan’dan epey farklıdır. 2005 öncesinde toplumsal
beklentilere cevap vermeyi bir nebze de olsa önemseyen şiirini göründüğü
kadarıyla bir tarafa bırakmıştır. “Dame de Sion’lu sosyalist”in “sosyalist”
bileşeni İlk Kan’daki oluşturucu öğelerden biri iken, Parçalı Ham’da geçmişten
kalan solmaya yüz tutmuş bir renk haline gelmiş, bazen de (aşağıdaki alıntıda
olduğu gibi) karşıtına dönüşmüştür:
sabah beşiktaş sürü işe koşuyor
kaldırımlarda son düzeltmeler hızlı
hızlı erken kalabalık nasıl kalabalık
siyah bir köpek kıçını yere yaklaştırmış
sırtı yay gibi öyle kafasını kaldırmış
yukarı gördüm insanlara bakarak sıçıyor
kalktı yürüdü gidiyor. [Parçalı Ham 7]
Bir zamanlar “herkesle herkesin sevgili
olduğu bir toplumu özleyen” şair, bu yeni geldiği şiirde emeğiyle geçinen
insanlardan iğrentisini gizlemez (köpek işe giden “sürü”ye bakarak “sıçar”).
Kitap olarak yayınlanması 2011 yılını
bulan Parçalı Ham bir parantez bolluğudur. Güntan parantezlerden aldığı büyük
hazzı “somuta gidelim” tarzı bir dünyevilikle ilişkilendirir. Okunaksızlık,
neredeyse amaçlanmış bir şeydir. Ne anlatılırsa anlatılsın “parantez” ritmi
bozmak, okuru uzaklaştırmak, “deney yapmak” için en uygun araç gibi
görünmektedir.
Şiir ve yazılarında bir kavram atar
ortaya Güntan: “Boktansızlık arayışı”. Boktanlık “OK”dir. Görev duygusunu bir
tarafa bırakmayı, onun yerine basitliği, somutluğu, “bok”u ve “tv zapping”
tekniğiyle yazmayı vb. önerir. Yani hayır, intihar eden birinin son
çırpınışlarını izliyor değiliz; bu bir “teknik”. Yoğun kolaj ve patchwork
kullanımını içeren bu teknik Parçalı Ham’ı tek bir cümleyle tanımlayabilmemize
olanak verir: “Türkçe şiirin parantezleri keşfi”. Eklektizmin Dada’dan beri
eskitilmedik bir türünün kalıp kalmadığını bilemiyorum, ama eklektizm
depresyonla kardeştir ve Güntan’ın yeni bir şiir olarak önerdiği budur:
Eklektizmin hiç denenmemiş bir versiyonu(?).
Parçalı Ham statiktir, hareketsizliğin
kutsanmasıdır, hayatın algılanışını değiştirmeye hiçbir yelteniş içermez,
ortada bir bildiri yoktur; her şey bir an, bir oda, bir ego içinde donmuştur.
Pandora’nın kutusu açılınca içinden çıkan persona, sonsuz şımarıklıklarının
gösterisine bizi gözlemci kılmaktadır. Sahne ışıkları altında her şeyi
aydınlatmayı vaat eden ve her davranışının onaylanmasını bekleyen, bizden
gelecek hiçbir eleştiriyi kabul etmeyeceğini baştan beyan eden bu şiir, Türkçe
şiirinin çok daha önceden keşfettiği insani karanlıklarda keşif yapan bir şiir
değildir. Şairaneliğe karşı olmak ile estetiğe karşı olmak arasında karar
verememiştir ve sessizlikle karşılanır.
Tam bu anda bir mucize olur, gök yarılır
ve bulutların arasından bir huzme belirir. Şimdi bütün nane limonlarımızı
içelim; zira Türk şiirinin kalın bağırsaklarında bir gezinti yapacağız.
20 küsur yıl sessizlik içinde yaşamış
Güntan’ın, Parçalı Ham girişimi başladıktan sonra iki sene daha sessizlikle
karşılanmaya “canı sıkılır” ve Kitap-lık dergisinde kendiyle bir söyleşi yapar.
(4)
Kendi kendiyle söyleşinin güzel tarafı,
kendi kendinize söz verebilmenizdir. İnsanların sizin söyleyeceklerinizi
duymaya ihtiyacı varmış gibi konuşabilirsiniz. Size soru soruluyordur, demek ki
söyleyecekleriniz önemlidir. Her durumda, kendi kendine söyleşi normal söyleşiden
farklı kurallarla çalışır: Bir şey ispat etmek zorunda değilsinizdir.
Beklemediğiniz bir soru alma riski yoktur. Söyleşide söylediklerinizi
temellendirmeniz gerekmez. Eğer soruyu soran kendinizseniz, dost
muhabbetindeymiş gibi konuşmanın altyapısı her açıdan hazırdır. Amaçlanan bir
samimiyet havasıysa, kendiyle söyleşi bu iş için biçilmiş kaftandır.
Attila İlhan’mışım gibi çek panpa! (5)
Kendi kendisiyle söyleşi yapmak, nedir?
Neden bir yazı, deneme değil de söyleşi? Bilmiyorum, yalnız şöyle bir açmaz
var: Cevaplardan çok sorular bir şey anlatır bazen. İnsan herhalde tam da
kendine “ne” sorulmasını istediğini ortaya döktüğü anda, niyetini de ifşa eder.
Acaba Ahmet Güntan en mahrem rüyalarında kendisine nasıl hitap edilmesini,
neler sorulmasını düşlüyordu? Şöyle:
“Ama abi sen de şairleri öyle bir yere
koyuyorsun ki ulaşmak mümkün olmuyor.” “Abi sen de şiiri öyle bir yere
koyuyorsun ki ulaşmak mümkün olmuyor.” “Abi bunun neresi hikâye?” “İyi misin
abi sen?” “Abi sen de öyle şeyler söylüyorsun ki, ne yani şimdi neo-epik
okunuyor mu sanki (…)?”
Evet, bir “samimiyet” hedeflenmiş
gibidir. Kitap-lık’ta 2007’deki söyleşisi “kendimi anlatmak istiyorum, kendimi
anlatamıyorum, beni duymuyorsunuz” diye başlar çünkü ilk soru şudur: “Parçalı
Ham Manifesto’yu yazalı yaklaşık 18 ay oldu, 2006’dan bu yana 12 tane de
parçalı ham şiir yayımladın, epey vakit geçti, biliyorum, sen şimdi bazı
eleştirilere cevap vermek istiyorsun.”
Güntan Güntan’a “dök içini” der
“konuşmaya acıkmışsın Güntan.” Güntan konuşur.
Konuşmasında bir yerde kendi şiirini
sıkı şiire alternatif olarak önerecektir. Güntan Güntan’a sorar: “Biliyorsun
Sıkı Şiir yaklaşık 20 yıllık bir iktidarı olan tartışmasız (sanki geri dönüşü
olmayan) bir kavram. Sızdırmaz. Demir leblebi. Parçalı Ham’ın ise sızdıran bir
yapısı var. Parçalı Ham’ın sıkı şiire karşı konumu nedir?” Güntan Güntan’a
cevap verir: “Şiirin bugün gevşemek istemesinde hiçbir günah yoktur. Ece de
gevşemek isterdi.”
Güntan Güntan’a “Orhan Koçak’ın şu
manifesto yazan orta yaşlı şair nitelemesi de kimse üstlenmediğine göre artık
senin üstüne kaldı. Ne yaptın böyle sen?” diye sorarken manifestosuyla önemli
birileri tarafından fark edilen önemli bir şeyler yaptığını idrak etmemizi
sağlar.
Bundan sonrası daha ilginç: Söyleşinin
ortasında kendinden yaşça küçük şairlere seri bir biçimde taltifler yağdırmaya
başlar. Örneğin Arslanbenzer “Türk şiirindeki tıkanık kanalı açmış”
görünmektedir. İnanılmaz bir övgü.
Adı anılmıyor ama bence Huruç bir
manifestodur, tetikleyici olmuştur. (…) Şiirin siyaseti bünyesine tekrar
özgürce alabilmesi için Hakan Arslanbenzer bir mücadele verdi, sonunda fişi
Namık Kemal’e takacak kadar cesur bir şairdir, yıkıcılardandır. Arslanbenzer
şiire müdanasızlığı geri getirdi. (…) Arslanbenzer kanalı temizledi, şiirin
seslenme isteğini utanılacak bir şey olmaktan çıkardı, bugün yazılan yeni şiire
şöyle bir bakarsak bu kanalın açılması herkese ne büyük imkânlar sağlamıştır
görebiliriz.
“Şiiri bilenler için birçok soruyu
cevaplayan” Üstübal’dır: (6)
Ücra, şiirin düşünme faaliyetine geri
dönmesi için yapılmış 30 sayılık bir bildiri, (şiirin statikleşen dirimsel
yapısına karşı gelmeye çağıran) bir davettir, kurumsallaşmış modern şiirle
girişilmiş güncel bir mücadeledir, Ücra da tetikleyici olmuştur. (…) Murat
Üstübal’ın bir şiirine isim olarak da koyduğu bir kavramı var, Dirim Kurgu.
Bakın bu kavram şiiri bilen birisi için ne kadar çok soruyu cevaplıyor.
“Şiirin faaliyetini dışdünyaya açan” Efe
Murad’dır. Taltifle ulufe aynı kökten geliyormuş, sanki ulufe dağıtılmaktadır:
Efe Murad’ın sonradan getirip
yapılandırma diye adlandırdığı tekniği (maddeye verilen isimle maddenin
ilişkisini o anda, hemen orada, olay yerinde mevziî bir şifreye dönüştürmek),
şiirin entelektüel faaliyetini bütün bir dışdünyaya korunmasızca açmasıdır.
“Tutamaksız çölün ortasında yolunu tek
başına bulan” Ömer Şişman’dır:
Ömer Şişman’a da apolitik diyorlar,
halbuki Meleksiz’in politik seçimi (Ömer Şişman kimden yana) ne kadar açıktır,
besbellidir. Ömer’in de bu tutamaksız çölün ortasında yolunu böyle tek başına
bulmuş olmasının ne kadar savunulması, benimsenmesi gereken bir başarı olduğunu
görmüyorlar.
Yazının başında “pazarlamacılığın
ilkelerinin adına şiir dediğimiz şeyin iliklerine sızmaya başlamış olmasından
rahatsızlık duyanlardan biriyim” demiştim, işte burada konu tam da budur.
Reklamlarda önermeler bulunmaz,
önermeler yanlışlanabilir şeylerdir, risklidir. Şimdi “şu iyidir” demek bir
önermedir. Bir reklamda sadece mutlu insanları göstermek çok daha tercih edilen
bir yöntemdir, bakın orada başarılı şairler var: Bu, modern reklamın dilidir.
Yine bu dil içinde olgulardan ve fikirlerden söz edilmez; bunlar da risklidir,
çok kolay sorgulanır. Kavramlardan söz edilir, hangi kavram olursa olsun önemli
değildir. Reklamlarının ilkesi muğlaklıktır. Yukarıda reklamların yapış yapış
dili konuşmaktadır. (7)
Söyleşiyi “halk zaten tatilde, ben de
şiirden çok sıkıldım” diyerek bitiren Güntan’ın bu kişiler hakikaten bu kadar
şahane işler yaparken, neden şiirden sıkılmış olduğu ayrı bir merak konusu olsa
da bu herhalde bir jest, öyle sanıyorum. Önemli değil, önemli olan Güntan’ın
yukarıdaki isimlere yağ çekerek partisine kaydetmek istemesi. Övülenler bu
satırları çerçeveletip asmışlar mıdır bilmiyorum ama “hakaretle övgü arasında
bazen çok ince bir çizgi olur”, demek isterdim. “Bayram değil seyran değil
amcam beni niye öptü?” Şundan öptü: Aynı bu isimler, firesiz bir biçimde bir
süre sonra çıkan başka bir “Güntan dizaynı” Mahfil dergisinde bir araya gelir.
Bağırsaklardaki gezimiz sürüyor. 2007
Mayıs ayında yayınlanan bu söyleşinin akabinde 2008 yılının Ocak ayında Mahfil
(genellikle) üç-dört sayısı birden basılıp haftada bir sayısı dağıtılınca
haftalık çıkmış addedilir. Bir dergiyi haftalık çıkarmanın mantığı edebiyatın
gündemini yakalamaksa, üç haftada bir basıp haftalık dağıtmak, bir jestten
ibarettir. Şunu gösteren bir jest: Güntan için şiirin nabzını tutuyor“muş gibi
yapmak”, ana damar“mış”, herkesi toplar“mış gibi yapmak” çok önemlidir. (8)
“Mış gibi yapmak”, yani jest. Adı üzerinde; Mahfil toplanma yeridir, merkezdir.
Mahfil, Güntan’ın bilmediğimiz bir yüzünü gösterir edebiyata: Samimi birisi,
ortam adamı, sosyal kimse, iyi insan, “hissi Türk”. “Herkesle tek tek ilgilenen
şefkatli ağabey.”
Çok değil üç dört yıl sonra samimiyet
ilerler ve yukarıdaki taltifler edebiyatta sınır tanımayan karşılıklı övgülere
dönüşür:
Ben bu tartışmada herkesin Ömer’in
[Şişman] “Yerini Bulamayan bir Z Raporu” şiirine bakmasını tavsiye ediyorum;
orada kurbana duyulan aşkı apaçık göreceksiniz. 2000’lerin en başarılı şiiridir bence. (9)
Anladığım kadarıyla Ahmet Güntan “sevgi”
dolu birisi, o kadar çok kişiyi o kadar çok seven bir yürek hatırı sayılır
boyutta olmalı. Kendine kendinden yaşça küçüklerden kurduğu çevresiyle sevginin
ve samimiyetin tarihini yazmaya başladığında, aşağıdaki alıntının gösterdiği
gibi, bazen müritlerin “hangimiz Güntan’ı daha çok seviyor” diye kavgaya
tutuşması sorun olabilir. Eğer gidip bir çiftlikte bir arada yaşasalardı, bunu
kesinlikle hiç dert etmezdim. Alan memnun veren memnun, bana ne oluyor? Şu
oluyor: Bunu uzakta bir çiftlikte yapmıyorlar.
[Parçalı Ham için] “2000’lerin en önemli
şiir olayı” gibi dalkavukça bir sözü ben zaten söylemem. En önemli şiiri
[abç] der, bayrağı diker geçerim. Ömer’in [Şişman] o sözü bayağılık kokuyor bu
yüzden. “Şiir olayı” diyor çünkü (…) “Şiiri” demiyor. (10)
Güntan farklı dünya görüşlerine sahip
dergileri sevgi ve övgülerle kucaklar:
Heves’te Batı’ya atılan bakir bakışı,
Fayrap’ta Batı’yı eleştirme gücünü sevdim. Heves’te yapılan serbest
çağrışımların itici gücünü, Fayrap’ta sonu halkçılığa varan toplumsallık ihtiyacının
dile getirilmesini sevdim. Heves’teki kader birliğinin getirdiği kardeşliği de
sevdim, Fayrap’taki fikir birliğinin getirdiği kardeşliği de, iki taraftan da
çok yakın dostluklarım oldu. (11)
Yukarıda Fayrap ve Heves dergileri
birbirine eşit boyutta zıt kuvvetler olarak tanımlanır. Oldukça indirgeyici bu
tanıma itiraz gelmediğine göre, muhataplarınca kabul görmüş olsa gerek. Heves =
Batı, Fayrap = Doğu. Yaratıcılık bu mu? Hem indirgemeci hem de yanlış.
Yıllardan beri “Batı bunu konuşuyor” başlığı altında kişilerin özel ve bayat
okumalarının burnumuza dayandığı bir ülkede yaşıyoruz. Batı’ya şiir odaklı
bakılacaksa Fayrap’ın ABD kökenli slam şiirine bakışı çok daha doğrudur; Türkçe
şiirin esasıyla, varsa böyle bir şey, daha yakından ilgilidir.
Osman Konuk da bu övgü atağının etkisi
altında kalınca bunun Türkçe şiirde bir epidemik olma yolunda ilerlediği
kesinleşir:
[Mahfil toplantısında] Kimse artistlik
yapmıyor. Şiirden bahsederken sahte bir huşu içinde davranmıyor. (…) Periyot
devrimi sayılabilecek bir girişim Mahfil. (12)
Şimdi aslında bu “hatır çeki mantığı”
şiirde yeni değildir, 80’lerden kalmadır. O zamanlar Yazko, Şiir Atı, Sombahar,
Üç Çiçek, vb. dergiler Adnan Özer vd. etrafında şekillenen dar çevrelerin eş
dost parlatma kampanyaları yaparlardı. Bu kampanyaların özü edebiyatta bir
çete, bir “bize karşı onlar” kurgulayabilmekten geçer. 2007 söyleşisiyle
başlayan süreçte Güntan Bunu başarmış görünüyor.
Kendiyle söyleşilerinden birinde
“Kendine kardeş bulmanın imkansız olduğu bir dünya, çok okşamalık söz var ama
kardeş yok. (…) bunca kardeşçe okşamalık söze rağmen, kardeşsiziz”(13) diyor
Güntan.
Daha önce “ensest ahlakı” diye bir
kavram atmıştım ortaya. Yukarıdaki öpücüklü ilişkilere bakınca da aynı şeyi
söyleme gereği duyuyorum. Eğer sevgiliyseniz birbirinize “doğum günü
hediyelerinizi” yolun (kültürün) ortasında vermeyiniz, trafik oluyor. (14)
Kişisel ve kamusal sevgileri karıştırmanın adı “şiir”, “büyük şiir”, “önemli
şiir” filan olmuyor.
Sanat dünyasının gıda
perakendeciliğinden farklılaştığı yer sanat pazarının serbest bir pazar
olmamasıdır, şikelidir.
Ama keşke ortada gerçekten övecek bir
şey olsa. Keşke. İşin usanç verici boyutu şu ki 2005’te deneyciliği, 2010’da
fütürizmi keşfetmek (hızı hâlâ paha biçilmez bir şey addetmek), politik şiir yazmanın
terazisi olarak 2010’da hâlâ Mustafa Suphi’yi görmek, Türk şiirinin yenilik
ihtiyacı olarak kolaj, patchwork tedarik etmek, aşırılık ihtiyacı olarak “bok”
tedarik etmek “bon pour l’orient”in sözlük tanımıdır.
Türkçe şiirin kalın bağırsaklarında yaptığımız
kısa gezinti tünelin ucunda bitiyor; Güntan’ın “bok şiiri” olarak bilinen
şiiriyle. Benim o şiirle ilgili hassasiyetim, Yeşilyurtlu vatandaşınkiyle aynı.
Son yazıma “Enis Akın anlamsız şeyleri karşılaştırıyor” buyurmuşlar;15 buyurun,
bir anlamsız karşılaştırma daha yapayım: Ahmet Güntan’ın, farklı olmak adına,
ülkede yakın zamana kadar Kürt kökenlilere bok yedirildiğini unutarak, ciddiye
alınabilmek için bok şiiri yazmaya varana kadar, her yolu denerken unuttuğu bir
şey daha var: Farklılaşmaya çalışmak kadar sıradanlaştıran bir şey yoktur.
Günün sonunda bütün reklamlar, bütün pazarlama çalışmaları, bütün iş planları,
vizyon misyon bildirileri, hepsi aynıdır, sıkıcıdır. Bok da sıkıcıdır.
Reklamla şiir arasında bir bağlantı
aramak için de başlangıç noktası “sıfatlar” olabilir. 2007 Kitap-lık
söyleşisinde reklamın dilini becerikli bir biçimde kullanan ve kendisine bir
cemaat dizayn eden Güntan, o tarihten iki sene önce 2005’te “sıfatlardan
kaçının” diye bir öneri içeren bir şiir manifestosu yazmıştı. Sıfatlarla
reklamın bağlantısını kurmak zor değildi, ben bunu o zaman “reklam dilinin
eleştirisi” olarak algılamaya meyilliydim. Bunu, şiirde sıfatlardan arınmış bir
dil bulacağız diye kurmuştum. Yanılmışım; öyle bir kaygısı yoktu Güntan
şiirinin. Yakınından bile geçmiyordu. Görüldü ki ortadaki yine ve sadece bir
jestti. Daha sonra kendisini üç sıfatla tanımladı: “Toplumcuyum, Müslümanım,
eşcinselim” (16).
Bir insan neden cinsel tercihini
açıklar? Pazarlama senden bir “şey” olmanı ister; ancak kimlikler pazarlanır;
Güntan pazarlamanın talebini arz etmektedir. “Eşcinselim.” Bunu söylemeyi
1970’lerde bir cesaret olarak adlandırabilirdik, ama şimdi öyle mi? “Müslümanım.”
Bir insan neden dinsel inancını açıklar? Toplumda dinsel inançların piyasa
değerinin arttığı bir dönemde “Allah’ı bulmuş” olmak neden, tek bir yerde değil
üstelik tekrar tekrar anons edilmektedir?
[ gözlerimi açtığım zaman allah’ı her
yerde görüyorum ] [ ( o yüzden ) allah’tan korkmuyorum ] [ allah’ı seviyorum ]
[Parçalı Ham 27]
[ allah’ın var olduğunun en büyük ispatı
bizi
duyuyor olmasıdır ] [Parçalı Ham 38]
Marksizmin bana hediyesi Allah oldu.
(17)
Başka bir Ahmet Güntan dizaynı 160 km
yayınları(18) 2011 yılında kurulalı beri, bana 200 kadar reklam e-postası
gönderdi; hepsinin de sonunda şu ibare yer alıyordu: “Not: Maillerimizi okumak
istemiyorsanız lütfen bizi bilgilendirin.” Aklıma ABD’de markette satılan ilaç
kutularının üzerindeki şu akıldışı emir cümlesi geliyor: “Delik ambalajları
kullanmayın.” Dikkat edilsin: Satın alabilirsiniz ama kullanmayın. Ambalajı
delmeden nasıl kullanacağız? Akıldışı. Bu akıldışılığı anlamaya çalışırken
birden ampul yandı: Pazarlama ilkelerine göre bir malın üzerinde yazması hayal
bile edilemez bir fiildir “satın almayın.” Onu yazamadıkları için “kullanmayın”
yazıyorlar. Bilinçaltımıza konuşmaya çalışır her fırsatta pazarlama. Benden
izin almadan; benden, iznim olmadan edindiğiniz kişisel eposta adresime 200 tane
eposta göndereceksiniz ve ben size “artık bunları almak istemiyorum” yazarak bu
davranışınızın meşruiyetini onaylayacağım öyle mi? Buyrun, gerilla pazarlama.
Diğer pazarlama yaklaşımlarından çok farklı (!). Gerilla pazarlama da budur,
pazarlamadır.
Maillerinizi uzun zamandır Migros’tan
filan gelen elektronik postaları biriktirdiğim yerde biriktiriyorum,
gereksizler kutusunda. Benden neden kişisel bir yanıt vermemi istediğinizi
anlıyorum, “çünqü bana aşıqsınız”. Enis Akın olarak “bana” değil, “müşteri kraldır”daki
müşteri olarak bana; çünkü öyledir, markalar müşterilerine, müşterilerin
markalara olduğundan çok daha fazla âşıktır. Ama bu seferlik size kişisel bir
yanıt veremeyeceğim: “İşburada sizi bilgilendiriyorum: Maillerinizi almak
istemiyorum.” Umarım anlatabilmişimdir, “sorun sizde değil sorun bende”.
Satış yaklaşımları “hard sales”
(zorlayıcı satış) ve “soft sales” (yumuşak satış) olarak iki genel çizgiye
ayrılır. İkincisi zorlamamayı öğrenmiştir, naziktir, samimidir, iddiasız
görünür. “İnsanlarla samimi yollardan ilgilenme becerisi, onları yönlendirme
becerisinin çok yakınından geçer. (…) Onlar [yumuşak satış yapan tezgahtarlar
-ea] samimiyetin naif olmak zorunda olmadığına işaret eder.”(19)
Richard Sennett’in cümlesini okuyunca
çarpılmıştım: “Samimiyet, naif olmak zorunda değildir!”
Planlanmış bir samimiyet olabileceğinden
söz ediyor Sennett. İşte bu 160. Km “şair cemaati” çerçevesinde Güntan’ın “bize
karşı onlar” dizaynının başarısını açıklayan bir kavram. Bugün samimiyetine,
alçakgönüllülüğüne inandırdığı cemaatini kapitalist düşünce sistemlerinin içine
doğru hızla ve en sağa doğru çeken Güntan’ın etrafında başta Ömer Şişman olmak
üzere küçük Bilaller, mafyatik ilişkiler içinde, bir yandan gruba aidiyetlerini
ispatlamak için “ellerinde palayla” dolaşmakta ve diğer yandan sürekli
birbirlerini alkışlamakta, birbirlerine şiirler ithaf etmektedirler. 160. Km’de
arada rastlantısal olarak iyi kitapların da (bilebildiklerim içinde İsmail
Arslan, İlker Şaguj, Rıdvan Gecü, Mehmet Davut, Osman Çakmakçı) basılıyor
olmasının söylediklerimi yanlışlayan bir tarafı elbette yok. 2007’deki o
söyleşi, arkasından gelen Mahfil ve sevgi dolu ilişkilerin teşhiri, blogları
vs.’den oluşan cümbüşün ortasında bir Ahmet Güntan yoktur, şiir yoktur; Ahmet
Güntan’ın Türkçeye bir yenilik olarak önerdiği Parçalı Ham’ın 1. sayfasıyla
261. sayfası arasında ilerleme yoktur, hareket yoktur, yaşam belirtisi yoktur.
Sadece bir samimiyet jesti, ve onun gönüllü alıcıları vardır. Şairler cemaat,
dernek, birlik, çevre, mafya, grup, sürü, vb. böyle “biz”ler içinde
bulunmazlar. “Şair-biz”ler olmaz demiyorum orada şair olmaz, diyorum.
Şiir yazmaktansa şiiri konu eder,
odasında Mevlana’yı arayan (deneyime dayanmayan ve bir deneyim yaratmayan)
şiirlerden sıkıldığımız bir zamanda, şiiri deneyimden tamamen kopartır. Bunun
da adına somutluk der; oysa somutla (concrete) olumsallık (contingency) ayrı
şeylerdir; eline bir kayıt cihazı alıp rasgele kayıt ederek yakalanmaz somut; o
da bir tasarım gerektirir (maalesef). Şiirde samimiyet ve kendiliğinden diye
bir şey yoktur; olsa bile yoktur. Her türden öznelliğin “yetenek” olarak servis
edilmesi bıyıkları terlememiş gençlerin hayali ve pazarlamacıların uzmanlık
alanıdır. Olabilir, velev ki Türk şiirinin “saçma”ya ihtiyacı olabilir ya da
siz bunu düşünerek bir girişim başlatmış olabilirsiniz, beynin sürekli anlam
(yanlış anlam) üretmesi bazen dar bir giysi olabilir, bilgiye (beyne) de
başkaldırabilir (hatta kaldırır) şair, ama işte tam da bu noktada yıllardan
beri tekrarladığım bir ilke var, ancak ve ancak onu unutmadan: Şiiri bilgiye
indirgeyemezsiniz, ama şiiri bilgiye indirgeyemeyiz diye bilgiyle hiç
ilgilenmezseniz en bildik, en faşist, en bön gerçekler sızar içeri. Şiirinizde
anlamla işiniz olmaması için anlam üzerine en çok sizin kafa yormanız gerekir,
anlamında.
Yukarıda sıfatların sanatta
kullanımından kısaca söz ettim; aslında Frankfurt Okulu’nun gösterdiği gibi
sıfatlarla faşizmin ilgisi sanıldığından fazladır. “Faşist sanat nedir?”
sorusunu Türkçe şiire sormak gerekirse Parçalı Ham’ın hareketsizliğine de
değinilebilir veya sadece kendi hareketsizliği değil aynı zamanda bizi hiçbir
harekete davet etmemesine veya steroidlere alışmış benmerkezciliğine veya bize
hiçbir şey söylemeye çalışmamasına değinilebilir veya sadece aşağıdaki
ifadelere:
[ Yahudiler için cebimde hep küçük bir
adalet
terazisi taşırdım ]
[ Sonra attım ] [Parçalı Ham 20]
Birine ülkemin ırkçı olduğuna
inanmadığımı
söyledim, hava soğuk, üşüdüm dedi,
gitti.
[Parçalı Ham 38]
- ben demokrasiden nefret ediyorum.
[Parçalı Ham 16]
Güntan’ın marka analizinin bizi
götürdüğü yer burası: Bence, Güntan faşist değildir. Faşist olmadığı gibi
toplumcu da değildir, Müslüman da değildir. Ortada olan tek şey “mış gibi
yapmak”tır:
Siyaset bir salyadır diye düşünürüm, ama
insanın siyaset yerine koyabileceği bir sistemi ufukta göremediğim için
siyaseti çok önemserim, olaylara siyasi bakarım [abç]. (20)
Güntan “siyaseti çok önemsiyor”muş; bu
ve benzeri düşünce kırıntılarını sürekli dışa vuran, kendi hakkında
söylenebilecek bütün sözleri, yapılabilecek eleştirileri bir alanda toplamaya
çalışan Güntan, Parçalı Ham’da kapalı bir devre oluşturmayı dener. Yazıldıkça
genişleyen ama yine kapalı kalan bu çember Güntan’ın sadece kendini
ilgilendirir, rasyonelleştirmeleri, mazeretleri, okurla teşhire varabilecek
biçimlerde paylaştığı özel hayat ayrıntılarını ve kendiyle söyleşilerini
içerir. Saçma bile olmak bir çalışma istiyor, bir tasarım istiyor. Nasıl?
Bilmiyorum, ama örneğin kendisi de zapping tekniğiyle yazdığını yazan Jeroen
Mettes şiirine (N30+) bakılabilir. Natama’nın 6. sayısında Mettes’in
manifestosunu ve şiirlerinden örnekleri yayımlamıştık.
Herkes “bir şiir sahibi” olacak diye bir
şart yok; zorlamaya gerek yok. Kavga ederiz. Kavga bazen iyidir. Sınırlarımızı
belirtmemize vesile olur.
Örneğin benim aşılmasına izin
vermeyeceğim bir sınır çizgim şu: Şiir kim içindir? Güntan’ın buna hayatının
iki aşamasında verdiği iki cevabı var: İlk kitabına göre “Dame de Sion’lu
sosyalistler” için, ikinci kitabına göreyse “herkes, yani, şiirden anlamasa da,
şiiri sevmese de çoğunluk” için. İkinci yanıt konusunda anlaşamıyoruz, “ben
elitisitim” :).
Benim “şiir kim içindir” sorusuna şiire
başladığımdan beri pek değişmeyen bir cevabım var. Şu: Okur gerekirse
yaratılır. Okura “şiir götürmek” şiiri ayağa düşürmektir, aslında okur yoktur
genellikle, bir tane okur vardır, her şey o okur içindir. Reklam şiiri
alçaltır, şiiri bir özgürleşme aracı olma yeteneğinden soyar, şiir reklamı,
şiirden şiiri çıkarttığınızda elinizde kalan şeydir.
Şiir değer vermeyen bir okurun seveceği
bir şiirin değeri ne? Yazmaya değer mi öyle şiir? İyi şiir kötü şiirden
anlamayana, çoğunluğa satılan ve satılmayan şiirlerden bağımsız olarak bir de
şiir vardır. Reklamla sattığın şiir “dirense ne fark eder direnmese ne”?
Yukarıda da yazmıştım, Gezi “şiir
okunmuyor” şehir efsanesini tuzla buz etti. Şiir satmayabilir ama okunuyor,
dolayısıyla “nasılsa bizi izleyen yok” türünden anlamsız kampanyalara gerek
olmadığı bir kez daha su yüzüne çıktı.
Anlaşamayacağımız ikinci konuysa
“internetin alamet-i farika olduğu”. Pek öyle değil. İnterneti ilk kullanmaya
başladığımda 90’ların başında Özcan Özbilge, kurduğu Araf isimli eposta
grubunda sağcı, solcu, vb. ayırmadan yurt dışında yaşayan Türkleri bu yeni
âlemde bir araya getirmişti. Çok yeniydi, gurbetteydik, çok yoğun kullandık,
çok kavgalarımız oldu. Dünyanın birçok yerinden, ilişkimi hâlâ sürdürdüğüm bir
sürü arkadaş da edindim. Ama sonuçta vardığım nokta şu: Sosyal medya
kullanıcılarını seri bir biçimde narsistik zehre bulanmış oklarla vuruyor,
insanların egolarını büyütüyor. Hem de dünya ve zaman kadar. Bilgisayar
oyunlarında ölümsüzsünüz ve bir sözünüzle bütün dünyaya hitap etme yeteneğiniz
var. İnternette dünyayla konuşanların gürültüsünden başka hiçbir şey
duyulmuyor. “Dünyayla konuşan” diyorum; bitimsiz monologlar, salgın kanaat
ishali gibi başka adlandırmalar da mümkün. Herkes kendini (dünyaya eşit) bir
“fenomen” olarak görürken diyalog mümkün olmuyor.
Genelde edebiyat özelde şiir hem kutsal
kitaplara duyulan kıskançlığın hem de onu yazanın ruhundaki boşluğun kendine
bir yer bulma kaygısının ürünüdür. Ama herhangi bir yer değildir bu, daha çok
hükmeden bir kral tahtını, dağdaki emirleri veren “seçilmiş” bir kişinin
azametini, daha doğrusu gerçek şiirsel iktidarı ister. Gerçek şiirsel iktidara
sahip olmuş olanlar kutsal kitaplardır çünkü. Edebiyatçı da her zaman şiirsel
anlamda hükmetmek ister. Okuyucuları onun gelecekteki tebası, edebiyat
eleştirmenlerinin çoğu din düşmanlarıdır. “Bize karşı onlar” değil, “bana karşı
onlar”. Şiiri cemaatle aramak da kafiyeyle aramak da şairaneliktir. Ben böyle
görüyorum ya da böyle görülmesinde sağlıklı bir taraf buluyorum, diyelim.
80’lerde salgın halinde “sevgi
profesörü” olarak bilinen Leo Buscaglia’yı ilk keşfeden kuşaktanım. Sevgi,
güzel ve ayrı ve mahrem ve kişisel bir şeydir. Mahrem ve kamusal sevgilerin ve
kavgaların kendi mahrem ve kamusal sınırları içinde ayrı ayrı yaşanması
insanlığın en büyük icadı olan şey, kültür gereğidir.
Zaman en iyi ayna. Ben bunları yazıyorum
diye bir şeyin değişmesini bekliyor değilim. Aslında günümüz edebiyat ortamını
izlemekle yetinirken, bir önceki Natama sayısında 160. Kilometre yayınlarının
“beyin fırtınaları, SWOT analizleri ve stratejik planlar yaparak ortaya çıkmış”
olduğunu yazdığım yazı çeşitli boy ve ebatta küfürlerle karşılanmasaydı,
okuduğunuz yazı olmayacaktı.
Şairlik alışılageldikle savaştır, oysa
Parçalı Ham deneyi ve saçmayı alışılageldikleştirme denemesi; şiiri haycek
(adam kaçırma) denemesi. Bence bir sakıncası yok, bugün şiirin bayrağını Ahmet
Güntan’a teslim ederiz, olur biter. Demek ki boktanlığın bir yenilik olarak
icat edilmesi gerekliymiş ve bu şiirle bu başarılmış deriz. Ahmet Güntan
kurduğu sevgi tarikatının tuvaletindeki aynaya bakınca belki de gerçekten
gördüğü şeydir, bir şairdir.
________________________________
(1) Enis Akın, Otomobilin Şiirleştirilmesi,
Şiirin Otomobilleşmesi, Natama, Nisan 2013, S.2. Ayrıca bkz. Bir İletişim
Kurmama Aracı: Televizyon, Natama, Temmuz 2013, S. 3; Edebiyatta Liyakat
Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı, Natama, Nisan 2014, S. 6.
(2) Ahmet Güntan, İyot, YKY, 2006, s.
48.
(3) 90’ların ikinci yarısından itibaren
toplumda Müslümanlığın yükselişiyle beraber artan toplumsal kutuplaşma
karşısında “Dame de Sion’lu sosyalist” geniş ölçekte “ulusalcı” oldu.
(4) Ahmet Güntan, Halk Tatile Gitti,
Kitap-lık, S. 105, Mayıs 2007.
(5) Hakan Sazyek’ten öğrendiğimiz
kadarıyla Attila İlhan ilk romanı “Sokaktaki Adam”la ilgili kendi kendine bir
söyleşi yapıp romanının biçimsel özelliklerini, tekniklerini vb. açıklamıştır.
Hakan Sazyek, Attila İlhan’ın Sokaktaki Adam’ı: Hasan, Kitap-lık, Aralık 2009,
S. 133.
(6) Bir Pazar akşamı aklıma gelen şu
şakayı yapmadan edemedim: “Şiiri bilenler için birçok soruyu cevaplayan”
Üstübal bir de şiiri bilmeyenler için kim bilir ne çok soruyu cevaplar.
(7) Ayrı zamanlarda benzer bir denemeyi,
yani “hiçbir önermede bulunmadan taltif etme denemesini” Osman Konuk’a ve bana
da uygular. Birincisi Arslanbenzer’in 2011 Ocak tarihli “Efe Murad’ı Verin
Alper Gencer’i Alın” başlıklı blog girişine cevaben, ikincisi Gezi olayları
sırasında gözaltına alınmamla ilgili olarak, kendi blogunda, 2013 Haziran
tarihli “Arkadaşım İzzet Yasar’a” başlıklı girişi.
(8) Arslanbenzer’in Mahfil’de yer alması
gerçek bir trafik kazasıdır. Şöyle. Mahfil Hakan Arslanbenzer için “ana akıma”
dahil olma önerisidir. Arslanbenzer ödeyeceği bedeli başlangıçta hesaplamamış
görünmektedir, çünkü bugüne kadar edebiyatta var olduysa “çuvala sığmayan
mızrak” olmasıyla var olmuştur. Varlık veya aynı merkez olma iddiasıyla, Mahfil
bir çuvaldır. Arslanbenzer mızrak kıyafetlerini kapıda bırakarak içeri girer.
Mahfil Arslanbenzer’in tek sermayesini, uslanmaz muhalifliğini ondan çalmıştır.
Şu soruları Güntan 2008’de kendi kendine söyleşilerinde kendine sorar: “Sana
çok sık sorulan iki soru var. Biri Efe Murat Balıkçıoğlu’nu, diğer Hakan
Arslanbenzer’i neden bu kadar sevdiğindir. Neden?” “Evet. Herkesin tutucu –
baskıcı – kavgacı – faşist – molla – gerici – baş belası saydığı bir adama
[Hakan Arslanbenzer’e] duyduğun kardeşlik. Bir sürü insanı hızla senden kopma
noktasına getiren, kimyası bir türlü anlaşılamayan kardeşlik.” [Şiir Geldi
Kelimede Boğuldu, s. 68]. “Tutucu – baskıcı – kavgacı – faşist – molla – gerici
– baş belası” gibi uzun sıfatlar listesi ilginç olmuş, sadece “kimsenin
sevmediği” yeterli değil miydi? Ortaya dökülüvermiş sanki. Ben bu kadar kötü ve
uzun sıfata sahip birini bu kadar özveriyle ve bu kadar ortalıkta seven birini
daha önce görmemiştim.
(9) Ahmet Güntan, Şiir Geldi Kelimede
Boğuldu, 160. Kilometre, 2011, s.85.
(10) Hakan Arslanbenzer, “2000’lerin en
önemli şiir olayı 2”, silinen blog yazısı.
(11) Ahmet Güntan, agy, s.13.
(12) Osman Konuk, Küllük, Heves, S. 17,
Nisan 2008, s.55.
(13) Ahmet Güntan, agy, s.82.
(14) Ahmet Güntan’a Doğum Günü Armağanı
(dosya başlığı), Fayrap, Mayıs 2009, s.14 – 26.
(15) Bu şiir tarikatının bir önceki
yazımla ilgili ciddiye alınabilecek tek argümanı şuydu: Berkin Elvan’la 160
km’nin reklamcılığının ne bağlantısı var? Cevap veriyorum: Yok. Bağlantıyı ben
kuruyorum. Sadece Berkin değil geçmişte birçok insan daha iyi bir dünya için
bedel ödedi, öldü, işkence gördü, ama “biz devrimciyiz,” “biz bedel ödedik,”
“biz bilmem kaç yaşından beri siyasetin içindeyiz” demek hiçbirinin aklına
gelmedi. Sinekle çorbanın da bağlantısı yoktur ama çorbadan sinek çıktığında
kurar bunu, çorbayı içen kurar.
(16) Ahmet Güntan, agy, s.9, (160.
Kilometre yayınlarının birinci kitabının birinci sayfası birinci
paragrafından).
(17) Ahmet Güntan, agy, s.108.
(18) 160. kilometre yayınları tam da
yazının girişinde bahsettiğim tarzda “ürün hiçbir şeydir slogan her şeydir”
mantığı çerçevesinde örgütlenmiştir. Yayınevi kurulunca ilk iş bir kampanya
planlanmış, daha ortada şiir kitabı yokken merak uyandırma amacıyla, sokaklarda
afişleme yapılıp fotoğrafları çekilmiş, yazarlar arasında “160. Km sizce nedir”
sorusuyla anketler düzenlenmiştir. Bildiğim kadarıyla reklama kitaptan önce
başlayan Türkiye’deki ilk şiir yayınevidir. İşe başlarken kaleme aldıkları bir
de “misyon bildirisi” vardır: “Edebi Şeyler, Burak Fidan, Ali Özgür Özkarcı,
Ömer Şişman ve Ahmet Güntan tarafından yürütülen, edebiyatta bilgi, deneyim,
yenilik, yeni fikirler, yaygınlaşma, diğer sanat disiplinleriyle ve diğer
benzer kuruluşlarla işbirliği arayan bir örgütlenmedir. Kadro olarak ihtiyaca
göre deneyimli isimleri bünyesine katarak genişlemeyi hedefler. Edebiyatın
yaygınlaşması için, tanıtımının, edebiyatın katışıksız değerlerine içten
bağlılığı bozmadan etkin bir biçimde yapılması gerektiğine inanır.”
http://160incikilometre.com/2011/10/11/edebi-seyler/
(19) Richard Sennett, Beraber, Ayrıntı
Yayınları, 2012, s.100.
(20) Ahmet Güntan, agy, s.10.
* Natama 7 - Temmuz Ağustos Eylül 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz