9 Aralık 2019 Pazartesi

bir gece seninle sınırı aştık


bir gece seninle sınırı aştık


bir gece seninle sınırını aştık
devletin, aklın ve edebin
bir dağ ateşi başında bir gece
serserileri kırıp peygamberler yaptık

elimde hançer, seninse şiirlerinden
başka birşey yoktu nefesinde.
yarın huzura çıkacaksın, sana sövecekler
aradan biri soracak: hiç mi ihanet kalmadı karnında?

yarın ağzında yedi yaşlı adamın
yedi bin yıldan kalma bir kandil,
yarın çağlayanları andıran sesler
konuşulacak sana.

göğsündaral,
madan hançerentutul,
madan yereboşbirçuvalgibiyığıl,
madan öncedur

bir gece sınırı aş –benimle– tın
rasgele bir kutsal kitaptan rasgele bir sayfa
açtın. insan sorarsa diye kendine:
incil meleklerin öğle yemeği midir?

kara kağıtları al
ve mutlaka bir yerlerde sakladığın
ıslak bir kibrit de olmalı
bunun bir yerinde.

ateşe yüzünü dön,
dün şeytanlara ver kulak,
din ölümün buhurdanını yeryüzüne atmasını bekle,
din işte bunlar şairliğini ve ahmaklığını ispatlar.

bir bu gece mi seninle sanki sınırı aştım.
ölürken adamdan sayıldım
yarın bana sövecekler, kürdili hicazkar bir dille
sonra sahne aldıktan sonra sen ve ben

ölümü andıran ve arkandan aşkı adına ölmüş
olanlardan başka kimse kalmayacak baka ve şimşekler
başlamayacak ve zelzele ve 7 melek ve yeddi eminler ve ellerinde
7 borazan, bunların hiçbiri yok, hiç ve biri, yok, olmayacak.

çünkü ne şairsin ne de hançerler çektin 35 kişiye birden
yalan ne ayaklarını şarapla yıkadığın.
sana azgınlar uydular,
ve de kendi kanınla.

ne şairsin her vadide şaşkın dolaşan,
ne de seni sevenlerin kötülüğü seni kötü kıldı,
insanlara yalan devrimler vaadettin
uzun yoldan geldin ya da bir an öyle sandın

ve bir gece benimle sınırını aştın
arabistanın, coca-colanın ve aşkın.
artık tek arzun ulusunun seni iyi bilmesi
ve apaçık kürtçe bir dille.

orda, bir kölenin, bir öfkenin ve bir saz semaiinin kesiştiği yerde.
sen bir kelimesin, orda toy oğlanların bacaklarını tıraşladığı
her şeyin bir ses tonuna evrildiği
yırtılan bayrakların yaraları sarmaya yeltendiği, hayır, orada.

dünya atlasının boşluklarına yazılan şiirlerden başka,
taşla her şeyin birleştiği, o yerde, o, sende, o, saçlarında, o uzaklıkta,
ve o, yakası, rüzgârda, o, beyaz, gömleğin,
de, ve, o, göğsünden, uçan, o, aksak, kelimeler, var ya.

hani kırdığımız peygamberler var, ya işte sen hecelerdesin.
ve kerbela dedikleri senin konuştukça azalan harflerin.
işte sen ne zaman bir şehri akarsularından mularından sevsen
ya da şişhane yokuşunun başında kendini suçlasan, yapma kol saatlerimiz durabilir

tabancasını çekmiş trafik polisleri, işte sen ne zaman kendini bir susuzluğa
filan kaptırsan, sıradağlardan bir ülke filan kalksan yapmaya.
arkandan yaşlı krallar ağlayabilir, eski açlıklar akla gelebilir,
alt kattan birileri bağırabilir: atlasana lan atla atla atları at.

yapmaktan yapılmıştı seninki de bir hayat.
yarın huzura çıkacaksın, söylemiştim, sana sövecekler.
ses tellerinden bir milleti millet yapan sözler almaya
ağlayacağız ve küfredilecek sana, böyle eğitilir şair.

yarın ölüm getirilecek sana,
bizi biz yapan sözleri almaya ağzından
gümüş bir tepside. hayatın belki biraz eğri duracak, ama sakın inanma,
ölmeye, yarın da mutlaka bir gün dün olacak

ama bu gece seninle sınırı mınırı aşmadık, bırak yalanı
öyle gözlerimiz ateşe zincirli.
önünde sahra çölleri senin,
benimse sırtımda yıllardan beri peşimi bırakmayan bir ürperti.

artık uyu, yarın sabah atlar uyanmadan
şişhanede bir apartman karanlığına bir borazan düşmeyecek
bütün sakinlikler yok olmayacak tangırtılarla, inan
kimse sıçrayarak, uyan, mayacak, gömleğinden başka senin.


enis akın

29 Ekim 2019 Salı

Dedektifler ve Öğretmenler


Dedektifler ve Öğretmenler
Enis Akın

Varlık Dergisinin Mayıs 2004 sayısında “Saklanmayan Şiir Yoktur: Melih Cevdet Anday” başlıklı bir yazım yayınlandı. Yazının başlığı Orhan Koçak’ın Defterde yayınlanan aynı konulu“Saklanmayan bir şiirdir Melih Cevdet Anday’ın şiiri” cümlesiyle başlayan yazısıyla konuşuyor. Son zamanlarda moda olan “edebiyatta geçen ay” köşelerinden birinde benim de, bu yazımla ilgili olarak adım anılmış.

Varlık dergisinde yayımlanan Enis Akın imzalı yazı da Melih Cevdet şiiri üzerine yeni şeyler söyleme kaygısı taşıyan, geçen ayın tuhaf yazılarından biri. ‘Saklanmayan Şiir Yoktur: Melih Cevdet Anday’ başlığını taşıyan bu yazı alıntıları ve dipnotlarıyla oldukça akademik bir tavrı öngörürken, sonlara doğru, saklanamayan bir biçimde niyetini ve Anday’ı deşifre ediveriyor; o bir Kemalistti. ‘Anday’ın, nesneye yönelen, ben içermeyen şiirlerinde dönemin büyük babasızlığı (Kemalizm) konuşmaktadır; gerek adam (garip), gerek tanrı-ben, gerekse ben olarak söz alan sesi, sonuçta sadece öznesine yönelen bir şiir üretir. Anday otobiyografisinden başka hiçbir şeyden bahsetmez,’ diyen Enis Akın ikna edici görünmeyen savlarını daha yenir yutulur şairler üzerinde denemeli bana kalırsa. [Turgay Kantürk, E, Haziran 2004, s.68]

O yazının sonunda “Kemalizm” kelimesini kullanırken hiç tereddüt etmedim değil; o bölümü Varlık editörlerinin hem de hatalı olarak spota çıkarttığını görünce de kaygılandım: “şimdi bir aklı evvel sadece bunu görüp de mal bulmuş mağrıbî gibi saldırır” diye. Ama içim rahattı, ben yazımda Anday’ın babasızlığı nasıl kurguladığından bahsediyordum; Garip Şiiri, adamdan sayılmamak, Anday’ın baba nefreti, hepsi Kemalizmle bir kafiye içeriyor mu, içermiyor mu? Bu neden benim kötü niyetim sayılsın? Parantez içinde “Kemalizm” kelimesi geçerken, dışında da “dönemin büyük babasızlığı” yazmışım. Kemalizm her zaman “bugün ve CHPli” olmak demek değildi; o parantezin bir dışı, bu nedenle var: “Dönemin büyük babasızlığı olarak Kemalizm”. Bunun neresi eğri?

Meseleyi buraya getirmeye hiç gerek yok aslında. Turgay Kantürk yazımı okumadan tabiri caizse üfürüyor! Yaptığı alıntı yanlış, doğrusu şöyle:

Anday’ın, nesneye yönelen, ben içermeyen şiirlerinde dönemin büyük babasızlığı (Kemalizm) konuşmaktadır; gerek adam (garip), gerek tanrı-ben, gerekse ben olarak söz alan sesi, sonuçta sadece öznesine yönelen bir şiir üretir. Anday otobiyografisinden başka hiçbir şeyden bahsetmez. [Enis Akın, Varlık Mayıs 2004, S.42.]

Yani adam ve ben kelimelerinin üzeri çizili. Neden? Yazıda yazdım; Garip Şiiri adamdan sayılmanın tersi bir yönelimdir; ben buna adam dedim, isteyen yok-adam, non-adam, antiadam diye okuyabilir, okuyabilsin diye. Üzeri çizili ben (ben) kelimesi de Anday’a özel olarak benim ortaya attığım bir kavram, yazdığım gibi “‘ben’den hiç bahsetmeyerek, ‘ben’den başka bir şeyden bahsetmemek durumu”nu böyle anlattım.

Varlık dergisinin mizanpajcısı spota çıktığı bölümde üzeri çizili kelimeleri görmemiş; Turgay Kantürk de spottan alıntılıyor, ama bu bir mazeret değil çünkü yazının içinde doğrusu var. Kaldı ki yazımı okumadığının bir ispatı daha var, “sonlara doğru niyetimi deşifre” ettiğimi iddia ediyor ya kendisi, “sonlara doğru” değil, en sonda “deşifre ediyor” olmam gerekirdi; çünkü yaptığı alıntı, yazımın en son 2 cümlesi!

Yazımı okumuş olsaydı bütün bunlara hiç gerek kalmayacaktı; sanırım sadece yeni şeyler söyleme kaygısıyla değil, ayrıca Anday’a karşı da belirgin bir saygıyla hareket ettiğimi görecekti. Ama öyle olmuyor, Turgay Kantürk, Anday’a “Kemalist” demek için yazılarıma “akademik” süsü verirken beni yakalamak için kolları sıvıyor, sonra da azar faslına geçmekte hiç duraksamıyor. Kendisinin de bir zamanlar karşı olduğu kaba saba yazarlık hallerine düşüyor: yazıyı okumayacaksın, spotlardan, alıntılardan ve dipnotlardan ibaret sanacaksın, bununla yetinmeyip bir de icabına bakmaya karar vereceksin, tek bir paragrafta halletmeye kalkışacaksın, sonra da yanlış alıntılayacaksın, okumadığın anlaşılacak...

Biraz dedektiflik, biraz öğretmencilik. Şimdi bu ikisini de (dedektif veya öğretmen) oynamaya kalkışırken muhatabı çok dikkatli seçmek gerek, kulaktan dolma yanlış bir seçim insanı maskaraya çevirebilir. Turgay Kantürk de bu duruma düşmeye yazgılı, yazımdan yaptığı ve tüm yargısını dayandırdığı tek alıntı yanlış olunca “bir üfleyişte kağıttan şato yıkma hevesini” deşifre etmiş olmuş.

Oysa oturup düzgün okusaydı ve aynı yargıya varsaydı, kendisine Kemalizm konusunda belki sorulması gereken soru şu olabilirdi: Eğer çamur atmak, üfürükle şato yıkmak değilse mesele, ikimizin tavrını bir karşılaştırın: Hangimiz ülkeyi “babasının çiftliği” sananlardanız? Turgay Kantürk’ün yazdıklarının ardında, örneğin Anday’ı babasının malı sanma tavrı, tam da bu en çirkin Kemalist tavır yatıyor olabilir mi?

Turgay Kantürk’ün yaptığı bu hata ne tuhaf! İşletmeciliğini üstlendiği Benusen’in müşterilerini “edebiyat evreni” sanma yanılsamasından mı kaynaklanıyor yoksa  Bar Club, İçki Dünyası ve Keyif Haberleri Dergisi'nin Eylül-Ekim 2003 sayısında yer alan röportajında belirttiği gibi “beş-altı işte birden çalışmaktan ortaya çıkan bir bıkkınlık ya da fiziksel ve zihinsel yoğunlaşma güçlüğü” müdür bilemiyorum. [Turgay Kantürk, Bar Club, Yıl 6 Sayı 35, Eylül Ekim 2003, S.35.]

Yine aynı bilgilendirici röportajında belirttiği gibi Turgay Kantürk’ün geçen yıl ekim ayı itibarıyla basım bekleyen en az altı (!) kitabı varmış. Düzyazılarının toplanmış hali, Mina Urgan’a yazılan bir kitap, son şiirlerin toplamı bir kitap, tüm şiirlerin toplamı iki kitap, bir de öykü kitabı... Bunu bir verim olarak adlandırmak zorunda değiliz, zira okuduğumuz sayfanın kenarlarında kalması gereken şeylerden yazı çıkartmak zorunda değiliz. Sadece sayfanın kenarında kalabilirler ve en azından yazarı için ileride utandırıcı olmazlar. Her yazdığımızı “yazı” sanmaktan, iki tane İngilizce kitaptan alıntı yapan yazıyı “akademik” sanıp karşısında bükülmekten, her kuşun etini hazmedilebilir sanmaktan vazgeçmek gerek.

Değer verdiğim şairler üzerine yazıyorum, hiç biri karşısında küçülmeden ve böbürlenmeden, bugüne kadar Nâzım, Necatigil, Uyar, Cansever, Ece Ayhan, İsmet Özel, Orhan Veli, İlhan Berk üzerine Defter, Kitaplık, yasakmeyve, Adam Sanat ve Varlık’ta yazdım; hepsine saygıyla, yok etmek için değil, var etmek için yazdım. Ayrıca hata da yapabilirim, iş yapıyorum çünkü. Keşke Turgay Kantürk haklı olsaydı da bana hakikaten yanlış bir şeyler bildiğimi gösterebilseydi, o zaman bir şey öğrenebilirdim.




E Dergisinde yayımlanmıştır, 2004.

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Edebiyatta Liyakat Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı


Edebiyatta Liyakat Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı
Enis Akın
(Natama Hayat Memat Dergisi Sayı 6.'da yayımlanmıştır - Nisan 2014)

Tanımı gereği toplumda kıt bulunan prestijin nasıl bölüştürüleceğini düzenleyen sisteme liyakat bürokrasisi adını verebiliriz. Liyakat bürokrasisi, liyakat edinmek için “herkesten yeteneğine göre susmasını” bekler, “eleştiri aptalların işidir” çünkü.

Parlamenter sistemin, adalet sisteminin, temsili sistemin meşruiyetini yitirdiği günleri yaşıyoruz. Bu sayı memleket bu haldeyken bir şiir incelemesi yazmak gelmedi içimden. Dolayısıyla ortaya okuduğunuz gibi bir edebiyat politikası yazısı çıktı. Bu, şiir dünyasının yabancısı olmayanlar için yazılmış bir yazı. Kısa bir yazı; örnek içermeyen, ispata yeltenmeyen, incelemeyen, konuya uzak olanlar anlasın diye uğraşmayan... Hayır, sinkaf arayan da bu yazıda bulamayacak ama isim vereceğim ve suçlayacağım.


Yıllardan beri bir taraftan “şiir metalaştırılamadığı için şiirdir” deyip dursak bile, tüm yaratıcı enerjilerini hayatları boyunca “şiire mi reklama mı” yatırmak sorusuyla cebelleşen reklamcı şairlere zor olsa da alışmıştık.  Ama bir süredir Türkçe’nin üzerinde şiirin değil şairin itibarını artırmak için didinen reklam ajansları geziyor. Bkz: İtibar dergisi, 160. Kilometre yayınları.

Başlar başlamaz “ne alakası var” diye soracaksınız: Birisi sağda bir edebiyat dergisi, birisi solda (mı?) bir yayınevi…

Sosyalizm ile Müslümanlığı “birleştirmek” gibi imkânsıza yakın bir projeye girişmiş olan İhsan Eliaçık Karşı gazetesinde 16 Mart 2014 günü “Kariyerizm ve Konformizm” başlıklı bir yazı kaleme alarak, şimdi artık yeni sınıfın eskisi gibi solcu, sağcı, İslamcı diye bölünmediğini; bunların ideolojisinin kariyerizm ve konformizm olduğunu yazdı. İhsan Eliaçık’ın analizleri, teorik zemini, alıntıları zayıf bulunabilir ama “yeni Türkiye düzeni” diye bir şey varsa bunu, bu yazıda görüldüğü gibi, doğru okuyor. “Kariyerizm ve konformizm” kavramlarını sadece siyasetle değil edebiyatla ilgili olarak da kullanabiliriz.

1970’lerde; henüz hepimiz belkemiklerimizi yitirmemişken Türkiye’de solcular “toplumcu gerçekçilik” adı verilen ilkelerle  bir şiir yazıyorlardı. Bu teorinin yaratıcısı Andrey Jdanov diyordu ki “şiir önemli değildir, cihat önemlidir; sanatın en öncelikli işlevi ideolojisidir, içerdiği propagandadır.” O günlerde şiiri bir araç olarak kullanmak mübahtı, çünkü şiir cihadın bir cephesiydi, “kendinde şey” olarak kıymetli değildi. Şiirin kıymeti, içerdiği cihadın dozajına ve inanmışlığına eşitti. O zamanki şairler, doğru ya da yanlış, bu kritere bakarak reddettiler kendilerinden öncekileri.

İşte bugün o şiirin aynısını ama “cihat” adındaki uzvu bir ameliyatla alınmış olanını düşünün; yine bir propaganda olarak şiir, ama bu sefer devrimin değil şairin propagandası: “Reklam ajansı” şiir ekolü.

Bugünkü şiir dünyasında, “propagandanın sanatı” “sanatçının propagandası”na evrilmiştir. Bir uzvun kökünden kazınarak alındığı ameliyata radikal mastektomi deniyor. Hadi daha iyi anlaşılsın diye, azcık haksızlık yapmayı da göze alarak, politik uzvunu yitirmiş iki şairi de yukarıdaki isimlere ekleyelim: Akif Kurtuluş ve Osman Konuk. Çok da olasılıksız değil, Osman Konuk 160. Kilometre yayınlarından kitabı yayınlanmış ve İtibar dergisinin ilk sayısında portresi kapağı süslemiş bir şair; Akif Kurtuluş’sa aynı yayınevinin şairleriyle halen Duvar dergisi sayfalarında yazıp çizen bir isim. Büyük resme yeniden bakalım.

İlk göreceğimiz şudur: Edebiyatın bu elit isimleri bile, son yıllarda herhangi bir dişe dokunur eleştiri ortaya koymamak konusunda son derece tutarlı bir birlik, edebiyatın içinde bulunduğu sorunlara karşı iyi planlanmış bir kayıtsızlık ve bu kayıtsızlık konusunda sıkı bir ağızbirliği içindedirler. Bulundukları yere kendilerini çıkartan merdivene (eleştirel tutuma) artık ihtiyaçları kalmamış, merdivenle işleri de kalmamıştır.

Eğitimlerini, hırslarını taze tutamamışlar, edebiyata kendi kriterlerini dayatmayı umursamaz olmuşlardır. Bir zamanlar sürükledikleri değişim kültürü, kendilerini bulundukları noktaya taşımış, ondan sonra değişim kültürüyle ilgilenmez olmuşlar, geçmiş başarılarıyla yetinmiş, edebiyatın nereye aktığına karşı mesafeli bir pozisyon almışlardır.

Cemal Süreya “övgü akıllıların eleştiri aptalların işidir” gibi bir sözü onaylayarak andığında herhalde bu sözün “eleştiri yapan elini açık eder, övgü karşındakini etkileme ve üstünlük kurma yönetimidir” gibi açıklamaları olabileceğini düşünüyor olmalıydı. Bütün bunlar Makyavelist bir politika içinde anlamlı olabilecek şeyler. Başka türlüsü Turgut Uyar gibi “eleştirme yaşının bir sınırı olduğu”nu söylemek olabilirdi (“kimseyi kırmamak yaşına geldim artık” dediği zaman 45 yaşlarındaymış).

Israrcı muhaliflere iktidar koltuklarını sunan Romalı politikacıların bildiği ve 2000 yıldır değişmemiş olan kural şuydu: Liyakati alan sesini keser. Bir tepeye tırmanmak için çabalamak ve gayret gerekir, tepede durmak içinse sakinlik. Liyakat sakinleştirir ve yatıştırır. Ve aptallaştırır. Bu yazıda bir kavram ortaya atacağım: Liyakat bürokrasisi.

Ciddiye alınmak, değer verilmek tıpkı yemek içmek gibi bir ihtiyaç; hatta açlık grevi gibi eylemleri düşünerek, bazen yemek içmekten daha büyük bir ihtiyaç. Tanımı gereği toplumda kıt bulunan prestijin nasıl bölüştürüleceğini düzenleyen sisteme liyakat bürokrasisi adını verebiliriz. Liyakat bürokrasisi, liyakat edinmek için “herkesten yeteneğine göre susmasını” bekler, “eleştiri aptalların işidir” çünkü. Aptallar değilse gençlerin işi de diyebiliriz, yeter ki konforumuz bozulmasın.

İyice yaşlı bir aptal olarak bu birkaç akıllıyı başka bir açıdan sunayım:

160. Kilometre: Amacı “ortaya iyi şiir koymak” değil hâlihazırda yazmakta oldukları şiiri hızlıca popülerleştirmek olan yayınevi, beyin fırtınaları, swot analizleri ve stratejik planlar yaparak ortaya çıkmış gibi görünüyor. Elbette karşımızdaki sadece bir reklam ajansıdır. Bir eleştirileri yok, onun yerine fısıltı gazetesi var, birbirlerini durmaksızın alıntılamak var, kolektif bir sözleri olmadığı halde bir edebi çete görüntüsü ve aslında inceden inceye planlanmış bir “müşteri ilişkileri yönetimi” var. Kendilerine başarı kriteri olarak seçtikleri her neyse hatalıdır. “Anlamın yerine iyi bir gösteri koyabiliriz” sanmaktalar. Bir önerileri var mı bilmiyorum, varsa bile bunun içeriğine inandıklarını gösteren en küçük bir çaba içinde değiller.

Üstelik bu yayınevinin bünyesinde “yazılan her şiir politiktir” şiarıyla yetinmeyip şiire fazladan politik içerik “eklenmesini” savunanlar var. “Ne kadar politika o kadar   iyi şiir” formülü de elbette şiire dayatılan “ne kadar gelenek o kadar iyi şiir,” “ne kadar deney o kadar iyi şiir” vb. tüm formüller gibi yanlıştır; tartışmaya bile gerek görmüyorum. Ama şiirde politiklik beklentisi olanların, bunu bir reklam ajansı cümlesinden ayırmak için bir çaba göstermelerini; örneğin 70’lerde, 80’lerde, 90’larda hatta 40’larda yazılmış politik şiirlerin bir analizini yapmayı, en azından denemelerini, onları anlamaya çalışmalarını, eleştirmelerini, incelemelerine konu etmelerini, doğrusu beklerdim. Bu yapılmadan, politik şiir beklentisi bile bir reklam ajansı cümlesinden ileri gitmiyor. Bir jest.

İtibar Dergisi: AKP’nin edebiyattaki ayak izi. Bir zamanlar rejime muhalif olduğuna inanan Türkiye Müslümanlığının AKP iktidarından sonra hızla sağcı- muhafazakâr bir yapı haline gelen unsurlarının somutlaştırdığı bir dergi. “Kültürel ortam artık bizden sorulur” deyip ortada muhafazakâr bir Dostoyevski de bulamayınca kendilerini kültürü baştan icat etmek zorunda hissetmiş olmalılar ki her sayıda bulabildikleri bir muhafazakâra liyakat nişanı takmaya uğraşıyorlar. The Times gazetesinde yer alan Susan Sarandon, Sean Penn, Ben Kingsley’in de aralarında bulunduğu ve Türkiye Başbakanı’na açık mektup adlı polisin Gezi eylemlerinde zalim uygulamalarını kınayan ilana karşı yazılan “Bizde Çok Adam Bulunur”  metninin mimarı bir zihin yapısı olarak, boyun eğmenin mühendisleri olarak, toplu biçimde kendilerini edebiyat alanının dışına kilitlediler, yanlışlıkla. Bu coğrafyanın tarihinde Abdülhak Hamit, Necip Fazıl, Mehmet Akif dâhil; (ve evet para isteyen mektuplarını da katarak soruyorum) acaba iktidarı bunlar kadar seven bir tane “şair” olmuş mu? “İktidar sever şair” zaten kendi içinde bir kavram çatışması. Türkçe şiir için harabat şairlerinden beter bir durum olabilir mi bilmiyorum, ama olursa oradadırlar. 

Türkçe şiirin mihenk taşlarından belki de en önemlisi Osman Konuk’a çok iyi bildiği ancak yıllardır üzerinde uyuduğu şu gerçeği hatırlatmak isterdim: “Burjuva olmak oruç bozmaz.” Osman Konuk yıllardan beri “fanları” nezdindeki Müslüman imajını bozmamak uğruna; Türkiye’de adına şiir denen kavga türünün burjuvazinin bir sanatı olduğunu, Hristiyan şair olmadığı gibi “Müslüman şair” diye bir şey olmayacağını belki de en iyi bilen kişi olduğu halde Müslümanların “en birinci” şairi olma prestijinin yan cebine bırakılmasına ses çıkartmıyor. “Bizde Çok Adam Bulunur” metnini imzalamayacak kadar mesafeli ama Gezi direnişine karşı olduğunu dillendirmeyecek kadar dikkatli. Korkmasına gerek yok; tarafını, pozisyonunu kahve muhabbetlerinde, e-posta köşelerinde söylemekle yetinmemeli, açıklamalıdır.

1980 kuşağının haysiyeti olan Akif Kurtuluşson kavga dergisi Edebiyat Dostları’ndan beri “dünyayı yorumlamak mı yoksa dönüştürmek mi gerektiği” konusunda kararsız. Akif Kurtuluş Edebiyat Dostları’nda 1988 yılında yazdığı “Entelektüel Şiddet İçin Uçlara” başlıklı yazının kendine hatırlatılmasını bir süredir bekliyor. Artık beklemesine gerek kalmadı. O yazıda neredeyse bütün bir Türkçe edebiyatı ikiyüzlülükle eleştirmiş, taşraya benzetmiş, ehlileştirilmiş olduğunu söylemişti. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum: Eleştirdiği yerdedir, hatta o yazıda Ahmet Oktay’ı “‘eleştirdiği yerdedir’ diyerek eleştirdiği” yerdedir. Son günlerde “başarı için sakin kalma eğitimi”ni şiar edinmiş gibi görünen şair sadece kazanacağı baştan belli kavgalara giriyor. 

160. Kilometreİtibar, Osman Konuk ve Akif Kurtuluş; birbirlerine ne uzak ne yakın, hep bir dirsek teması mesafesinde ama hep bir aynı fotoğraf içinde görünme çabasındalar. Yeni Türkiye düzenine en iyi onlar ayak uydurmuş görünüyorlar. Hepsi usluluklarıyla doğru orantılı ölçüde ödüllendiriliyorlar.

Bu yazı yayınlandığında seçim dalgası geçmiş, ortalık muhtemelen görece durulmuş olacak. (Bir tanesi henüz geçen ay olmak üzere) 15 yaşında çocukların devlet tarafından yıllardan beri düzenli olarak öldürüldüğü bir ülkenin şiirinde reklam ajansları, onların yayınevleri, dergileri, sevgi dolu ağabeylerinin, hepsinin bir cennet tanımı var.

Ağırbaşlı olmamayı, diline hâkim olmamayı, bazen nezaketsizliği, öfkeyi bütün bunları bir güçsüzlük olarak övüyorum. Bu ülke topraklarında Arkadaş Z. Özger diye de bir şair yaşadı, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe, Ahmed Arif ve adını burada yazmadığım birçok inançlı insan şiir yazdılar; hepsi öfkeliydiler. Ama hiçbirinin aklına 160. Kilometre’den çıkan bir şiir kitabının arkasındaki gibi “19 yaşından beri sol siyasetin içinde yaşayan Ali Özgür Özkarcı yeni kitabında şiirle siyaseti buluşturuyor, siyasete şiirler armağan ediyor” gibi bir cümleyle liyakat dilenmek gelmedi.* 

Küfür bazen çok faydalı bir icattır. Ve yaklaşık olarak buralarda bir yerlerde icat edilmiştir. Susalım.**

__________________________________________

*  "Liyakat dilenmek"le ilgili akla gelebilecek küfürler sadece bu duruma ve o ya da bu şaire özel değil, bu ve benzeri cümleleri hangi nedenle olursa olsun herhangi bir an için oraya koymanın “OK” olduğunu düşünen “editör”, “reklamcı”, “şair”, “ağabey”, “kol ağası”, “müdür” her sıfata birden edilmiştir. 

**   Kitabın yayımlanmasının hemen ardından Hilal Kaplan'ın TV programına konuk olarak beraber katılan Osman Konuk ve Akif Kurtuluş bu arka kapak yazısından bahsetmişler ve bunu "bir kaza" olarak, "bir şanssızlık" olarak adlandırarak bu rezalete kol kanat gerdiklerini bir de TV ekranından ifade etmişlerdir. Bu yazının konusunu oluşturan bütün kesimleri tek bir fotoğraf içinde gösteren küçük ama önemli bir ayrıntı.