16 Mayıs 2017 Salı

Çevreyi Kirleten Şiirler Zamanı*

Çevreyi Kirleten Şiirler Zamanı*


Nâzım Hikmet’in özellikle ilk dönem şiirleri yürünerek, yüksek sesle okunur; Orhan Veli boğazda oturarak, kısık bir sesle. Ece Ayhan’ın şiirleri dalgalı havada bir sandalda, içinden okunur. İsmet Özel bir sahneden, yüksek sesle.

İkinci Yeni olarak anılan 1950’lerde başlayan ve Türkçe şiir için neredeyse bir devrim niteliğinde olup “iyi şiir” algımızı allak bullak eden şiir akımı üyelerinin “Şiir yüksek sesle mi, içinden mi okunur?” konusunda fikir ve tartışma ürettikleri bilinen bir konudur. Onların genel yargısı şiirin içinden, sessiz okunması gerektiğiydi.

“Yüksek ses” veya “ses” insanlar arası iletişimin ana unsuru, ses dalgalarıyla haberleşiyoruz. Şiir okumasından sesi atarak tam olarak neyi atmış oluruz? Şiirin okunma sürecinden ses dalgalarını çıkarttığımızda ne eksiliyor?

Bir kaç cevabı var bu sorunun: Şiirin insanlar arasında eşzamanlı paylaşılmasını; şiirin zihinsel olmayan etkilerini (hamaset, teatrallik, vb.).

Bütün bunlar şiirin bir topluluğa okunmasını engellemek üzere, daha doğrusu şiiri “bunu kime okuyacağım kaygısıyla yazmak ne kadar doğru” konusunda yapılan bir tartışmayla ilgili gibi geliyor bana.

Şiirin, bırakın rakı sofrasını, “devrim için” bile olsa meze edilmemesi, şiirin kendisinin bir özneymişçesine algılanmasını zorlayan bir tartışmadır bu. Şiir okurunun yeri ve önemi konusunda bir tartışmadır. İkinci Yenicilere göre şiirin öncelikle şairin kendinin ve belki dar çevresinin mutlu etmesi yeterlidir.

İkinci Yeninin şiir akımı olup olmadığı konusunda, bir manifestosu, bir ilkeler bütünü olmadığı gibi savlarla Asım Bezirci, Attila İlhan gibi toplumcu şiir yandaşları tarafından yürütülen tartışma, elbette İkinci Yeninin okuru yerinden eden bu özelliğini görmezden gelmişlerdir.

Aslında İkinci Yenicilerin “şiir yüksek sesle okunmaz” tartışması tamamen bir manifesto niteliğindedir zira İkinci Yeni şiirleri de ses, ritim gibi şiirsel unsurların yabancısı değildir ve elbette yüksek sesle okunabilirler.

İkinci Yeni şairleri şiir dünyasına gözlerini açtığında ortamdaki şiir geleneğinin “okura beğendirmek” hastalığı üzerine inşa edildiğini gördüler. Bu tartışmayı onun için yaptılar.

Türk şiirinde gelenek geleneğin reddi üzerine kurulu olduğu için 60’ların genç şairleri kendilerinden önceki kuşağı eleştirmek için “devrim” ve “politika” gibi kılıfına bürünmüş araçlarla, okuru yeniden öne çıkardılar. Şiire yeniden belki bir ilkokul müsameresinde değil ama politik kimliğe sahip bir topluluğa yüksek sesle okunma vazifesi yüklediler. Zamanın ruhu onu gerektiriyordu.

2016 Ocak ayında bir şaire verilen belki de en ilginç ceza basında yer buldu: “Emniyetten şair Erbaş’a ilginç gözdağı: Ayakta şiir okumak yasak, oturarak oku!” İzmir’in Kiraz ilçesinde şiir dinletisine katılan şair Şükrü Erbaş’a emniyetten oturarak şiir okuması, aksi takdirde ‘müdahale edileceği’ uyarısı geldi. Akşam yemek boyunca, şairin masasının yanında duran polisler Erbaş’ın ayağa kalkmasını kolladı.

Birçok şair için, örneğin Enis Batur, Hilmi Yavuz için, bu bir ceza olmazdı, ama Şükrü Erbaş, Ataol Behramoğlu için olur. “Emniyet” dikkatli bir şiir eleştirmeni olsa gerek, şiirin nasıl okunacağı konusunda tercihleri var. “Emniyet” İkinci Yenici.

Turgut Uyar “Kürdistan” kelimesini şiirlerinde ilk kullanan şair olsa bile 60 kuşağının Uyar’a yönelik bir eleştirisi vardı eleştirisi de özetle bundan ibaretti: ‘Neden ayakta okunacak şiirler yazmıyorsun?’ İkinci Yeninin bu anlamdaki yüz akı Ece Ayhan emniyeti alarma geçirecek şiirler de yazmıştır.

Bazı şiirler ayakta okunmayı gerektiriyor, mümkünse yüksek sesle; bazıları oturarak kısık sesle. Bazı şiirler oturarak okunmaya başlansa da yerinde durmuyor, arada ayağa kalkmak istiyor. Bu, bu şiirlerin nasıl bir okur hayal ederek yazıldığıyla ilgili bir durum.

“Emniyet” bunun farkında. Ama cumhurbaşkanı övgüsü yapan şairlerin ayağa kalkmalarına ses çıkarır mıydı emniyet?

Şiir iktidarın solcusuna ya da sağcısına, öylesine ya da böylesine değil, iktidara karşıdır. Klişenin, gramerin egemenliğine, pop’a, ranta, gündeliğe, rutine, norma, duvara, emre, şiir geleneğine, velhasıl iktidarın her türlüsüne karşı bir duruşunuz vardır (ya da yoktur).


Bazı şiirlerse en güzel duvardan okunur; o zaten hepten yasak, çevreyi kirletiyor.



Enis Akın * KaosGL, 2016

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Bir Marka Analizi: Ahmet Güntan*

Bir Marka Analizi: Ahmet Güntan
Enis Akın


1970’li yıllarda şiirde 30-50 yıl arası bir gerilemeye tekabül eden, sloganlara dayalı, hamaseti yücelten hülasa, kısır şiirler yazıldı. Oysa genel bir kabul olarak aynı yıllarda toplumun politik hayatı öne çıkıyor, önem kazanıyor, deyim yerindeyse “yükseliyordu.” Buna rağmen Türkçe şiirin kısırlaşmasını nasıl açıklayabiliriz?

Şu bir yanıt: Aslında söz konusu yıllarda politikanın “yükseldiği” tartışmalıdır. O yıllarda olgun bir politika izlemediğimiz bir gerçek; birkaç geç örnek hariç, tepeden inmeci bir politika söz konusudur. Halkın büyük çoğunluğunu ilgilendirmeyen bu politika yapış tarzının tek istisnası Devrimci Yol’un otonomi aradığı mahalli örgütlenmelerdir.

Onun dışında “yükselen bir politika” var mıydı, yoksa babamızdan kalma İttihat ve Terakkici zihniyetin heyheylenmesi miydi bu yükseliş? Bu durumda belki de 12 Eylül darbesine İttihat ve Terakkici gelenek içinde “bir klik çatışması” olarak bakmak da mümkün. Devrimcilerin babalarından devraldıkları miras buydu; ellerinde İttihat ve Terakki’den başka bir araç yoktu, diye bir açıklama getirilebilir. Açıkçası 12 Eylül’deki yenilginin bu kadar ağır olmasını da başka türlü açıklayamıyorum. İlk ve esas yenilgi şiirde yaşanmıştı çünkü. “Yükselmeyen politikanın şiiri de yükselmedi” değil, hayır; “yükselemezdi çünkü şiiri olmayan bir politikaydı”. Burası önemli.

40 yıl sonra Gezi şunu ispatladı: Şiir ve insanlar, sokağa, inerlerse, beraber inerler.

Doğru veya yanlış, herkes yukarıdaki açıklama üzerinde hemfikir olmasa bile herhalde o dönem şiiri üzerinde çoğunluğun katılabileceği tez “şiirin zanaat yönünün öne çıktığı”dır. Ayrıca bu tez, bu dönem solcularının halkevlerinden çıkıp kolayca reklam evlerine girmeleri olgusuyla da desteklenebilir. “Reklam sloganı”yla, “sloganlara dayalı şiir” arasındaki ortak payda “slogan” olsa gerek.

70’lerde şiir geriledi, 80’ler sahicilikle yeniden tanışma, 90’lar deney yılları oldu. 2000’lerdeyse Türkçe şiir tekrar “akımlar yaratmaktan” bahsedebilme güvenine kavuştu. Gerçekten akımlarımız olmadı belki ama olmuş gibi davranabilecek cesaretimiz vardı. Artık eskisi gibi “benzer olmak” değerli değildi, “farklı olmak” zamanıydı. Bu durum şiiri dış etkilere açık bıraktı.

Eğer ben 2010 yılında satış başarısı hedefleyen bir şiir yayınevi kursaydım daha önce şiirde görmeye alışık olmadığımız türden bir pazarlama planıyla işe başlayabilirdim. Şöyle düşünürdüm: Ürün hiçbir şeydir, slogan her şeydir.

Şunu sorardım: Bu kadar çok şair arasında ürünümü nasıl pozisyonlayacağım?

Pazarlama uzmanı değilim ama anladığım kadarıyla olay kabaca şöyle işliyor: Öncelikle sattığınız “benzersiz satış teklifini” tanımlıyorsunuz, ardından hedef pazarı belirliyor, sonra bir iş planı yapıyorsunuz. Yani önce bir farklılık buluyor, sonra kime satacağınıza karar veriyorsunuz. İşin anahtarı şu ki, benzersiz satış teklifiniz yoksa elinizde bir ürün de yoktur. Farklı değilseniz ölüsünüz. Pazarlama bunu söylüyor.

Marx ise bize şöyle öğretti: Sermaye, hayatını sürdürmek için büyümek zorunda. Dolayısıyla üretimi hızlandırmak zorunda. Dolayısıyla tüketimi arttırmak zorunda. Elimizdeki veriler bunlar. Üretimi arttırmanın yolu belli teknolojik ilerleme, iş bölümü, vs. Tüketimi arttırmak için de pazarlama gerekiyor. Yani pazarlama adı verilen alan, bir yan süreç filan olmayıp kapitalizme göbekten bağlı. Bunun için de pazarlama adı verilen “alan” yıllardan beri bir bilim addediliyor, araştırılıyor, geliştiriliyor. Örneğin, SWOT analizi son zamanlarda kullanılan tekniklerden biri. Dört kelimenin baş harflerinin birleşmesinden oluşuyor: Strengts (güçlü yanlar), Weaknesses (zayıf yanlar), Opportunities (iş olasılıkları), Threats (tehditler). Bunları bir matris içinde görselleştiriyor, işinizi, markanızı, vs. “görerek” bir “iş planı” çıkartabiliyorsunuz. Bu sadece bir yöntem. CRM (müşteri ilişkileri yöntemi) vs. gibi başkaları da var.

Pazarlama yöntemleri edebiyatın meta olmaya yatkın birçok alanında kullanılıyor, ama adına şiir dediğimiz şeyin iliklerine pazarlama yöntemlerinin ciddi oranda sızmaya başlamış olmasından rahatsızlık duyanlardan biriyim. Gerilla pazarlamacılığın gerillayla bir alakası olmadığını biraz fazla sık söylemek zorunda kalıyorum; bu benim “şiir ve reklam” üzerine ilk yazım değil; yıllardan beri şiirsel iktidar çerçevesinde düşündüğüm bir konu. Örneğin Nisan 2013’te şöyle yazmışım:(1)

Yalnızlığımız içinde okuduğumuz, kaybolduğumuzda elimizin altında olsun istediğimiz şairlerin, “kapitalizmin kısa filmi” reklamlarla aynı dilden konuşmamasını beklemek hakkımız değil mi?

“Şiirde sermayenin buyruklarını yerine getirmek” diye bir sav olsaydı, biliyorum “yok” ama eğer olsaydı, otomobil reklamına benzeyen şiirler yazmaktan daha güzel bir somutlaşması olabilir miydi bunun? Biz bir şiiri sevdiysek, o şiir “arkasında bir toz bulutu bırakıp giden”in şiiridir diye değil, ondan çok, trafik sıkışıklıklarında su satmak için bekleyen, trafik akarken otobanın kenarında canı sıkılan çocuğun şiiridir diye sevdik. Bu kadar hamasete hakkım vardır, belki.

Aynı yazıda Ahmet Güntan’ın Beyaz Peugeot adlı şiiriyle ilgili şöyle bir cümle de varmış:
Pazarlamanın buyruklarını içine sindiren benim rastladığım ilk örnek, hatta daha sonra benzer bir reklam filmi de çekilen, Beyaz Peugeot’dur.

Şimdi, şiirin pazarlamaya en uzak olması gereken sanat olduğunda hemen herkes hemfikir; bence de öyle. Ancak fikir birliğine rağmen iki konuda ciddi bir talep var: Pazarlamada şiir kullanımı ve şiirlerin pazarlaması. Parçalı Ham adlı kitabından yaptığım şu alıntıların da gösterdiği gibi Güntan da konu hakkında düşünenlerden biri: “her marka bir masal anlatır [ mış ]” [Parçalı Ham 15]; “[elimde değil] markalar [üstüme geliyor]” [Parçalı Ham 15]; “Marka olmak istiyorum” [Parçalı Ham 31].

Bir para dünyası terimi olan “marka” kavramını, şairlerin para etmemesiyle övündüğü “şiir” için de kullanmak mümkün mü? Para kazandıran değil, ama bir şeyler (itibar, liyakat, vb.) kazandıran bir marka (?).

Öncelikle, markanın tanımı nedir? Eğer markayı bir “şey”in diğerlerinden farklı olarak tanınmasına olanak veren bir terim, bir tasarım, bir sembol veya herhangi bir başka özellik olarak tanımlıyorsak, evet: Şairler de farklarıyla bilinmek durumundadır; diğerleriyle aynı şiiri yazan bir şair, varlık nedeni olmayan bir şairdir.

Her şairin kendi özel sesini diğerlerinden farklı kılmak istemesinde bence hiçbir sakınca yok. Farklı olmak, narsizm çiçeğinin bu dış güzelliği, anılmak isteyen her şair için bir zorunluluk, adeta bir varoluş beyanı. Ama. Aması şu; “farklılık şiir içinde aranmak kaydıyla.” İşte bu yazının konusu önceki cümledeki “şiir içinde”nin tanımı.

Bu yazının konusu, hayır, Ahmet Güntan’ın mesleği olan reklamcılık, vb. değil. Bu yazının konusu, onun “şiir içinde” ne söylediği. Burada “şairin hayatı da şiire dahil” diyen Cemal Süreya’ya da bir selam gönderebiliriz; evet öyle.

Güntan, 1955 doğumlu. 1970’lerin sonlarında sol-siyasi bir dergide (Birikim) şiire başlıyor. Sonra 20 yıl reklamcı olarak çalıştığını söylüyor, şirketin adını da veriyor: Cenajans.2 84’ten sonra 20 yıl kadar para dünyasının gereklerini yerine getirmekle geçen uzun bir sessizlik dönemi var. Daha sonra 2003’te önce Esrariler adlı deneme kitabı yayınlanıyor, sonra 2005’te ve 50 yaşında Kitap-lık dergisinde yayınladığı Parçalı Ham manifestosuyla “geri dönüşünü tamamlıyor”.

Murathan Mungan’la aynı yaşta Güntan. İkisi de aynı yıllarda, aynı şehirde (Ankara’da) ve aynı siyasi dergide şiir yazıyorlar. Ama şiirleri apayrı.

Mardin kökenli, İstanbul doğumlu Mungan şiirinde o yılların toplumcu beklentilerine bir ölçüde yanıt verir. Belki kendini bir “göçebe” gibi hissettiği içindir; ilk şiirlerinde sık sık “dağlardan” vb. dem vurur. Oysa Güntan devrimcilik adına, fırına heroik değerleri biraz hızlı biçimde sürüp sürmemeye karar verememiştir, Türkçe şiirin tersine gider, (ben bir metafor olarak öneriyorum) bir “Dame de Sion’lu sosyalist” profili çizer; işte bu o zaman yeni bir şey. Hem özel okulda okuyan bir burjuva hem de halktan yana olunabileceğini iddia eden bir tip, bir risk, bir renk.

Püriten ahlakının kimseyi götüreceği bir yer kalmadı: Fakir olmak, iyi ahlakın hele de iyi şiirin garantisi olmadığı gibi, burjuva olmak da kötü ahlakın ve kötü şiirin garantisi değil. Güntan’la Türkçe şiire gelen Dame de Sion’lu sosyalist “herkesin herkesle sevgili olduğu bir toplumu özler” ve “genç, güzel ve karnı aşağıya dümdüz inenler için, arabayı kilitleyip eve girerken hatırlamalarını istediği şiirler” yazar. Zengin sınıftandır, galerilerde otomobil test sürüşü yapar, evde ayrı odası vardır. Onun için sosyalizm sınıfsal bir zorunluluk değil iradi bir seçimdir.

Araba galerilerini gezdi hangisini deneyecekti […]
Odası sesi kısılmış bir televizyondu
[Çingene’nin Aşkı]

Güntan’ın sosyalizme o gün ya da bugün inanıp inanmadığından da, bunun önemli olup olmadığından da emin değilim; ama 1984’de yayınlanan ilk kitabı İlk Kan, yazıldığı günlerin toplumsal gerilimlerine cevap vermeyi önemseyen ve bunu yaparken aynı zaman da sahiciliğini korumayı amaçlayan bir şiir yaklaşımı içerir. Belki şiiri biraz fazla oranda bir anlatma/öyküleme addeden bir şiir tarzı, ama “sosyalist ve şair” olmayı, Mungan’ın aksine rollere sığınmadan, kendisi kalarak, kendi dünyasını reddetmeden başaran bir şiir tarzı.

Güntan’ın “20 küsur yıl her şeyden uzak yaşadım ben, ne dergi, ne bir şey” kelimeleriyle de ifade ettiği gibi aradan 20 yıl geçer. Geri döndüğü zaman sokakta ve şiirde “Dame de Sion’lu sosyalist” popülerliğini yitirmişti.(3)

Bu 20 içinde Lale Müldür’le “Voyager 2” adlı bir şiir kitabı yayınlasa da “Türk Edebiyatı Beni Neden Kabul Etmiyor?” gibi yazı başlıklarının da gösterdiği gibi, genelde kendini dışlanmış hissetmektedir. 50 yaşındadır. 20 küsur yıl her şeyden uzak yaşamıştır, “ne dergi, ne bir şey”. Artık farkını ortaya koymanın zamanı gelmiş ve geçmektedir. Ahmet Güntan’ın bir aşırılığa ihtiyacı vardır: 2005 yılında Kitap-lık’ta Parçalı Ham yayınlanmaya başlar. Bu şiir dizisinde Ahmet Güntan eskisinden tamamen farklı bir biçimde konuşmaya başlamıştır.

“Gerçek” Ahmet Güntan, eskiden tanıdığımız Ahmet Güntan’dan epey farklıdır. 2005 öncesinde toplumsal beklentilere cevap vermeyi bir nebze de olsa önemseyen şiirini göründüğü kadarıyla bir tarafa bırakmıştır. “Dame de Sion’lu sosyalist”in “sosyalist” bileşeni İlk Kan’daki oluşturucu öğelerden biri iken, Parçalı Ham’da geçmişten kalan solmaya yüz tutmuş bir renk haline gelmiş, bazen de (aşağıdaki alıntıda olduğu gibi) karşıtına dönüşmüştür:

sabah beşiktaş sürü işe koşuyor
kaldırımlarda son düzeltmeler hızlı
hızlı erken kalabalık nasıl kalabalık
siyah bir köpek kıçını yere yaklaştırmış
sırtı yay gibi öyle kafasını kaldırmış
yukarı gördüm insanlara bakarak sıçıyor
kalktı yürüdü gidiyor. [Parçalı Ham 7]

Bir zamanlar “herkesle herkesin sevgili olduğu bir toplumu özleyen” şair, bu yeni geldiği şiirde emeğiyle geçinen insanlardan iğrentisini gizlemez (köpek işe giden “sürü”ye bakarak “sıçar”).

Kitap olarak yayınlanması 2011 yılını bulan Parçalı Ham bir parantez bolluğudur. Güntan parantezlerden aldığı büyük hazzı “somuta gidelim” tarzı bir dünyevilikle ilişkilendirir. Okunaksızlık, neredeyse amaçlanmış bir şeydir. Ne anlatılırsa anlatılsın “parantez” ritmi bozmak, okuru uzaklaştırmak, “deney yapmak” için en uygun araç gibi görünmektedir.

Şiir ve yazılarında bir kavram atar ortaya Güntan: “Boktansızlık arayışı”. Boktanlık “OK”dir. Görev duygusunu bir tarafa bırakmayı, onun yerine basitliği, somutluğu, “bok”u ve “tv zapping” tekniğiyle yazmayı vb. önerir. Yani hayır, intihar eden birinin son çırpınışlarını izliyor değiliz; bu bir “teknik”. Yoğun kolaj ve patchwork kullanımını içeren bu teknik Parçalı Ham’ı tek bir cümleyle tanımlayabilmemize olanak verir: “Türkçe şiirin parantezleri keşfi”. Eklektizmin Dada’dan beri eskitilmedik bir türünün kalıp kalmadığını bilemiyorum, ama eklektizm depresyonla kardeştir ve Güntan’ın yeni bir şiir olarak önerdiği budur: Eklektizmin hiç denenmemiş bir versiyonu(?).

Parçalı Ham statiktir, hareketsizliğin kutsanmasıdır, hayatın algılanışını değiştirmeye hiçbir yelteniş içermez, ortada bir bildiri yoktur; her şey bir an, bir oda, bir ego içinde donmuştur. Pandora’nın kutusu açılınca içinden çıkan persona, sonsuz şımarıklıklarının gösterisine bizi gözlemci kılmaktadır. Sahne ışıkları altında her şeyi aydınlatmayı vaat eden ve her davranışının onaylanmasını bekleyen, bizden gelecek hiçbir eleştiriyi kabul etmeyeceğini baştan beyan eden bu şiir, Türkçe şiirinin çok daha önceden keşfettiği insani karanlıklarda keşif yapan bir şiir değildir. Şairaneliğe karşı olmak ile estetiğe karşı olmak arasında karar verememiştir ve sessizlikle karşılanır.

Tam bu anda bir mucize olur, gök yarılır ve bulutların arasından bir huzme belirir. Şimdi bütün nane limonlarımızı içelim; zira Türk şiirinin kalın bağırsaklarında bir gezinti yapacağız.

20 küsur yıl sessizlik içinde yaşamış Güntan’ın, Parçalı Ham girişimi başladıktan sonra iki sene daha sessizlikle karşılanmaya “canı sıkılır” ve Kitap-lık dergisinde kendiyle bir söyleşi yapar. (4)

Kendi kendiyle söyleşinin güzel tarafı, kendi kendinize söz verebilmenizdir. İnsanların sizin söyleyeceklerinizi duymaya ihtiyacı varmış gibi konuşabilirsiniz. Size soru soruluyordur, demek ki söyleyecekleriniz önemlidir. Her durumda, kendi kendine söyleşi normal söyleşiden farklı kurallarla çalışır: Bir şey ispat etmek zorunda değilsinizdir. Beklemediğiniz bir soru alma riski yoktur. Söyleşide söylediklerinizi temellendirmeniz gerekmez. Eğer soruyu soran kendinizseniz, dost muhabbetindeymiş gibi konuşmanın altyapısı her açıdan hazırdır. Amaçlanan bir samimiyet havasıysa, kendiyle söyleşi bu iş için biçilmiş kaftandır.

Attila İlhan’mışım gibi çek panpa! (5)

Kendi kendisiyle söyleşi yapmak, nedir? Neden bir yazı, deneme değil de söyleşi? Bilmiyorum, yalnız şöyle bir açmaz var: Cevaplardan çok sorular bir şey anlatır bazen. İnsan herhalde tam da kendine “ne” sorulmasını istediğini ortaya döktüğü anda, niyetini de ifşa eder. Acaba Ahmet Güntan en mahrem rüyalarında kendisine nasıl hitap edilmesini, neler sorulmasını düşlüyordu? Şöyle:

“Ama abi sen de şairleri öyle bir yere koyuyorsun ki ulaşmak mümkün olmuyor.” “Abi sen de şiiri öyle bir yere koyuyorsun ki ulaşmak mümkün olmuyor.” “Abi bunun neresi hikâye?” “İyi misin abi sen?” “Abi sen de öyle şeyler söylüyorsun ki, ne yani şimdi neo-epik okunuyor mu sanki (…)?”

Evet, bir “samimiyet” hedeflenmiş gibidir. Kitap-lık’ta 2007’deki söyleşisi “kendimi anlatmak istiyorum, kendimi anlatamıyorum, beni duymuyorsunuz” diye başlar çünkü ilk soru şudur: “Parçalı Ham Manifesto’yu yazalı yaklaşık 18 ay oldu, 2006’dan bu yana 12 tane de parçalı ham şiir yayımladın, epey vakit geçti, biliyorum, sen şimdi bazı eleştirilere cevap vermek istiyorsun.”

Güntan Güntan’a “dök içini” der “konuşmaya acıkmışsın Güntan.” Güntan konuşur.

Konuşmasında bir yerde kendi şiirini sıkı şiire alternatif olarak önerecektir. Güntan Güntan’a sorar: “Biliyorsun Sıkı Şiir yaklaşık 20 yıllık bir iktidarı olan tartışmasız (sanki geri dönüşü olmayan) bir kavram. Sızdırmaz. Demir leblebi. Parçalı Ham’ın ise sızdıran bir yapısı var. Parçalı Ham’ın sıkı şiire karşı konumu nedir?” Güntan Güntan’a cevap verir: “Şiirin bugün gevşemek istemesinde hiçbir günah yoktur. Ece de gevşemek isterdi.”

Güntan Güntan’a “Orhan Koçak’ın şu manifesto yazan orta yaşlı şair nitelemesi de kimse üstlenmediğine göre artık senin üstüne kaldı. Ne yaptın böyle sen?” diye sorarken manifestosuyla önemli birileri tarafından fark edilen önemli bir şeyler yaptığını idrak etmemizi sağlar.

Bundan sonrası daha ilginç: Söyleşinin ortasında kendinden yaşça küçük şairlere seri bir biçimde taltifler yağdırmaya başlar. Örneğin Arslanbenzer “Türk şiirindeki tıkanık kanalı açmış” görünmektedir. İnanılmaz bir övgü.

Adı anılmıyor ama bence Huruç bir manifestodur, tetikleyici olmuştur. (…) Şiirin siyaseti bünyesine tekrar özgürce alabilmesi için Hakan Arslanbenzer bir mücadele verdi, sonunda fişi Namık Kemal’e takacak kadar cesur bir şairdir, yıkıcılardandır. Arslanbenzer şiire müdanasızlığı geri getirdi. (…) Arslanbenzer kanalı temizledi, şiirin seslenme isteğini utanılacak bir şey olmaktan çıkardı, bugün yazılan yeni şiire şöyle bir bakarsak bu kanalın açılması herkese ne büyük imkânlar sağlamıştır görebiliriz.

“Şiiri bilenler için birçok soruyu cevaplayan” Üstübal’dır: (6)

Ücra, şiirin düşünme faaliyetine geri dönmesi için yapılmış 30 sayılık bir bildiri, (şiirin statikleşen dirimsel yapısına karşı gelmeye çağıran) bir davettir, kurumsallaşmış modern şiirle girişilmiş güncel bir mücadeledir, Ücra da tetikleyici olmuştur. (…) Murat Üstübal’ın bir şiirine isim olarak da koyduğu bir kavramı var, Dirim Kurgu. Bakın bu kavram şiiri bilen birisi için ne kadar çok soruyu cevaplıyor.

“Şiirin faaliyetini dışdünyaya açan” Efe Murad’dır. Taltifle ulufe aynı kökten geliyormuş, sanki ulufe dağıtılmaktadır:

Efe Murad’ın sonradan getirip yapılandırma diye adlandırdığı tekniği (maddeye verilen isimle maddenin ilişkisini o anda, hemen orada, olay yerinde mevziî bir şifreye dönüştürmek), şiirin entelektüel faaliyetini bütün bir dışdünyaya korunmasızca açmasıdır.

“Tutamaksız çölün ortasında yolunu tek başına bulan” Ömer Şişman’dır:

Ömer Şişman’a da apolitik diyorlar, halbuki Meleksiz’in politik seçimi (Ömer Şişman kimden yana) ne kadar açıktır, besbellidir. Ömer’in de bu tutamaksız çölün ortasında yolunu böyle tek başına bulmuş olmasının ne kadar savunulması, benimsenmesi gereken bir başarı olduğunu görmüyorlar.

Yazının başında “pazarlamacılığın ilkelerinin adına şiir dediğimiz şeyin iliklerine sızmaya başlamış olmasından rahatsızlık duyanlardan biriyim” demiştim, işte burada konu tam da budur.

Reklamlarda önermeler bulunmaz, önermeler yanlışlanabilir şeylerdir, risklidir. Şimdi “şu iyidir” demek bir önermedir. Bir reklamda sadece mutlu insanları göstermek çok daha tercih edilen bir yöntemdir, bakın orada başarılı şairler var: Bu, modern reklamın dilidir. Yine bu dil içinde olgulardan ve fikirlerden söz edilmez; bunlar da risklidir, çok kolay sorgulanır. Kavramlardan söz edilir, hangi kavram olursa olsun önemli değildir. Reklamlarının ilkesi muğlaklıktır. Yukarıda reklamların yapış yapış dili konuşmaktadır. (7)

Söyleşiyi “halk zaten tatilde, ben de şiirden çok sıkıldım” diyerek bitiren Güntan’ın bu kişiler hakikaten bu kadar şahane işler yaparken, neden şiirden sıkılmış olduğu ayrı bir merak konusu olsa da bu herhalde bir jest, öyle sanıyorum. Önemli değil, önemli olan Güntan’ın yukarıdaki isimlere yağ çekerek partisine kaydetmek istemesi. Övülenler bu satırları çerçeveletip asmışlar mıdır bilmiyorum ama “hakaretle övgü arasında bazen çok ince bir çizgi olur”, demek isterdim. “Bayram değil seyran değil amcam beni niye öptü?” Şundan öptü: Aynı bu isimler, firesiz bir biçimde bir süre sonra çıkan başka bir “Güntan dizaynı” Mahfil dergisinde bir araya gelir.

Bağırsaklardaki gezimiz sürüyor. 2007 Mayıs ayında yayınlanan bu söyleşinin akabinde 2008 yılının Ocak ayında Mahfil (genellikle) üç-dört sayısı birden basılıp haftada bir sayısı dağıtılınca haftalık çıkmış addedilir. Bir dergiyi haftalık çıkarmanın mantığı edebiyatın gündemini yakalamaksa, üç haftada bir basıp haftalık dağıtmak, bir jestten ibarettir. Şunu gösteren bir jest: Güntan için şiirin nabzını tutuyor“muş gibi yapmak”, ana damar“mış”, herkesi toplar“mış gibi yapmak” çok önemlidir. (8) “Mış gibi yapmak”, yani jest. Adı üzerinde; Mahfil toplanma yeridir, merkezdir. Mahfil, Güntan’ın bilmediğimiz bir yüzünü gösterir edebiyata: Samimi birisi, ortam adamı, sosyal kimse, iyi insan, “hissi Türk”. “Herkesle tek tek ilgilenen şefkatli ağabey.”

Çok değil üç dört yıl sonra samimiyet ilerler ve yukarıdaki taltifler edebiyatta sınır tanımayan karşılıklı övgülere dönüşür:

Ben bu tartışmada herkesin Ömer’in [Şişman] “Yerini Bulamayan bir Z Raporu” şiirine bakmasını tavsiye ediyorum; orada kurbana duyulan aşkı apaçık göreceksiniz. 2000’lerin en başarılı şiiridir bence. (9)

Anladığım kadarıyla Ahmet Güntan “sevgi” dolu birisi, o kadar çok kişiyi o kadar çok seven bir yürek hatırı sayılır boyutta olmalı. Kendine kendinden yaşça küçüklerden kurduğu çevresiyle sevginin ve samimiyetin tarihini yazmaya başladığında, aşağıdaki alıntının gösterdiği gibi, bazen müritlerin “hangimiz Güntan’ı daha çok seviyor” diye kavgaya tutuşması sorun olabilir. Eğer gidip bir çiftlikte bir arada yaşasalardı, bunu kesinlikle hiç dert etmezdim. Alan memnun veren memnun, bana ne oluyor? Şu oluyor: Bunu uzakta bir çiftlikte yapmıyorlar.

[Parçalı Ham için] “2000’lerin en önemli şiir olayı” gibi dalkavukça bir sözü ben zaten söylemem. En önemli şiiri [abç] der, bayrağı diker geçerim. Ömer’in [Şişman] o sözü bayağılık kokuyor bu yüzden. “Şiir olayı” diyor çünkü (…) “Şiiri” demiyor. (10)

Güntan farklı dünya görüşlerine sahip dergileri sevgi ve övgülerle kucaklar:

Heves’te Batı’ya atılan bakir bakışı, Fayrap’ta Batı’yı eleştirme gücünü sevdim. Heves’te yapılan serbest çağrışımların itici gücünü, Fayrap’ta sonu halkçılığa varan toplumsallık ihtiyacının dile getirilmesini sevdim. Heves’teki kader birliğinin getirdiği kardeşliği de sevdim, Fayrap’taki fikir birliğinin getirdiği kardeşliği de, iki taraftan da çok yakın dostluklarım oldu. (11)

Yukarıda Fayrap ve Heves dergileri birbirine eşit boyutta zıt kuvvetler olarak tanımlanır. Oldukça indirgeyici bu tanıma itiraz gelmediğine göre, muhataplarınca kabul görmüş olsa gerek. Heves = Batı, Fayrap = Doğu. Yaratıcılık bu mu? Hem indirgemeci hem de yanlış. Yıllardan beri “Batı bunu konuşuyor” başlığı altında kişilerin özel ve bayat okumalarının burnumuza dayandığı bir ülkede yaşıyoruz. Batı’ya şiir odaklı bakılacaksa Fayrap’ın ABD kökenli slam şiirine bakışı çok daha doğrudur; Türkçe şiirin esasıyla, varsa böyle bir şey, daha yakından ilgilidir.

Osman Konuk da bu övgü atağının etkisi altında kalınca bunun Türkçe şiirde bir epidemik olma yolunda ilerlediği kesinleşir:

[Mahfil toplantısında] Kimse artistlik yapmıyor. Şiirden bahsederken sahte bir huşu içinde davranmıyor. (…) Periyot devrimi sayılabilecek bir girişim Mahfil. (12)

Şimdi aslında bu “hatır çeki mantığı” şiirde yeni değildir, 80’lerden kalmadır. O zamanlar Yazko, Şiir Atı, Sombahar, Üç Çiçek, vb. dergiler Adnan Özer vd. etrafında şekillenen dar çevrelerin eş dost parlatma kampanyaları yaparlardı. Bu kampanyaların özü edebiyatta bir çete, bir “bize karşı onlar” kurgulayabilmekten geçer. 2007 söyleşisiyle başlayan süreçte Güntan Bunu başarmış görünüyor.

Kendiyle söyleşilerinden birinde “Kendine kardeş bulmanın imkansız olduğu bir dünya, çok okşamalık söz var ama kardeş yok. (…) bunca kardeşçe okşamalık söze rağmen, kardeşsiziz”(13) diyor Güntan.

Daha önce “ensest ahlakı” diye bir kavram atmıştım ortaya. Yukarıdaki öpücüklü ilişkilere bakınca da aynı şeyi söyleme gereği duyuyorum. Eğer sevgiliyseniz birbirinize “doğum günü hediyelerinizi” yolun (kültürün) ortasında vermeyiniz, trafik oluyor. (14) Kişisel ve kamusal sevgileri karıştırmanın adı “şiir”, “büyük şiir”, “önemli şiir” filan olmuyor.

Sanat dünyasının gıda perakendeciliğinden farklılaştığı yer sanat pazarının serbest bir pazar olmamasıdır, şikelidir.

Ama keşke ortada gerçekten övecek bir şey olsa. Keşke. İşin usanç verici boyutu şu ki 2005’te deneyciliği, 2010’da fütürizmi keşfetmek (hızı hâlâ paha biçilmez bir şey addetmek), politik şiir yazmanın terazisi olarak 2010’da hâlâ Mustafa Suphi’yi görmek, Türk şiirinin yenilik ihtiyacı olarak kolaj, patchwork tedarik etmek, aşırılık ihtiyacı olarak “bok” tedarik etmek “bon pour l’orient”in sözlük tanımıdır.

Türkçe şiirin kalın bağırsaklarında yaptığımız kısa gezinti tünelin ucunda bitiyor; Güntan’ın “bok şiiri” olarak bilinen şiiriyle. Benim o şiirle ilgili hassasiyetim, Yeşilyurtlu vatandaşınkiyle aynı. Son yazıma “Enis Akın anlamsız şeyleri karşılaştırıyor” buyurmuşlar;15 buyurun, bir anlamsız karşılaştırma daha yapayım: Ahmet Güntan’ın, farklı olmak adına, ülkede yakın zamana kadar Kürt kökenlilere bok yedirildiğini unutarak, ciddiye alınabilmek için bok şiiri yazmaya varana kadar, her yolu denerken unuttuğu bir şey daha var: Farklılaşmaya çalışmak kadar sıradanlaştıran bir şey yoktur. Günün sonunda bütün reklamlar, bütün pazarlama çalışmaları, bütün iş planları, vizyon misyon bildirileri, hepsi aynıdır, sıkıcıdır. Bok da sıkıcıdır.

Reklamla şiir arasında bir bağlantı aramak için de başlangıç noktası “sıfatlar” olabilir. 2007 Kitap-lık söyleşisinde reklamın dilini becerikli bir biçimde kullanan ve kendisine bir cemaat dizayn eden Güntan, o tarihten iki sene önce 2005’te “sıfatlardan kaçının” diye bir öneri içeren bir şiir manifestosu yazmıştı. Sıfatlarla reklamın bağlantısını kurmak zor değildi, ben bunu o zaman “reklam dilinin eleştirisi” olarak algılamaya meyilliydim. Bunu, şiirde sıfatlardan arınmış bir dil bulacağız diye kurmuştum. Yanılmışım; öyle bir kaygısı yoktu Güntan şiirinin. Yakınından bile geçmiyordu. Görüldü ki ortadaki yine ve sadece bir jestti. Daha sonra kendisini üç sıfatla tanımladı: “Toplumcuyum, Müslümanım, eşcinselim” (16).

Bir insan neden cinsel tercihini açıklar? Pazarlama senden bir “şey” olmanı ister; ancak kimlikler pazarlanır; Güntan pazarlamanın talebini arz etmektedir. “Eşcinselim.” Bunu söylemeyi 1970’lerde bir cesaret olarak adlandırabilirdik, ama şimdi öyle mi? “Müslümanım.” Bir insan neden dinsel inancını açıklar? Toplumda dinsel inançların piyasa değerinin arttığı bir dönemde “Allah’ı bulmuş” olmak neden, tek bir yerde değil üstelik tekrar tekrar anons edilmektedir?

[ gözlerimi açtığım zaman allah’ı her yerde görüyorum ] [ ( o yüzden ) allah’tan korkmuyorum ] [ allah’ı seviyorum ] [Parçalı Ham 27]

[ allah’ın var olduğunun en büyük ispatı bizi
duyuyor olmasıdır ] [Parçalı Ham 38]

Marksizmin bana hediyesi Allah oldu. (17)

Başka bir Ahmet Güntan dizaynı 160 km yayınları(18) 2011 yılında kurulalı beri, bana 200 kadar reklam e-postası gönderdi; hepsinin de sonunda şu ibare yer alıyordu: “Not: Maillerimizi okumak istemiyorsanız lütfen bizi bilgilendirin.” Aklıma ABD’de markette satılan ilaç kutularının üzerindeki şu akıldışı emir cümlesi geliyor: “Delik ambalajları kullanmayın.” Dikkat edilsin: Satın alabilirsiniz ama kullanmayın. Ambalajı delmeden nasıl kullanacağız? Akıldışı. Bu akıldışılığı anlamaya çalışırken birden ampul yandı: Pazarlama ilkelerine göre bir malın üzerinde yazması hayal bile edilemez bir fiildir “satın almayın.” Onu yazamadıkları için “kullanmayın” yazıyorlar. Bilinçaltımıza konuşmaya çalışır her fırsatta pazarlama. Benden izin almadan; benden, iznim olmadan edindiğiniz kişisel eposta adresime 200 tane eposta göndereceksiniz ve ben size “artık bunları almak istemiyorum” yazarak bu davranışınızın meşruiyetini onaylayacağım öyle mi? Buyrun, gerilla pazarlama. Diğer pazarlama yaklaşımlarından çok farklı (!). Gerilla pazarlama da budur, pazarlamadır.

Maillerinizi uzun zamandır Migros’tan filan gelen elektronik postaları biriktirdiğim yerde biriktiriyorum, gereksizler kutusunda. Benden neden kişisel bir yanıt vermemi istediğinizi anlıyorum, “çünqü bana aşıqsınız”. Enis Akın olarak “bana” değil, “müşteri kraldır”daki müşteri olarak bana; çünkü öyledir, markalar müşterilerine, müşterilerin markalara olduğundan çok daha fazla âşıktır. Ama bu seferlik size kişisel bir yanıt veremeyeceğim: “İşburada sizi bilgilendiriyorum: Maillerinizi almak istemiyorum.” Umarım anlatabilmişimdir, “sorun sizde değil sorun bende”.

Satış yaklaşımları “hard sales” (zorlayıcı satış) ve “soft sales” (yumuşak satış) olarak iki genel çizgiye ayrılır. İkincisi zorlamamayı öğrenmiştir, naziktir, samimidir, iddiasız görünür. “İnsanlarla samimi yollardan ilgilenme becerisi, onları yönlendirme becerisinin çok yakınından geçer. (…) Onlar [yumuşak satış yapan tezgahtarlar -ea] samimiyetin naif olmak zorunda olmadığına işaret eder.”(19)

Richard Sennett’in cümlesini okuyunca çarpılmıştım: “Samimiyet, naif olmak zorunda değildir!”

Planlanmış bir samimiyet olabileceğinden söz ediyor Sennett. İşte bu 160. Km “şair cemaati” çerçevesinde Güntan’ın “bize karşı onlar” dizaynının başarısını açıklayan bir kavram. Bugün samimiyetine, alçakgönüllülüğüne inandırdığı cemaatini kapitalist düşünce sistemlerinin içine doğru hızla ve en sağa doğru çeken Güntan’ın etrafında başta Ömer Şişman olmak üzere küçük Bilaller, mafyatik ilişkiler içinde, bir yandan gruba aidiyetlerini ispatlamak için “ellerinde palayla” dolaşmakta ve diğer yandan sürekli birbirlerini alkışlamakta, birbirlerine şiirler ithaf etmektedirler. 160. Km’de arada rastlantısal olarak iyi kitapların da (bilebildiklerim içinde İsmail Arslan, İlker Şaguj, Rıdvan Gecü, Mehmet Davut, Osman Çakmakçı) basılıyor olmasının söylediklerimi yanlışlayan bir tarafı elbette yok. 2007’deki o söyleşi, arkasından gelen Mahfil ve sevgi dolu ilişkilerin teşhiri, blogları vs.’den oluşan cümbüşün ortasında bir Ahmet Güntan yoktur, şiir yoktur; Ahmet Güntan’ın Türkçeye bir yenilik olarak önerdiği Parçalı Ham’ın 1. sayfasıyla 261. sayfası arasında ilerleme yoktur, hareket yoktur, yaşam belirtisi yoktur. Sadece bir samimiyet jesti, ve onun gönüllü alıcıları vardır. Şairler cemaat, dernek, birlik, çevre, mafya, grup, sürü, vb. böyle “biz”ler içinde bulunmazlar. “Şair-biz”ler olmaz demiyorum orada şair olmaz, diyorum.

Şiir yazmaktansa şiiri konu eder, odasında Mevlana’yı arayan (deneyime dayanmayan ve bir deneyim yaratmayan) şiirlerden sıkıldığımız bir zamanda, şiiri deneyimden tamamen kopartır. Bunun da adına somutluk der; oysa somutla (concrete) olumsallık (contingency) ayrı şeylerdir; eline bir kayıt cihazı alıp rasgele kayıt ederek yakalanmaz somut; o da bir tasarım gerektirir (maalesef). Şiirde samimiyet ve kendiliğinden diye bir şey yoktur; olsa bile yoktur. Her türden öznelliğin “yetenek” olarak servis edilmesi bıyıkları terlememiş gençlerin hayali ve pazarlamacıların uzmanlık alanıdır. Olabilir, velev ki Türk şiirinin “saçma”ya ihtiyacı olabilir ya da siz bunu düşünerek bir girişim başlatmış olabilirsiniz, beynin sürekli anlam (yanlış anlam) üretmesi bazen dar bir giysi olabilir, bilgiye (beyne) de başkaldırabilir (hatta kaldırır) şair, ama işte tam da bu noktada yıllardan beri tekrarladığım bir ilke var, ancak ve ancak onu unutmadan: Şiiri bilgiye indirgeyemezsiniz, ama şiiri bilgiye indirgeyemeyiz diye bilgiyle hiç ilgilenmezseniz en bildik, en faşist, en bön gerçekler sızar içeri. Şiirinizde anlamla işiniz olmaması için anlam üzerine en çok sizin kafa yormanız gerekir, anlamında.

Yukarıda sıfatların sanatta kullanımından kısaca söz ettim; aslında Frankfurt Okulu’nun gösterdiği gibi sıfatlarla faşizmin ilgisi sanıldığından fazladır. “Faşist sanat nedir?” sorusunu Türkçe şiire sormak gerekirse Parçalı Ham’ın hareketsizliğine de değinilebilir veya sadece kendi hareketsizliği değil aynı zamanda bizi hiçbir harekete davet etmemesine veya steroidlere alışmış benmerkezciliğine veya bize hiçbir şey söylemeye çalışmamasına değinilebilir veya sadece aşağıdaki ifadelere:

[ Yahudiler için cebimde hep küçük bir adalet
terazisi taşırdım ]
[ Sonra attım ] [Parçalı Ham 20]

Birine ülkemin ırkçı olduğuna inanmadığımı
söyledim, hava soğuk, üşüdüm dedi, gitti.
[Parçalı Ham 38]

- ben demokrasiden nefret ediyorum.
[Parçalı Ham 16]

Güntan’ın marka analizinin bizi götürdüğü yer burası: Bence, Güntan faşist değildir. Faşist olmadığı gibi toplumcu da değildir, Müslüman da değildir. Ortada olan tek şey “mış gibi yapmak”tır:

Siyaset bir salyadır diye düşünürüm, ama insanın siyaset yerine koyabileceği bir sistemi ufukta göremediğim için siyaseti çok önemserim, olaylara siyasi bakarım [abç]. (20)

Güntan “siyaseti çok önemsiyor”muş; bu ve benzeri düşünce kırıntılarını sürekli dışa vuran, kendi hakkında söylenebilecek bütün sözleri, yapılabilecek eleştirileri bir alanda toplamaya çalışan Güntan, Parçalı Ham’da kapalı bir devre oluşturmayı dener. Yazıldıkça genişleyen ama yine kapalı kalan bu çember Güntan’ın sadece kendini ilgilendirir, rasyonelleştirmeleri, mazeretleri, okurla teşhire varabilecek biçimlerde paylaştığı özel hayat ayrıntılarını ve kendiyle söyleşilerini içerir. Saçma bile olmak bir çalışma istiyor, bir tasarım istiyor. Nasıl? Bilmiyorum, ama örneğin kendisi de zapping tekniğiyle yazdığını yazan Jeroen Mettes şiirine (N30+) bakılabilir. Natama’nın 6. sayısında Mettes’in manifestosunu ve şiirlerinden örnekleri yayımlamıştık.

Herkes “bir şiir sahibi” olacak diye bir şart yok; zorlamaya gerek yok. Kavga ederiz. Kavga bazen iyidir. Sınırlarımızı belirtmemize vesile olur.

Örneğin benim aşılmasına izin vermeyeceğim bir sınır çizgim şu: Şiir kim içindir? Güntan’ın buna hayatının iki aşamasında verdiği iki cevabı var: İlk kitabına göre “Dame de Sion’lu sosyalistler” için, ikinci kitabına göreyse “herkes, yani, şiirden anlamasa da, şiiri sevmese de çoğunluk” için. İkinci yanıt konusunda anlaşamıyoruz, “ben elitisitim” :).

Benim “şiir kim içindir” sorusuna şiire başladığımdan beri pek değişmeyen bir cevabım var. Şu: Okur gerekirse yaratılır. Okura “şiir götürmek” şiiri ayağa düşürmektir, aslında okur yoktur genellikle, bir tane okur vardır, her şey o okur içindir. Reklam şiiri alçaltır, şiiri bir özgürleşme aracı olma yeteneğinden soyar, şiir reklamı, şiirden şiiri çıkarttığınızda elinizde kalan şeydir.

Şiir değer vermeyen bir okurun seveceği bir şiirin değeri ne? Yazmaya değer mi öyle şiir? İyi şiir kötü şiirden anlamayana, çoğunluğa satılan ve satılmayan şiirlerden bağımsız olarak bir de şiir vardır. Reklamla sattığın şiir “dirense ne fark eder direnmese ne”?

Yukarıda da yazmıştım, Gezi “şiir okunmuyor” şehir efsanesini tuzla buz etti. Şiir satmayabilir ama okunuyor, dolayısıyla “nasılsa bizi izleyen yok” türünden anlamsız kampanyalara gerek olmadığı bir kez daha su yüzüne çıktı.

Anlaşamayacağımız ikinci konuysa “internetin alamet-i farika olduğu”. Pek öyle değil. İnterneti ilk kullanmaya başladığımda 90’ların başında Özcan Özbilge, kurduğu Araf isimli eposta grubunda sağcı, solcu, vb. ayırmadan yurt dışında yaşayan Türkleri bu yeni âlemde bir araya getirmişti. Çok yeniydi, gurbetteydik, çok yoğun kullandık, çok kavgalarımız oldu. Dünyanın birçok yerinden, ilişkimi hâlâ sürdürdüğüm bir sürü arkadaş da edindim. Ama sonuçta vardığım nokta şu: Sosyal medya kullanıcılarını seri bir biçimde narsistik zehre bulanmış oklarla vuruyor, insanların egolarını büyütüyor. Hem de dünya ve zaman kadar. Bilgisayar oyunlarında ölümsüzsünüz ve bir sözünüzle bütün dünyaya hitap etme yeteneğiniz var. İnternette dünyayla konuşanların gürültüsünden başka hiçbir şey duyulmuyor. “Dünyayla konuşan” diyorum; bitimsiz monologlar, salgın kanaat ishali gibi başka adlandırmalar da mümkün. Herkes kendini (dünyaya eşit) bir “fenomen” olarak görürken diyalog mümkün olmuyor.

Genelde edebiyat özelde şiir hem kutsal kitaplara duyulan kıskançlığın hem de onu yazanın ruhundaki boşluğun kendine bir yer bulma kaygısının ürünüdür. Ama herhangi bir yer değildir bu, daha çok hükmeden bir kral tahtını, dağdaki emirleri veren “seçilmiş” bir kişinin azametini, daha doğrusu gerçek şiirsel iktidarı ister. Gerçek şiirsel iktidara sahip olmuş olanlar kutsal kitaplardır çünkü. Edebiyatçı da her zaman şiirsel anlamda hükmetmek ister. Okuyucuları onun gelecekteki tebası, edebiyat eleştirmenlerinin çoğu din düşmanlarıdır. “Bize karşı onlar” değil, “bana karşı onlar”. Şiiri cemaatle aramak da kafiyeyle aramak da şairaneliktir. Ben böyle görüyorum ya da böyle görülmesinde sağlıklı bir taraf buluyorum, diyelim.

80’lerde salgın halinde “sevgi profesörü” olarak bilinen Leo Buscaglia’yı ilk keşfeden kuşaktanım. Sevgi, güzel ve ayrı ve mahrem ve kişisel bir şeydir. Mahrem ve kamusal sevgilerin ve kavgaların kendi mahrem ve kamusal sınırları içinde ayrı ayrı yaşanması insanlığın en büyük icadı olan şey, kültür gereğidir.

Zaman en iyi ayna. Ben bunları yazıyorum diye bir şeyin değişmesini bekliyor değilim. Aslında günümüz edebiyat ortamını izlemekle yetinirken, bir önceki Natama sayısında 160. Kilometre yayınlarının “beyin fırtınaları, SWOT analizleri ve stratejik planlar yaparak ortaya çıkmış” olduğunu yazdığım yazı çeşitli boy ve ebatta küfürlerle karşılanmasaydı, okuduğunuz yazı olmayacaktı.

Şairlik alışılageldikle savaştır, oysa Parçalı Ham deneyi ve saçmayı alışılageldikleştirme denemesi; şiiri haycek (adam kaçırma) denemesi. Bence bir sakıncası yok, bugün şiirin bayrağını Ahmet Güntan’a teslim ederiz, olur biter. Demek ki boktanlığın bir yenilik olarak icat edilmesi gerekliymiş ve bu şiirle bu başarılmış deriz. Ahmet Güntan kurduğu sevgi tarikatının tuvaletindeki aynaya bakınca belki de gerçekten gördüğü şeydir, bir şairdir.

________________________________
(1) Enis Akın, Otomobilin Şiirleştirilmesi, Şiirin Otomobilleşmesi, Natama, Nisan 2013, S.2. Ayrıca bkz. Bir İletişim Kurmama Aracı: Televizyon, Natama, Temmuz 2013, S. 3; Edebiyatta Liyakat Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı, Natama, Nisan 2014, S. 6.
(2) Ahmet Güntan, İyot, YKY, 2006, s. 48.
(3) 90’ların ikinci yarısından itibaren toplumda Müslümanlığın yükselişiyle beraber artan toplumsal kutuplaşma karşısında “Dame de Sion’lu sosyalist” geniş ölçekte “ulusalcı” oldu.
(4) Ahmet Güntan, Halk Tatile Gitti, Kitap-lık, S. 105, Mayıs 2007.
(5) Hakan Sazyek’ten öğrendiğimiz kadarıyla Attila İlhan ilk romanı “Sokaktaki Adam”la ilgili kendi kendine bir söyleşi yapıp romanının biçimsel özelliklerini, tekniklerini vb. açıklamıştır. Hakan Sazyek, Attila İlhan’ın Sokaktaki Adam’ı: Hasan, Kitap-lık, Aralık 2009, S. 133.
(6) Bir Pazar akşamı aklıma gelen şu şakayı yapmadan edemedim: “Şiiri bilenler için birçok soruyu cevaplayan” Üstübal bir de şiiri bilmeyenler için kim bilir ne çok soruyu cevaplar.
(7) Ayrı zamanlarda benzer bir denemeyi, yani “hiçbir önermede bulunmadan taltif etme denemesini” Osman Konuk’a ve bana da uygular. Birincisi Arslanbenzer’in 2011 Ocak tarihli “Efe Murad’ı Verin Alper Gencer’i Alın” başlıklı blog girişine cevaben, ikincisi Gezi olayları sırasında gözaltına alınmamla ilgili olarak, kendi blogunda, 2013 Haziran tarihli “Arkadaşım İzzet Yasar’a” başlıklı girişi.
(8) Arslanbenzer’in Mahfil’de yer alması gerçek bir trafik kazasıdır. Şöyle. Mahfil Hakan Arslanbenzer için “ana akıma” dahil olma önerisidir. Arslanbenzer ödeyeceği bedeli başlangıçta hesaplamamış görünmektedir, çünkü bugüne kadar edebiyatta var olduysa “çuvala sığmayan mızrak” olmasıyla var olmuştur. Varlık veya aynı merkez olma iddiasıyla, Mahfil bir çuvaldır. Arslanbenzer mızrak kıyafetlerini kapıda bırakarak içeri girer. Mahfil Arslanbenzer’in tek sermayesini, uslanmaz muhalifliğini ondan çalmıştır. Şu soruları Güntan 2008’de kendi kendine söyleşilerinde kendine sorar: “Sana çok sık sorulan iki soru var. Biri Efe Murat Balıkçıoğlu’nu, diğer Hakan Arslanbenzer’i neden bu kadar sevdiğindir. Neden?” “Evet. Herkesin tutucu – baskıcı – kavgacı – faşist – molla – gerici – baş belası saydığı bir adama [Hakan Arslanbenzer’e] duyduğun kardeşlik. Bir sürü insanı hızla senden kopma noktasına getiren, kimyası bir türlü anlaşılamayan kardeşlik.” [Şiir Geldi Kelimede Boğuldu, s. 68]. “Tutucu – baskıcı – kavgacı – faşist – molla – gerici – baş belası” gibi uzun sıfatlar listesi ilginç olmuş, sadece “kimsenin sevmediği” yeterli değil miydi? Ortaya dökülüvermiş sanki. Ben bu kadar kötü ve uzun sıfata sahip birini bu kadar özveriyle ve bu kadar ortalıkta seven birini daha önce görmemiştim.
(9) Ahmet Güntan, Şiir Geldi Kelimede Boğuldu, 160. Kilometre, 2011, s.85.
(10) Hakan Arslanbenzer, “2000’lerin en önemli şiir olayı 2”, silinen blog yazısı.
(11) Ahmet Güntan, agy, s.13.
(12) Osman Konuk, Küllük, Heves, S. 17, Nisan 2008, s.55.
(13) Ahmet Güntan, agy, s.82.
(14) Ahmet Güntan’a Doğum Günü Armağanı (dosya başlığı), Fayrap, Mayıs 2009, s.14 – 26.
(15) Bu şiir tarikatının bir önceki yazımla ilgili ciddiye alınabilecek tek argümanı şuydu: Berkin Elvan’la 160 km’nin reklamcılığının ne bağlantısı var? Cevap veriyorum: Yok. Bağlantıyı ben kuruyorum. Sadece Berkin değil geçmişte birçok insan daha iyi bir dünya için bedel ödedi, öldü, işkence gördü, ama “biz devrimciyiz,” “biz bedel ödedik,” “biz bilmem kaç yaşından beri siyasetin içindeyiz” demek hiçbirinin aklına gelmedi. Sinekle çorbanın da bağlantısı yoktur ama çorbadan sinek çıktığında kurar bunu, çorbayı içen kurar.
(16) Ahmet Güntan, agy, s.9, (160. Kilometre yayınlarının birinci kitabının birinci sayfası birinci paragrafından).
(17) Ahmet Güntan, agy, s.108.
(18) 160. kilometre yayınları tam da yazının girişinde bahsettiğim tarzda “ürün hiçbir şeydir slogan her şeydir” mantığı çerçevesinde örgütlenmiştir. Yayınevi kurulunca ilk iş bir kampanya planlanmış, daha ortada şiir kitabı yokken merak uyandırma amacıyla, sokaklarda afişleme yapılıp fotoğrafları çekilmiş, yazarlar arasında “160. Km sizce nedir” sorusuyla anketler düzenlenmiştir. Bildiğim kadarıyla reklama kitaptan önce başlayan Türkiye’deki ilk şiir yayınevidir. İşe başlarken kaleme aldıkları bir de “misyon bildirisi” vardır: “Edebi Şeyler, Burak Fidan, Ali Özgür Özkarcı, Ömer Şişman ve Ahmet Güntan tarafından yürütülen, edebiyatta bilgi, deneyim, yenilik, yeni fikirler, yaygınlaşma, diğer sanat disiplinleriyle ve diğer benzer kuruluşlarla işbirliği arayan bir örgütlenmedir. Kadro olarak ihtiyaca göre deneyimli isimleri bünyesine katarak genişlemeyi hedefler. Edebiyatın yaygınlaşması için, tanıtımının, edebiyatın katışıksız değerlerine içten bağlılığı bozmadan etkin bir biçimde yapılması gerektiğine inanır.” http://160incikilometre.com/2011/10/11/edebi-seyler/
(19) Richard Sennett, Beraber, Ayrıntı Yayınları, 2012, s.100.
(20) Ahmet Güntan, agy, s.10.

* Natama 7 - Temmuz Ağustos Eylül 2014