8 Ocak 2020 Çarşamba

İRONİZM VE TÜRK ŞİİRİ


İRONİZM VE TÜRK ŞİİRİ 

Ben hep özgürlük hakkında yazdım. “Özgürlük, sormak zorunda olmadığın bir sorunun cevabıdır” özdeyişindeki özgürlük hakkında; yani özerklik, kendini yaratma, ifadenin sınırlarını geliştirme, serbestliğin karşıtı olarak özgürlük, engellemelerin karşıtı olarak konuşmak, yaratıcı bir erdem olarak kekelemeler, insanın dünyadaki deneyiminin bütününü kuşatmanın yollarını aramak olarak özgürlük hakkında yazdım. Yeni söz dağarcıkları önderdim; bütünlüğün yaratılan bir şey olduğuna işaret ettim, bir şair olarak beni bunlar ilgilendirdi. Richard Rorty’nin deyişiyle “yalnızca kabilenin dilini konuşmamız gerekmediğini, kendi sözcüklerimizi bulabileceğimizi, bu sözcükleri kendimiz için bulma sorumluluğumuz olduğunu”[1] anlatmaya çabaladım.

İronistin bu resimde çok önemli bir yeri var: İronist kendi dilinin, “en merkezi inançlarının ve arzularının olumsallığıyla yüz yüze gelebilen kişi”, kendisinin de bir öteki olabildiğini görebilen kişi. Bu yazıda ironi kavramını Richard Rorty’nin “Olumsallık, İroni ve Dayanışma” isimli kitabında kullandığı anlamda kullanıyor olacağım. Bu amaçla her şairin başucu kitaplarından biri olması gereken bu kitaptan oldukça yakın bir okuma yapmam gerekiyor, ama kendi okumamı yapıyorum elbette.

Olumsallık Türkçeye “contingency” kelimesinin karşılığı olarak çeviriliyor, ve maalesef, kökünden dolayı “olumluluk” ile karıştırılma riski taşıyor. Oysa, tarihselliği öne çıkartan bir ifade olarak bu terim, bir şeyin her türlü kazaya, rastlantıya, olasılığa, şansa, kısacası öngörülemeyen nedenlere bağlı olarak “olmuş, olmakta, olacak olması” anlamına geliyor.

Biz geleceği ön görürken her türlü geçmiş deneyimlerimizi kullanır ve planlarımızı ona göre yaparız, ama bu hep bir idealleştirmeye dayanır, gerçekte ne olacağı henüz bilmediğimiz bir çok faktöre bağlıdır. İşte planlarımızla gerçekten olan şey arasında olduğunu bildiğimiz ama adını koyamadığımız bu parçaya “olumsallık” diyoruz.

Rorty’e göre ironist kendisinin en temel inançlarının, arzularının ve fikirlerinin oluşumunda bu faktörü hep varsayan, başka şartlar altında başka biri olmuş olabileceğini kabul eden biridir. Şöyle düşünür: “Ben, şu anda, ben olduğum için inanıyor olduğum fikirlerin, bir olumsallığın sonucu olduğunu biliyorum. Pek çok başka olasılığa göre ben benden farklı düşünüyor, farklı şeylere inanıyor, farklı şeyler arzuluyor olabilirdim. Benim fikirlerimin, büyük fikirler dünyası içindeki olasıklardan sadece biri olduğunu biliyorum.” Bu nedenle ironist, argümanlarla tartışmayı sever ve kendisiyle alay edebilecek bir akla ve olgunluğa sahiptir.

Sanat tarihçisi değilim ama bunun sanattaki ilk karşılığı sanırım Romantizmdir. Bizim dışımızda belirlenen bir “gerçek dünya”yı keşfetme varsayımına dayalı Klasizmin temeli olan ilham fikrinin yerini sanatsal yaratım fikrinin alması bu döneme rastlıyor. Evrensellik ve kalıcılık klasik dönemin iki önemli kavramı. Zamanı ve uzamı eksiksiz kuşatan gerçekler olduğu inancının terkedilmesi, Osmanlı’da da Tanzimatla karşılığını bulduğu günden beri geleneksel şiirsel sanatları reddetmek bir gelenek haline geldi.

Holocaust ve Engizisyon gibi işkence tarihinin defalarca ispatladığı gibi evrensellik ve kalıcılık iddaları zulüm ve acı doğurdu; işkencenin amacı insanın kendi deneyimi içinde bütünleştiremeceği deneyimler yaşamak zorunda bırakılmasıdır; bunun bir adı da travma. Böyle dönemlerden sonra genellikle birinin bu parçalardan yeni bir bütünlük inşa etmesi gerekiyor; buna sanat da diyoruz.

2000’lerin ilk on yılını yaşamakta olan bizler hangi travmaya dikmekteyiz gözlerimizi? Bizden geriye ne kalacak? Kalıcılığı hedeflemek hâlâ mümkün mü? Bilmiyorum. Belki artık okunacak, çok beğenilecek ve hemen unutulacak şiirler yazmak gerekiyor. Bizden kalan belki de bir geçicilik olabilir; geçiciliğin yaygınlaşması, sentez arayışlarının bir tarafa bırakılması olabilir. Yüzyılımız evrenselliğin ve kalıcılığın değerini yitirdikleri, arzulanabilir olmaktan çıktıkları yıllar olarak anılabilir.

Bunun günümüz şiirine hemen uygulanabilecek tarafları var. Bugüne kadar değerini yitiren bütün şiirsel sanatların üstüne şunların değeri azalacak: İmge avcılıkları, gramer bilgisi, fikre dayanan şiirler, şiirsel düzen arayışları, sözcüklerde aşırı seçkincilik, sözlükçülük, ince söz söyleme sanatı algılayışları, zamanın ve tesadüfün ötesine inanan içerikler, mısra-ı berceste, son sözü söyleme hevesi, vb. Bu yaklaşımla insanî deneyimin daha büyük bir alanını kuşatabiliriz.

Donald Davidson “bir insan kardeşimiz tarafından şu anda üretilmekte olan gürültüler ve kayıtlar hakkında ‘geçici bir teori’ nosyonunu geliştirerek kendilikler olarak diller anlayışını zayıflatmaya çalışır.” Richard Rorty ilave eder:

Böylesi bir teoriyi bu kişinin total davranışı –hangi koşullar altında ne yapacağına dair bir tahminler dizisi olarak- hakkındaki daha geniş bir “geçici teori”nin parçası olarak düşünün. Böyle bir teori “geçici”dir, çünkü gevelemeler, sözcükleri uygunsuz kullanmalar, metaforlar, tikler, nöbetler, psikotik arazlar, kötü aptallıklar, deha kıvılcımları, vb.’ne sürekli yer vermek zorundadır.[2]

Bu listeye kekemelikler, alışkanlıklar, parapraksis, dil sürçmeleri, kişisel üsluplar, vücut dili, vb. de eklenebilir.

Dil de, yaşarken yapıp ettiklerimizin (toplumun bir üyesi olma çabamızın, acıdan kurtulma uğraşımızın, birbirimizi anlama savaşımızın) bir parçasıdır. Donald Davidson’a inanacak olursak, nasıl ki davranışlarımız bir kendilik olarak görmek eğiliminde değilsek, dili de öyle görmemek gerekir. Davranışlarımıza bakıp Türkçe yaşantı gibi bir şey görmeyiz, ancak onun yerine Türk gibi iş yapmaktan bahsedebiliriz veya Ankaralı gibi karşıdan karşıya geçmekten, veya İskenderunlu gibi dışarıda yaşamaktan söz edebiliriz. Rorty’nin yararlandığı temel kaynaklardan olan Donald Davidson dile bir de böyle bakmayı öneriyor: Geçici uzlaşmalar.

İnsana dair “evrensel ve kalıcı” olan bir şey var mı? Bu soruyu sormamayı öneriyorum. Türk şiirinde bugün geldiğimiz noktada, dindar veya değil, hiçbir şair bugün kendine ait bir dil sahibi olmayı, buluş yapmış olmayı (bir metafor veya insanlar hakkında bir buluş) eserine yöneltilebilecek bir eleştiri olarak düşünmüyor.[3] Bu çok önemli bir zemin. Hepimiz devraldığımız mirasla ilgili kuşkudayız. Rorty’nin üçlü tanımına göre hepimiz gittikçe daha çok ironistiz:

(i) İronistin, öbür sözcük dağarcıklarından, karşılaştığı insanların nihai kabul ettiği sözcük dağarlarından etkilenmiş olmasından ötürü kendisinin halihazırda kullanmakta olduğu nihai sözcük dağarı hakkında radikal ve süregiden kuşkuları vardır; (ii) kendisinin şimdiki sözcük dağarı içerisinde ifade edilen argümanın bu kuşkuları ne garantileyeceğini ne de dağıtacağını idrak eder; (iii) kendi durumu hakkında felsefe yapması ölçüsünde kendi sözcük dağarının gerçekliğe başkalarınınkinden daha yakın olduğunu, kendisine ait olmayan bir güçle ilişki içinde olduğunu düşünmez.[4]

Bu tanıma göre “ironi konusunda yetkinleşen şair”ler var: Orhan Veli, Metin Eloğlu, Cemal Süreya, Ergin Günçe, Haydar Ergülen, Osman Konuk. Deyim yerindeyse en ironist-olmayan şairler olarak, Garip sonrasında yazdığı şiirde ben’ini silerek tanrının sesiyle konuşan Melih Cevdet Anday; toplum eleştirisini ideal bir toplum örneğinden devşiren Ece Ayhan;  parmak ayı gösterdiği zaman parmağa değil aya bakmak lâzım”[5] diyen İsmet Özel anılabilir.

İronist şiir deyince hemen aklıma gelenler şunlar: Orhan Veli “yazık oldu Süleyman Efendiye”siyle1930’ların “dar gelirli memur” diye bilinen zamanının önemli bir tipine ayna tutar; Ergin Günçe “bu tanrı dedemden kaldı bana” derken Osmanlı’dan TC’ye geçişte genç olmanın ironisini yapar; Ülkü Tamer “ben var ölmek, istemek/vişne rengi bir balta/kesmek tırnaklarımı/sonra atlamak ata” diye yazarken aynı gencin hayatındaki çizgi romanların dilini ödünç almış, gene bir Türklük durumunda hayatın ölümle bu kadar içiçe olmasının parodisini yapar; Cemal Süreya “memelerin kahramandı” derken erotik ile kahraman mitolojisinin bir birleşimiyle  (belki Fransız Devrimini anlatan resimleri andıran bir karikatür çizerek) dalga geçer; Can Yücel’in “sidikli kontes”i ve Nihat Ziyalan’ın “bir çok arkadaşım oldu hepsi eşekten”i ironist ile gülünç arasında bir yerde dururlar; Edip Cansever “ne çıkar yani siz bizi anlamasanız da” diye yazarak öfkesini ironiyle dışa vurur; Metin Eloğlu “masa yapmak gayet kolay” diye biten ve büyük bir olasılıkla Edip Cansever’in Masa’sına cevaben yazılmış şiiriyle ve Turgut Uyar “oysa herkesin annesi aslında bir baruttur” diyerek Türk Şiirinde “anne”nin ele alınışına önemli bir eleştiri getiren satırıyla, ironilerini şiir tarihine yöneltirler. Dikkat edilirse hepsi belli bir yitirmeyle başa çıkma yolları önermeye çalışır; hepsi bir acının anlatımıdır; hepsi kayıplarına belli bir mesafede durarak, acıyla parçalanmış insanın elinden tutmak; ona yeni bir imkan vermek ister.

İronist şair akıl vermez, ama akıllı olmak zorundadır, zira ironist olmakta başarısızlık sadece kötü şiir yazmak anlamına gelmez, aptal olarak görülmek anlamına gelir. Demekki ironist şiirde, şairle şiir birbirine en yakın mesafededir. İronist şiir, yalnızca aklın bir üretimi değil kişisel bir manifestodur. İronist şair, asla uzak ve basit bir “anlatıcı” değildir, tanrılığından feragat etmiş, dünya için neyin önemli olduğunu değil, kendisi için neyin önemli olduğunu konuşan bir fani olmaya gönül indirmiş, düşüncelerini ortaya koymakta olan bir bireydir. Her ne kadar parmağıyla ayı işaret etmekte olsa bile, ışık parmağına da vurmakta, şairin aldığı pozisyonu ifşa etmektedir.

Bu noktada Turgut Uyar’ın Bir Barbar Kendin Tartar’dan bir parçanın üzerinde durmak istiyorum:

Benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak
   öbürkülerin yanında,
camlar nasıl olsa kırılacak,
sonra yatacağı geceye gidecek herkes

İronist şiir gizdökümcü şiirle karıştırılmamalı. Işık parmağa da vuruyor dedim, ama bu ironistin benliğini ifşa ettiğini göstermez. İronist’in benliği şiirlerinden, sözlerinden, fikirlerinden daha içeride bir yerdedir. Yukarıdaki, Türk bayrağı mitolojisinin temel bileşenlerinden biri olan “kan” gibi çatık kaşlı bir imgeye “gülünç” nitelemesini uygun gören satırlarda TC’nin ve Kurtuluş Savaşı mitlerinin bir eleştirisi yer almaktadır.

“Korkma sönmez bu şafaklarda ..” diye başlayan satırlarla şu satırları yanyana okumayı daha önce başka bir yerde önermiştim: “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortada/her şey naylondandı o kadar”. Yukarıdaki şiir de TC idealleriyle benzer bir konuşma içindedir.

Öteki konusunda düşünmüş olan Emmanuel Levinas’a göre, bütün bir ahlaksal sistem, kapıyı açtığımda karşımda duran ve beni, ya kendisini içeri alıp bir tabak çorba vermek, ya da soğuğa geri göndermek seçenekleri ile yüz yüze bırakan “Öteki” ile ilk karşılaşmadaki göz kontağından kaynaklanır.

Turgut Uyar’ın şiirindeki benim kanım eğer öbürkülerin yanında lekeler bırakacaksa Öteki’nin de kanadığını kabul ediyorum; onun da kendinden bir şeyler yitirdiğini, kanayan ötekilerden biri olduğumu kabul ediyorum. Bu şiir dayanışma duygusunu genişletiyor.

“Gülünç ve kahraman kan lekeleri” imgesi kahramanlarla dolup taşan ortaçağın geride kaldığını bir kez daha bize hatırlatan, adeta bir Don Kişot okumasından çıkartılmış ama “Türk gibi yaşamak”la ilgili bir metafor.

“Camlar nasıl olsa kırılacak” toplumsal hareketlere bir gönderme. Şair bunlarla ilgilenmemekte; şiirler yazarak bunlara katılmanın veya karşı durmanın mümkün olmadığı görüşünde.

“Sonra yatacağı geceye gidecek herkes” satırında tekrar başa dönüş var: Herkes evlerinden (yattığı gecelerden) kalkıp gelmişti, birlikte kanadılar, gülünç ve kahramandılar, savaş-devrim-kavga oldu, sonra herkes yatacağı geceye döndü. Savaşmayı seven Türklerin alternatif öyküsü: Ama yataklarını da severler!

İronist bir şiir. Ben ile Öteki, ego ve antitezi birleşiyor, genişliyor ve ayrılıyor. Turgut Uyar’ın bunların hiçbirini düşünerek oraya yerleştirdiğini düşünmüyorum; bilerek yazılamaz böyle şiirler. “Bilgide, son çözümlemede, kendiden kaçmanın olanaksızlığı yatmaktadır; bu nedenle de toplumsallık bilgi ile aynı yapıya sahip olamaz.”[6] Şair ancak ve ancak bildiklerine esir düşmeyerek, dünya hakkında diğer insanlara yeni deneyimler sağlayabilecek bir aralık sunabilir.

Konu ister istemez toplumsallaşma ve insan dayanışmasına gelip dayanıyor. Bu noktada Türkiye’nin son 30 yılını yeniden değerlendirmek gerek. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, kendi tarihinde benzeri görülmemiş bir dirilme yaşayan Türk Şiiri bugün içinde bulunduğu bunalıma nasıl geldi? (Yenilenme çabalarını görsel şiir yazan gençleri, şiirsel manifestoları, deneyleri dikkatle ve takdirle izliyorum ve hepsi de çok değerli ancak maalesef şimdiye kadar denenenler ilginç değil.)

1980’lerdeki askeri darbenin sosyal etkisinin gençler tarafından yeterince anlaşıldığını düşünmüyorum. O yıllarda okula henüz başlamış pek çok çocuk için 12 Eylül 1980 aklımızda sadece okula bir gün eksik gideceğimiz için sevindirici ama radyodan dinlediğimiz Hasan Mutlucan türküleri nedeniyle de hafiften tuhaf bir anı olarak kalmış olabilir. Yani sadece rayından çıkmış bir şeylerin olması gereken yere geri oturtulması gibi düşünüyor olabilirler gençler 12 Eylül’ü. “Acı veren ama gerekli bir müdahale”.

Öyle değil. Yirmili yaşlarda olup siyasete karıştıktan sonra fiziksel ve psikolojik işkenceyle benlikleri sıfırlanmış, kişilikleri parçalanmış, kendine saygıları yokedilmiş gençlerin televizyona (TRT elbette) çıkartılıp ağlatılmasının gerçek amacı, ekrandaki “abilerinin” argüman olarak ileri sürdükleri düşüncelerden, henüz bu işlere aklı ermeyen gençlerin ikna olması değil, “bakın sizi de bu hale getiririz” mesajını iletmekti. Ve bunda da başarılı oldular.

Gırgır dergisi okumanın, sokakta arkadaşlarla 3 kişiden fazla toplanmanın tehlike sayıldığı, “80 öncesine dönmek istemek” gibi şimdi gücünü yitirmiş ama o zaman için yürek hoplatan küfürlerle insanların en basit arzularını dile getirmesinin engellendiği yıllardı. DGM, sıkı yönetim, banka önündeki askerler, duvarların gri-çimento boyanarak tüm sokaklara gri üniformalar giydirilmesi, vb. George Orwell’in 1984’ünü aratmayacak sahnelerdi. İnsanlar vapurlarda/otobüslerde kitap okumaktan çekindiler. Giyinme özgürlüğünü biraz zorlayan üniversitelilere yönelik “entel” gibi çocukça bir aşağılama hasıl oldu ve yaygın olarak uygulandı. Gençler o kadar suçluydu ki, bir çok erkek sadece saçlarını uzattığı için meydan dayaklarıyla dövüldüler, vs.

1980’lerden şiir çıkmamasının sebebi acı çekenlerin, çektikleri acının şiirini de yazabilecekleri yanılsaması olmuştur. “Acı insanı dilinden eden şeydir”. “Hapisane şiiri” bu dönemin simgesi gibi adeta. Şiirin tam da yazılamayacağı yerdir hapisane. 1980’lerin suçululuk ve acıma duygusuyla dolu aydınları; eleştirmenleri; dergi editörleri bu darbe kurbanlarına ödüller de vererek Türk Şiirine sonuçları bugüne kadar uzanan büyük bir kötülük ettiler. Türk şiirinin ironizmini elinden aldılar.

1980’lerdeki işkence bir kuşaktan fazlasını paramparça etti, kişiliklerini dağıttı; sonuçlarını hala yaşadığımız pek çok sakat ve safra bıraktı. İşin tuhafı şiiri acıya yazdırmanın bir tarihi de vardı: 1940 kuşağı, “acılı kuşak”. 40 kuşağı 60 ve 70’lerde edebiyatın iktidarını, politikanın borusunu ve hemen hemen bütün kültürel rant kanallarını ellerinde tutarken, en azından onları şiirsel zeminde göğüsleyen İkinci Yeni gibi dev bir şiirsel hareket vardı.

Her ne kadar 40 kuşağından görülmese de Attila İlhan yaklaşım itibarıyla bu kuşağın göbeğinde yer alır. Bu kavganın son ürünü işi Turgut Uyar’ın “mezarına tükürmeye” kadar vardıran Attila İlhan’ın 1985’teki Sanat Olayı yazısına kadar uzar. Turgut Uyar (veya İkinci Yeni) isminin bu “acılı” kesimde uyandırdığı dehşet öylesine vahimdir ki, karalama kampanyaları durduraksız devam etmekte. Acıdan şiir çıkmaz; hınç çıkar, kıskançlık çıkar, garez çıkar, rant çıkar ama şiir çıkmaz.

Küçük ama önemli edebiyat dergisi Heves’te yazmıştım, “Ah Bir Şiir Cümlesi Değildir” diye. Düzeltiyorum. 40 kuşağını buna indirgeyemeyiz; ikiye ayırmak gerekiyor; sosyal adalete ve insan dayanışmasına seslenen şiirler yazanlar ile şiiri acıya yazdıranları ayırmak gerek. Örneklere çok dalmadan Arif Damar bir taraftaysa, Rıfat Ilgaz karşı taraftadır. 70’lerden de Özdemir İnce bir taraftaysa, Hasan Hüseyin karşı taraftadır. İkinci taraftakiler sadece kendini acındırmış ve şiir adına yapıp ettikleriyle anılmayı haketmeyen “ah” cümleleriyle şiirsel kirlilikler karalamışlardır. İnsan dayanışmasına vurgu yapan birinci taraftaki şairler ile İkinci Yeni gibi özerkliğe vurgu yapanlar birbirilerini dışlamadan ve bir senteze gerek olmaksızın bir arada yaşayabilirler.

İyi şair dezavantajlarını avantaja çevirmesini bilen şairse eğer, 80’lerdeki parçalanmadan yeni ifadeler çıkartmak zor olmasa gerek bir ironist için. Buradan da Büyük Kekeme Türk Şiirine doğru giden bir bağlantı kurulabilir; işte Turgut Uyar, Metin Eloğlu, Ergin Günçe bunun için çok önemli. İroninin zeminini ne yaratırdı diye sorulsa herhalde en iyi cevap “ironinin tersi” olurdu; 1980’ler ironi için verimli bir toprak yarattı.

İnsanların beraber yaşamasının doğurduğu acılar hep olacak; hayat hiç bir zaman bir insanın doğumundan ölümüne çekilen doğrusal bir çizgi değil; olsa da buna hayat denemez. “Acı” belki de insanın doğaya uyumlu olma çabasının adıdır. Kimin dünyaya daha çok uyduğunun bir kriteri yok, olamaz da. Şiirde sorun “kim daha çok acı çekiyor” değildir, şudur: Dünyayı kimin sözleri anlamlandıracak? Kimin arzuları haklıdır? Şairler savaşır; bunların savaşını verir. İronist şairler var mı Türkçede? Var. Az da olsa var.

Acı ancak şiirde yeniden kurgulanarak iletilebilir; ancak böylelikle insanın ifade alanını genişletebilir. Bunun bugünkü yollarından biri kekelemelikse diğeri ironi. Türk Şiirine baca temizlikçileri gerekli. İpin bir ucundan Metin Eloğlu tutuyor.


[1]  Olumsallık, İroni ve Dayanışma, Richard Rorty, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, Aralık 1995, s. 17.
[2] Rorty, agy, s. 38.
[3] Rorty, agy, s. 53.
[4] Rorty, agy, s. 114.
[5] İsmet Özel, Faydasız Yazılar, Şûle Yayınları, 6. Basım, 2000, s. 25.
[6] Emmanuel Levinas, Ethics and Infinity: Conversations with Philippe Nemo, Pittsburgh: Duquesne University Press, 1982, s. 60.



* Hece dergisinde yayımlanmıştır.