İRONİZM VE TÜRK ŞİİRİ
Ben hep özgürlük hakkında yazdım. “Özgürlük, sormak zorunda olmadığın bir sorunun cevabıdır”
özdeyişindeki özgürlük hakkında; yani özerklik, kendini yaratma, ifadenin
sınırlarını geliştirme, serbestliğin karşıtı olarak özgürlük, engellemelerin
karşıtı olarak konuşmak, yaratıcı bir erdem olarak kekelemeler, insanın
dünyadaki deneyiminin bütününü kuşatmanın yollarını aramak olarak özgürlük
hakkında yazdım. Yeni söz dağarcıkları önderdim; bütünlüğün yaratılan bir şey
olduğuna işaret ettim, bir şair olarak beni bunlar ilgilendirdi. Richard
Rorty’nin deyişiyle “yalnızca kabilenin
dilini konuşmamız gerekmediğini, kendi sözcüklerimizi bulabileceğimizi, bu
sözcükleri kendimiz için bulma sorumluluğumuz olduğunu”[1] anlatmaya çabaladım.
İronistin bu resimde çok önemli bir yeri var: İronist kendi
dilinin, “en merkezi inançlarının ve arzularının olumsallığıyla yüz yüze gelebilen kişi”, kendisinin de bir öteki
olabildiğini görebilen kişi. Bu yazıda ironi kavramını Richard Rorty’nin “Olumsallık, İroni ve Dayanışma” isimli
kitabında kullandığı anlamda kullanıyor olacağım. Bu amaçla her şairin başucu
kitaplarından biri olması gereken bu kitaptan oldukça yakın bir okuma yapmam
gerekiyor, ama kendi okumamı yapıyorum elbette.
Olumsallık Türkçeye
“contingency” kelimesinin karşılığı olarak çeviriliyor, ve maalesef, kökünden
dolayı “olumluluk” ile karıştırılma riski taşıyor. Oysa, tarihselliği öne
çıkartan bir ifade olarak bu terim, bir şeyin her türlü kazaya, rastlantıya,
olasılığa, şansa, kısacası öngörülemeyen nedenlere bağlı olarak “olmuş, olmakta,
olacak olması” anlamına geliyor.
Biz geleceği ön görürken her türlü geçmiş deneyimlerimizi
kullanır ve planlarımızı ona göre yaparız, ama bu hep bir idealleştirmeye
dayanır, gerçekte ne olacağı henüz bilmediğimiz bir çok faktöre bağlıdır. İşte
planlarımızla gerçekten olan şey arasında olduğunu bildiğimiz ama adını
koyamadığımız bu parçaya “olumsallık” diyoruz.
Rorty’e göre ironist
kendisinin en temel inançlarının, arzularının ve fikirlerinin oluşumunda bu
faktörü hep varsayan, başka şartlar altında başka biri olmuş olabileceğini
kabul eden biridir. Şöyle düşünür: “Ben, şu
anda, ben olduğum için inanıyor olduğum fikirlerin, bir olumsallığın sonucu
olduğunu biliyorum. Pek çok başka olasılığa göre ben benden farklı düşünüyor,
farklı şeylere inanıyor, farklı şeyler arzuluyor olabilirdim. Benim
fikirlerimin, büyük fikirler dünyası içindeki olasıklardan sadece biri olduğunu
biliyorum.” Bu nedenle ironist, argümanlarla tartışmayı sever ve kendisiyle
alay edebilecek bir akla ve olgunluğa sahiptir.
Sanat tarihçisi değilim ama bunun sanattaki ilk karşılığı
sanırım Romantizmdir. Bizim dışımızda belirlenen bir “gerçek dünya”yı keşfetme
varsayımına dayalı Klasizmin temeli olan ilham fikrinin yerini sanatsal yaratım
fikrinin alması bu döneme rastlıyor. Evrensellik ve kalıcılık klasik dönemin
iki önemli kavramı. Zamanı ve uzamı eksiksiz kuşatan gerçekler olduğu inancının
terkedilmesi, Osmanlı’da da Tanzimatla karşılığını bulduğu günden beri
geleneksel şiirsel sanatları reddetmek bir gelenek haline geldi.
Holocaust ve Engizisyon gibi işkence tarihinin defalarca
ispatladığı gibi evrensellik ve kalıcılık iddaları zulüm ve acı doğurdu;
işkencenin amacı insanın kendi deneyimi içinde bütünleştiremeceği deneyimler
yaşamak zorunda bırakılmasıdır; bunun bir adı da travma. Böyle dönemlerden
sonra genellikle birinin bu parçalardan yeni bir bütünlük inşa etmesi gerekiyor;
buna sanat da diyoruz.
2000’lerin ilk on yılını yaşamakta olan bizler hangi
travmaya dikmekteyiz gözlerimizi? Bizden geriye ne kalacak? Kalıcılığı
hedeflemek hâlâ mümkün mü? Bilmiyorum. Belki artık okunacak, çok beğenilecek ve
hemen unutulacak şiirler yazmak gerekiyor. Bizden kalan belki de bir geçicilik olabilir; geçiciliğin
yaygınlaşması, sentez arayışlarının bir tarafa bırakılması olabilir. Yüzyılımız
evrenselliğin ve kalıcılığın değerini yitirdikleri, arzulanabilir olmaktan
çıktıkları yıllar olarak anılabilir.
Bunun günümüz şiirine hemen uygulanabilecek tarafları var. Bugüne
kadar değerini yitiren bütün şiirsel sanatların üstüne şunların değeri
azalacak: İmge avcılıkları, gramer bilgisi, fikre dayanan şiirler, şiirsel
düzen arayışları, sözcüklerde aşırı seçkincilik, sözlükçülük, ince söz söyleme
sanatı algılayışları, zamanın ve tesadüfün ötesine inanan içerikler, mısra-ı
berceste, son sözü söyleme hevesi, vb. Bu yaklaşımla insanî deneyimin daha
büyük bir alanını kuşatabiliriz.
Donald Davidson “bir
insan kardeşimiz tarafından şu anda üretilmekte olan gürültüler ve kayıtlar
hakkında ‘geçici bir teori’ nosyonunu geliştirerek kendilikler olarak diller
anlayışını zayıflatmaya çalışır.” Richard Rorty ilave eder:
Böylesi bir teoriyi bu kişinin total davranışı –hangi koşullar altında
ne yapacağına dair bir tahminler dizisi olarak- hakkındaki daha geniş bir “geçici
teori”nin parçası olarak düşünün. Böyle bir teori “geçici”dir, çünkü gevelemeler,
sözcükleri uygunsuz kullanmalar, metaforlar, tikler, nöbetler, psikotik
arazlar, kötü aptallıklar, deha kıvılcımları, vb.’ne sürekli yer vermek
zorundadır.[2]
Bu listeye kekemelikler, alışkanlıklar, parapraksis, dil
sürçmeleri, kişisel üsluplar, vücut dili, vb. de eklenebilir.
Dil de, yaşarken yapıp ettiklerimizin (toplumun bir üyesi
olma çabamızın, acıdan kurtulma uğraşımızın, birbirimizi anlama savaşımızın)
bir parçasıdır. Donald Davidson’a inanacak olursak, nasıl ki davranışlarımız
bir kendilik olarak görmek eğiliminde değilsek, dili de öyle görmemek gerekir.
Davranışlarımıza bakıp Türkçe yaşantı
gibi bir şey görmeyiz, ancak onun yerine Türk gibi iş yapmaktan bahsedebiliriz
veya Ankaralı gibi karşıdan karşıya geçmekten, veya İskenderunlu gibi dışarıda
yaşamaktan söz edebiliriz. Rorty’nin yararlandığı temel kaynaklardan olan
Donald Davidson dile bir de böyle bakmayı öneriyor: Geçici uzlaşmalar.
İnsana dair “evrensel ve kalıcı” olan bir şey var mı? Bu
soruyu sormamayı öneriyorum. Türk
şiirinde bugün geldiğimiz noktada, dindar veya değil, hiçbir şair bugün kendine
ait bir dil sahibi olmayı, buluş yapmış olmayı (bir metafor veya insanlar
hakkında bir buluş) eserine yöneltilebilecek bir eleştiri olarak düşünmüyor.[3] Bu
çok önemli bir zemin. Hepimiz devraldığımız mirasla ilgili kuşkudayız. Rorty’nin
üçlü tanımına göre hepimiz gittikçe daha çok ironistiz:
(i) İronistin, öbür sözcük dağarcıklarından, karşılaştığı insanların nihai
kabul ettiği sözcük dağarlarından etkilenmiş olmasından ötürü kendisinin
halihazırda kullanmakta olduğu nihai sözcük dağarı hakkında radikal ve
süregiden kuşkuları vardır; (ii) kendisinin şimdiki sözcük dağarı içerisinde
ifade edilen argümanın bu kuşkuları ne garantileyeceğini ne de dağıtacağını
idrak eder; (iii) kendi durumu hakkında felsefe yapması ölçüsünde kendi sözcük
dağarının gerçekliğe başkalarınınkinden daha yakın olduğunu, kendisine ait
olmayan bir güçle ilişki içinde olduğunu düşünmez.[4]
Bu tanıma göre “ironi konusunda yetkinleşen şair”ler var: Orhan
Veli, Metin Eloğlu, Cemal Süreya, Ergin Günçe, Haydar Ergülen, Osman Konuk. Deyim
yerindeyse en ironist-olmayan şairler olarak, Garip sonrasında yazdığı şiirde
ben’ini silerek tanrının sesiyle konuşan Melih Cevdet Anday; toplum
eleştirisini ideal bir toplum örneğinden devşiren Ece Ayhan; “parmak
ayı gösterdiği zaman parmağa değil aya bakmak lâzım”[5] diyen İsmet Özel anılabilir.
İronist şiir deyince hemen aklıma gelenler şunlar: Orhan
Veli “yazık oldu Süleyman Efendiye”siyle1930’ların
“dar gelirli memur” diye bilinen zamanının önemli bir tipine ayna tutar; Ergin
Günçe “bu tanrı dedemden kaldı bana”
derken Osmanlı’dan TC’ye geçişte genç olmanın ironisini yapar; Ülkü Tamer “ben var ölmek, istemek/vişne rengi bir
balta/kesmek tırnaklarımı/sonra atlamak ata” diye yazarken aynı gencin
hayatındaki çizgi romanların dilini ödünç almış, gene bir Türklük durumunda
hayatın ölümle bu kadar içiçe olmasının parodisini yapar; Cemal Süreya “memelerin kahramandı” derken erotik ile
kahraman mitolojisinin bir birleşimiyle
(belki Fransız Devrimini anlatan resimleri andıran bir karikatür
çizerek) dalga geçer; Can Yücel’in “sidikli
kontes”i ve Nihat Ziyalan’ın “bir çok
arkadaşım oldu hepsi eşekten”i ironist ile gülünç arasında bir yerde
dururlar; Edip Cansever “ne çıkar yani siz
bizi anlamasanız da” diye yazarak öfkesini ironiyle dışa vurur; Metin
Eloğlu “masa yapmak gayet kolay” diye
biten ve büyük bir olasılıkla Edip Cansever’in Masa’sına cevaben yazılmış şiiriyle
ve Turgut Uyar “oysa herkesin annesi
aslında bir baruttur” diyerek Türk Şiirinde “anne”nin ele alınışına önemli bir
eleştiri getiren satırıyla, ironilerini şiir tarihine yöneltirler. Dikkat
edilirse hepsi belli bir yitirmeyle başa çıkma yolları önermeye çalışır; hepsi
bir acının anlatımıdır; hepsi kayıplarına belli bir mesafede durarak, acıyla parçalanmış
insanın elinden tutmak; ona yeni bir imkan vermek ister.
İronist şair akıl vermez, ama akıllı olmak zorundadır, zira
ironist olmakta başarısızlık sadece kötü şiir yazmak anlamına gelmez, aptal
olarak görülmek anlamına gelir. Demekki ironist şiirde, şairle şiir birbirine
en yakın mesafededir. İronist şiir, yalnızca aklın bir üretimi değil kişisel
bir manifestodur. İronist şair, asla uzak ve basit bir “anlatıcı” değildir, tanrılığından
feragat etmiş, dünya için neyin önemli olduğunu değil, kendisi için neyin
önemli olduğunu konuşan bir fani olmaya gönül indirmiş, düşüncelerini ortaya
koymakta olan bir bireydir. Her ne kadar parmağıyla ayı işaret etmekte olsa
bile, ışık parmağına da vurmakta, şairin aldığı pozisyonu ifşa etmektedir.
Bu noktada Turgut Uyar’ın Bir Barbar Kendin Tartar’dan bir parçanın
üzerinde durmak istiyorum:
Benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak
öbürkülerin yanında,
camlar nasıl olsa kırılacak,
sonra yatacağı geceye gidecek herkes
İronist şiir gizdökümcü şiirle karıştırılmamalı. Işık
parmağa da vuruyor dedim, ama bu ironistin benliğini ifşa ettiğini göstermez. İronist’in
benliği şiirlerinden, sözlerinden, fikirlerinden daha içeride bir yerdedir. Yukarıdaki,
Türk bayrağı mitolojisinin temel bileşenlerinden biri olan “kan” gibi çatık
kaşlı bir imgeye “gülünç” nitelemesini uygun gören satırlarda TC’nin ve Kurtuluş
Savaşı mitlerinin bir eleştirisi yer almaktadır.
“Korkma sönmez bu
şafaklarda ..” diye başlayan satırlarla şu satırları yanyana okumayı daha
önce başka bir yerde önermiştim: “Halbuki
korkulacak hiçbir şey yoktu ortada/her şey naylondandı o kadar”. Yukarıdaki
şiir de TC idealleriyle benzer bir konuşma içindedir.
Öteki konusunda düşünmüş olan Emmanuel Levinas’a göre, bütün
bir ahlaksal sistem, kapıyı açtığımda karşımda duran ve beni, ya kendisini içeri
alıp bir tabak çorba vermek, ya da soğuğa geri göndermek seçenekleri ile yüz
yüze bırakan “Öteki” ile ilk karşılaşmadaki göz kontağından kaynaklanır.
Turgut Uyar’ın şiirindeki benim kanım eğer öbürkülerin yanında lekeler bırakacaksa
Öteki’nin de kanadığını kabul ediyorum; onun da kendinden bir şeyler yitirdiğini,
kanayan ötekilerden biri olduğumu kabul ediyorum. Bu şiir dayanışma duygusunu
genişletiyor.
“Gülünç ve kahraman kan lekeleri” imgesi kahramanlarla dolup
taşan ortaçağın geride kaldığını bir kez daha bize hatırlatan, adeta bir Don
Kişot okumasından çıkartılmış ama “Türk gibi yaşamak”la ilgili bir metafor.
“Camlar nasıl olsa kırılacak” toplumsal hareketlere bir
gönderme. Şair bunlarla ilgilenmemekte; şiirler yazarak bunlara katılmanın veya
karşı durmanın mümkün olmadığı görüşünde.
“Sonra yatacağı geceye gidecek herkes” satırında tekrar başa
dönüş var: Herkes evlerinden (yattığı gecelerden) kalkıp gelmişti, birlikte
kanadılar, gülünç ve kahramandılar, savaş-devrim-kavga oldu, sonra herkes
yatacağı geceye döndü. Savaşmayı seven Türklerin alternatif öyküsü: Ama yataklarını da severler!
İronist bir şiir. Ben ile Öteki, ego ve antitezi birleşiyor,
genişliyor ve ayrılıyor. Turgut Uyar’ın bunların hiçbirini düşünerek oraya
yerleştirdiğini düşünmüyorum; bilerek yazılamaz böyle şiirler. “Bilgide, son çözümlemede, kendiden kaçmanın
olanaksızlığı yatmaktadır; bu nedenle de toplumsallık bilgi ile aynı yapıya
sahip olamaz.”[6]
Şair ancak ve ancak bildiklerine esir düşmeyerek, dünya hakkında diğer insanlara
yeni deneyimler sağlayabilecek bir aralık sunabilir.
Konu ister istemez toplumsallaşma ve insan dayanışmasına
gelip dayanıyor. Bu noktada Türkiye’nin son 30 yılını yeniden değerlendirmek
gerek. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, kendi tarihinde benzeri
görülmemiş bir dirilme yaşayan Türk Şiiri bugün içinde bulunduğu bunalıma nasıl
geldi? (Yenilenme çabalarını görsel şiir yazan gençleri, şiirsel manifestoları,
deneyleri dikkatle ve takdirle izliyorum ve hepsi de çok değerli ancak maalesef
şimdiye kadar denenenler ilginç
değil.)
1980’lerdeki askeri darbenin sosyal etkisinin gençler
tarafından yeterince anlaşıldığını düşünmüyorum. O yıllarda okula henüz
başlamış pek çok çocuk için 12 Eylül 1980 aklımızda sadece okula bir gün eksik
gideceğimiz için sevindirici ama radyodan dinlediğimiz Hasan Mutlucan türküleri
nedeniyle de hafiften tuhaf bir anı olarak kalmış olabilir. Yani sadece
rayından çıkmış bir şeylerin olması gereken yere geri oturtulması gibi
düşünüyor olabilirler gençler 12 Eylül’ü. “Acı veren ama gerekli bir müdahale”.
Öyle değil. Yirmili yaşlarda olup siyasete karıştıktan sonra
fiziksel ve psikolojik işkenceyle benlikleri sıfırlanmış, kişilikleri
parçalanmış, kendine saygıları yokedilmiş gençlerin televizyona (TRT elbette)
çıkartılıp ağlatılmasının gerçek amacı, ekrandaki “abilerinin” argüman olarak
ileri sürdükleri düşüncelerden, henüz bu işlere aklı ermeyen gençlerin ikna
olması değil, “bakın sizi de bu hale getiririz” mesajını iletmekti. Ve bunda da
başarılı oldular.
Gırgır dergisi okumanın, sokakta arkadaşlarla 3 kişiden
fazla toplanmanın tehlike sayıldığı, “80 öncesine dönmek istemek” gibi şimdi
gücünü yitirmiş ama o zaman için yürek hoplatan küfürlerle insanların en basit
arzularını dile getirmesinin engellendiği yıllardı. DGM, sıkı yönetim, banka
önündeki askerler, duvarların gri-çimento boyanarak tüm sokaklara gri
üniformalar giydirilmesi, vb. George Orwell’in 1984’ünü aratmayacak sahnelerdi.
İnsanlar vapurlarda/otobüslerde kitap okumaktan çekindiler. Giyinme özgürlüğünü
biraz zorlayan üniversitelilere yönelik “entel” gibi çocukça bir aşağılama
hasıl oldu ve yaygın olarak uygulandı. Gençler o kadar suçluydu ki, bir çok
erkek sadece saçlarını uzattığı için meydan dayaklarıyla dövüldüler, vs.
1980’lerden şiir çıkmamasının sebebi acı çekenlerin, çektikleri
acının şiirini de yazabilecekleri yanılsaması olmuştur. “Acı insanı dilinden
eden şeydir”. “Hapisane şiiri” bu dönemin simgesi gibi adeta. Şiirin tam da
yazılamayacağı yerdir hapisane. 1980’lerin suçululuk ve acıma duygusuyla dolu
aydınları; eleştirmenleri; dergi editörleri bu darbe kurbanlarına ödüller de vererek
Türk Şiirine sonuçları bugüne kadar uzanan büyük bir kötülük ettiler. Türk
şiirinin ironizmini elinden aldılar.
1980’lerdeki işkence bir kuşaktan fazlasını paramparça etti,
kişiliklerini dağıttı; sonuçlarını hala yaşadığımız pek çok sakat ve safra
bıraktı. İşin tuhafı şiiri acıya yazdırmanın bir tarihi de vardı: 1940 kuşağı, “acılı
kuşak”. 40 kuşağı 60 ve 70’lerde edebiyatın iktidarını, politikanın borusunu ve
hemen hemen bütün kültürel rant kanallarını ellerinde tutarken, en azından
onları şiirsel zeminde göğüsleyen İkinci Yeni gibi dev bir şiirsel hareket
vardı.
Her ne kadar 40 kuşağından görülmese de Attila İlhan
yaklaşım itibarıyla bu kuşağın göbeğinde yer alır. Bu kavganın son ürünü işi
Turgut Uyar’ın “mezarına tükürmeye” kadar vardıran Attila İlhan’ın 1985’teki
Sanat Olayı yazısına kadar uzar. Turgut Uyar (veya İkinci Yeni) isminin bu “acılı”
kesimde uyandırdığı dehşet öylesine vahimdir ki, karalama kampanyaları durduraksız
devam etmekte. Acıdan şiir çıkmaz; hınç çıkar, kıskançlık çıkar, garez çıkar,
rant çıkar ama şiir çıkmaz.
Küçük ama önemli edebiyat dergisi Heves’te yazmıştım, “Ah
Bir Şiir Cümlesi Değildir” diye. Düzeltiyorum. 40 kuşağını buna indirgeyemeyiz;
ikiye ayırmak gerekiyor; sosyal adalete ve insan dayanışmasına seslenen şiirler
yazanlar ile şiiri acıya yazdıranları ayırmak gerek. Örneklere çok dalmadan
Arif Damar bir taraftaysa, Rıfat Ilgaz karşı taraftadır. 70’lerden de Özdemir
İnce bir taraftaysa, Hasan Hüseyin karşı taraftadır. İkinci taraftakiler sadece
kendini acındırmış ve şiir adına yapıp ettikleriyle anılmayı haketmeyen “ah” cümleleriyle
şiirsel kirlilikler karalamışlardır. İnsan dayanışmasına vurgu yapan birinci taraftaki
şairler ile İkinci Yeni gibi özerkliğe vurgu yapanlar birbirilerini dışlamadan
ve bir senteze gerek olmaksızın bir arada yaşayabilirler.
İyi şair dezavantajlarını avantaja çevirmesini bilen şairse
eğer, 80’lerdeki parçalanmadan yeni ifadeler çıkartmak zor olmasa gerek bir
ironist için. Buradan da Büyük Kekeme Türk Şiirine doğru giden bir bağlantı
kurulabilir; işte Turgut Uyar, Metin Eloğlu, Ergin Günçe bunun için çok önemli.
İroninin zeminini ne yaratırdı diye sorulsa herhalde en iyi cevap “ironinin
tersi” olurdu; 1980’ler ironi için verimli bir toprak yarattı.
İnsanların beraber yaşamasının doğurduğu acılar hep olacak;
hayat hiç bir zaman bir insanın doğumundan ölümüne çekilen doğrusal bir çizgi
değil; olsa da buna hayat denemez. “Acı” belki de insanın doğaya uyumlu olma
çabasının adıdır. Kimin dünyaya daha çok uyduğunun bir kriteri yok, olamaz da.
Şiirde sorun “kim daha çok acı çekiyor” değildir, şudur: Dünyayı kimin sözleri
anlamlandıracak? Kimin arzuları haklıdır? Şairler savaşır; bunların savaşını
verir. İronist şairler var mı Türkçede? Var. Az da olsa var.
Acı ancak şiirde yeniden kurgulanarak iletilebilir; ancak böylelikle
insanın ifade alanını genişletebilir. Bunun bugünkü yollarından biri kekelemelikse
diğeri ironi. Türk Şiirine baca temizlikçileri gerekli. İpin bir ucundan Metin
Eloğlu tutuyor.
[2] Rorty, agy, s. 38.
[3] Rorty, agy, s. 53.
[4] Rorty, agy, s. 114.
[6] Emmanuel Levinas, Ethics
and Infinity: Conversations with Philippe Nemo, Pittsburgh: Duquesne
University Press, 1982, s. 60.
* Hece dergisinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz