6 Mayıs 2019 Pazartesi

Edebiyatta Liyakat Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı


Edebiyatta Liyakat Bürokrasisinin Eleştirisine Katkı
Enis Akın
(Natama Hayat Memat Dergisi Sayı 6.'da yayımlanmıştır - Nisan 2014)

Tanımı gereği toplumda kıt bulunan prestijin nasıl bölüştürüleceğini düzenleyen sisteme liyakat bürokrasisi adını verebiliriz. Liyakat bürokrasisi, liyakat edinmek için “herkesten yeteneğine göre susmasını” bekler, “eleştiri aptalların işidir” çünkü.

Parlamenter sistemin, adalet sisteminin, temsili sistemin meşruiyetini yitirdiği günleri yaşıyoruz. Bu sayı memleket bu haldeyken bir şiir incelemesi yazmak gelmedi içimden. Dolayısıyla ortaya okuduğunuz gibi bir edebiyat politikası yazısı çıktı. Bu, şiir dünyasının yabancısı olmayanlar için yazılmış bir yazı. Kısa bir yazı; örnek içermeyen, ispata yeltenmeyen, incelemeyen, konuya uzak olanlar anlasın diye uğraşmayan... Hayır, sinkaf arayan da bu yazıda bulamayacak ama isim vereceğim ve suçlayacağım.


Yıllardan beri bir taraftan “şiir metalaştırılamadığı için şiirdir” deyip dursak bile, tüm yaratıcı enerjilerini hayatları boyunca “şiire mi reklama mı” yatırmak sorusuyla cebelleşen reklamcı şairlere zor olsa da alışmıştık.  Ama bir süredir Türkçe’nin üzerinde şiirin değil şairin itibarını artırmak için didinen reklam ajansları geziyor. Bkz: İtibar dergisi, 160. Kilometre yayınları.

Başlar başlamaz “ne alakası var” diye soracaksınız: Birisi sağda bir edebiyat dergisi, birisi solda (mı?) bir yayınevi…

Sosyalizm ile Müslümanlığı “birleştirmek” gibi imkânsıza yakın bir projeye girişmiş olan İhsan Eliaçık Karşı gazetesinde 16 Mart 2014 günü “Kariyerizm ve Konformizm” başlıklı bir yazı kaleme alarak, şimdi artık yeni sınıfın eskisi gibi solcu, sağcı, İslamcı diye bölünmediğini; bunların ideolojisinin kariyerizm ve konformizm olduğunu yazdı. İhsan Eliaçık’ın analizleri, teorik zemini, alıntıları zayıf bulunabilir ama “yeni Türkiye düzeni” diye bir şey varsa bunu, bu yazıda görüldüğü gibi, doğru okuyor. “Kariyerizm ve konformizm” kavramlarını sadece siyasetle değil edebiyatla ilgili olarak da kullanabiliriz.

1970’lerde; henüz hepimiz belkemiklerimizi yitirmemişken Türkiye’de solcular “toplumcu gerçekçilik” adı verilen ilkelerle  bir şiir yazıyorlardı. Bu teorinin yaratıcısı Andrey Jdanov diyordu ki “şiir önemli değildir, cihat önemlidir; sanatın en öncelikli işlevi ideolojisidir, içerdiği propagandadır.” O günlerde şiiri bir araç olarak kullanmak mübahtı, çünkü şiir cihadın bir cephesiydi, “kendinde şey” olarak kıymetli değildi. Şiirin kıymeti, içerdiği cihadın dozajına ve inanmışlığına eşitti. O zamanki şairler, doğru ya da yanlış, bu kritere bakarak reddettiler kendilerinden öncekileri.

İşte bugün o şiirin aynısını ama “cihat” adındaki uzvu bir ameliyatla alınmış olanını düşünün; yine bir propaganda olarak şiir, ama bu sefer devrimin değil şairin propagandası: “Reklam ajansı” şiir ekolü.

Bugünkü şiir dünyasında, “propagandanın sanatı” “sanatçının propagandası”na evrilmiştir. Bir uzvun kökünden kazınarak alındığı ameliyata radikal mastektomi deniyor. Hadi daha iyi anlaşılsın diye, azcık haksızlık yapmayı da göze alarak, politik uzvunu yitirmiş iki şairi de yukarıdaki isimlere ekleyelim: Akif Kurtuluş ve Osman Konuk. Çok da olasılıksız değil, Osman Konuk 160. Kilometre yayınlarından kitabı yayınlanmış ve İtibar dergisinin ilk sayısında portresi kapağı süslemiş bir şair; Akif Kurtuluş’sa aynı yayınevinin şairleriyle halen Duvar dergisi sayfalarında yazıp çizen bir isim. Büyük resme yeniden bakalım.

İlk göreceğimiz şudur: Edebiyatın bu elit isimleri bile, son yıllarda herhangi bir dişe dokunur eleştiri ortaya koymamak konusunda son derece tutarlı bir birlik, edebiyatın içinde bulunduğu sorunlara karşı iyi planlanmış bir kayıtsızlık ve bu kayıtsızlık konusunda sıkı bir ağızbirliği içindedirler. Bulundukları yere kendilerini çıkartan merdivene (eleştirel tutuma) artık ihtiyaçları kalmamış, merdivenle işleri de kalmamıştır.

Eğitimlerini, hırslarını taze tutamamışlar, edebiyata kendi kriterlerini dayatmayı umursamaz olmuşlardır. Bir zamanlar sürükledikleri değişim kültürü, kendilerini bulundukları noktaya taşımış, ondan sonra değişim kültürüyle ilgilenmez olmuşlar, geçmiş başarılarıyla yetinmiş, edebiyatın nereye aktığına karşı mesafeli bir pozisyon almışlardır.

Cemal Süreya “övgü akıllıların eleştiri aptalların işidir” gibi bir sözü onaylayarak andığında herhalde bu sözün “eleştiri yapan elini açık eder, övgü karşındakini etkileme ve üstünlük kurma yönetimidir” gibi açıklamaları olabileceğini düşünüyor olmalıydı. Bütün bunlar Makyavelist bir politika içinde anlamlı olabilecek şeyler. Başka türlüsü Turgut Uyar gibi “eleştirme yaşının bir sınırı olduğu”nu söylemek olabilirdi (“kimseyi kırmamak yaşına geldim artık” dediği zaman 45 yaşlarındaymış).

Israrcı muhaliflere iktidar koltuklarını sunan Romalı politikacıların bildiği ve 2000 yıldır değişmemiş olan kural şuydu: Liyakati alan sesini keser. Bir tepeye tırmanmak için çabalamak ve gayret gerekir, tepede durmak içinse sakinlik. Liyakat sakinleştirir ve yatıştırır. Ve aptallaştırır. Bu yazıda bir kavram ortaya atacağım: Liyakat bürokrasisi.

Ciddiye alınmak, değer verilmek tıpkı yemek içmek gibi bir ihtiyaç; hatta açlık grevi gibi eylemleri düşünerek, bazen yemek içmekten daha büyük bir ihtiyaç. Tanımı gereği toplumda kıt bulunan prestijin nasıl bölüştürüleceğini düzenleyen sisteme liyakat bürokrasisi adını verebiliriz. Liyakat bürokrasisi, liyakat edinmek için “herkesten yeteneğine göre susmasını” bekler, “eleştiri aptalların işidir” çünkü. Aptallar değilse gençlerin işi de diyebiliriz, yeter ki konforumuz bozulmasın.

İyice yaşlı bir aptal olarak bu birkaç akıllıyı başka bir açıdan sunayım:

160. Kilometre: Amacı “ortaya iyi şiir koymak” değil hâlihazırda yazmakta oldukları şiiri hızlıca popülerleştirmek olan yayınevi, beyin fırtınaları, swot analizleri ve stratejik planlar yaparak ortaya çıkmış gibi görünüyor. Elbette karşımızdaki sadece bir reklam ajansıdır. Bir eleştirileri yok, onun yerine fısıltı gazetesi var, birbirlerini durmaksızın alıntılamak var, kolektif bir sözleri olmadığı halde bir edebi çete görüntüsü ve aslında inceden inceye planlanmış bir “müşteri ilişkileri yönetimi” var. Kendilerine başarı kriteri olarak seçtikleri her neyse hatalıdır. “Anlamın yerine iyi bir gösteri koyabiliriz” sanmaktalar. Bir önerileri var mı bilmiyorum, varsa bile bunun içeriğine inandıklarını gösteren en küçük bir çaba içinde değiller.

Üstelik bu yayınevinin bünyesinde “yazılan her şiir politiktir” şiarıyla yetinmeyip şiire fazladan politik içerik “eklenmesini” savunanlar var. “Ne kadar politika o kadar   iyi şiir” formülü de elbette şiire dayatılan “ne kadar gelenek o kadar iyi şiir,” “ne kadar deney o kadar iyi şiir” vb. tüm formüller gibi yanlıştır; tartışmaya bile gerek görmüyorum. Ama şiirde politiklik beklentisi olanların, bunu bir reklam ajansı cümlesinden ayırmak için bir çaba göstermelerini; örneğin 70’lerde, 80’lerde, 90’larda hatta 40’larda yazılmış politik şiirlerin bir analizini yapmayı, en azından denemelerini, onları anlamaya çalışmalarını, eleştirmelerini, incelemelerine konu etmelerini, doğrusu beklerdim. Bu yapılmadan, politik şiir beklentisi bile bir reklam ajansı cümlesinden ileri gitmiyor. Bir jest.

İtibar Dergisi: AKP’nin edebiyattaki ayak izi. Bir zamanlar rejime muhalif olduğuna inanan Türkiye Müslümanlığının AKP iktidarından sonra hızla sağcı- muhafazakâr bir yapı haline gelen unsurlarının somutlaştırdığı bir dergi. “Kültürel ortam artık bizden sorulur” deyip ortada muhafazakâr bir Dostoyevski de bulamayınca kendilerini kültürü baştan icat etmek zorunda hissetmiş olmalılar ki her sayıda bulabildikleri bir muhafazakâra liyakat nişanı takmaya uğraşıyorlar. The Times gazetesinde yer alan Susan Sarandon, Sean Penn, Ben Kingsley’in de aralarında bulunduğu ve Türkiye Başbakanı’na açık mektup adlı polisin Gezi eylemlerinde zalim uygulamalarını kınayan ilana karşı yazılan “Bizde Çok Adam Bulunur”  metninin mimarı bir zihin yapısı olarak, boyun eğmenin mühendisleri olarak, toplu biçimde kendilerini edebiyat alanının dışına kilitlediler, yanlışlıkla. Bu coğrafyanın tarihinde Abdülhak Hamit, Necip Fazıl, Mehmet Akif dâhil; (ve evet para isteyen mektuplarını da katarak soruyorum) acaba iktidarı bunlar kadar seven bir tane “şair” olmuş mu? “İktidar sever şair” zaten kendi içinde bir kavram çatışması. Türkçe şiir için harabat şairlerinden beter bir durum olabilir mi bilmiyorum, ama olursa oradadırlar. 

Türkçe şiirin mihenk taşlarından belki de en önemlisi Osman Konuk’a çok iyi bildiği ancak yıllardır üzerinde uyuduğu şu gerçeği hatırlatmak isterdim: “Burjuva olmak oruç bozmaz.” Osman Konuk yıllardan beri “fanları” nezdindeki Müslüman imajını bozmamak uğruna; Türkiye’de adına şiir denen kavga türünün burjuvazinin bir sanatı olduğunu, Hristiyan şair olmadığı gibi “Müslüman şair” diye bir şey olmayacağını belki de en iyi bilen kişi olduğu halde Müslümanların “en birinci” şairi olma prestijinin yan cebine bırakılmasına ses çıkartmıyor. “Bizde Çok Adam Bulunur” metnini imzalamayacak kadar mesafeli ama Gezi direnişine karşı olduğunu dillendirmeyecek kadar dikkatli. Korkmasına gerek yok; tarafını, pozisyonunu kahve muhabbetlerinde, e-posta köşelerinde söylemekle yetinmemeli, açıklamalıdır.

1980 kuşağının haysiyeti olan Akif Kurtuluşson kavga dergisi Edebiyat Dostları’ndan beri “dünyayı yorumlamak mı yoksa dönüştürmek mi gerektiği” konusunda kararsız. Akif Kurtuluş Edebiyat Dostları’nda 1988 yılında yazdığı “Entelektüel Şiddet İçin Uçlara” başlıklı yazının kendine hatırlatılmasını bir süredir bekliyor. Artık beklemesine gerek kalmadı. O yazıda neredeyse bütün bir Türkçe edebiyatı ikiyüzlülükle eleştirmiş, taşraya benzetmiş, ehlileştirilmiş olduğunu söylemişti. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum: Eleştirdiği yerdedir, hatta o yazıda Ahmet Oktay’ı “‘eleştirdiği yerdedir’ diyerek eleştirdiği” yerdedir. Son günlerde “başarı için sakin kalma eğitimi”ni şiar edinmiş gibi görünen şair sadece kazanacağı baştan belli kavgalara giriyor. 

160. Kilometreİtibar, Osman Konuk ve Akif Kurtuluş; birbirlerine ne uzak ne yakın, hep bir dirsek teması mesafesinde ama hep bir aynı fotoğraf içinde görünme çabasındalar. Yeni Türkiye düzenine en iyi onlar ayak uydurmuş görünüyorlar. Hepsi usluluklarıyla doğru orantılı ölçüde ödüllendiriliyorlar.

Bu yazı yayınlandığında seçim dalgası geçmiş, ortalık muhtemelen görece durulmuş olacak. (Bir tanesi henüz geçen ay olmak üzere) 15 yaşında çocukların devlet tarafından yıllardan beri düzenli olarak öldürüldüğü bir ülkenin şiirinde reklam ajansları, onların yayınevleri, dergileri, sevgi dolu ağabeylerinin, hepsinin bir cennet tanımı var.

Ağırbaşlı olmamayı, diline hâkim olmamayı, bazen nezaketsizliği, öfkeyi bütün bunları bir güçsüzlük olarak övüyorum. Bu ülke topraklarında Arkadaş Z. Özger diye de bir şair yaşadı, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe, Ahmed Arif ve adını burada yazmadığım birçok inançlı insan şiir yazdılar; hepsi öfkeliydiler. Ama hiçbirinin aklına 160. Kilometre’den çıkan bir şiir kitabının arkasındaki gibi “19 yaşından beri sol siyasetin içinde yaşayan Ali Özgür Özkarcı yeni kitabında şiirle siyaseti buluşturuyor, siyasete şiirler armağan ediyor” gibi bir cümleyle liyakat dilenmek gelmedi.* 

Küfür bazen çok faydalı bir icattır. Ve yaklaşık olarak buralarda bir yerlerde icat edilmiştir. Susalım.**

__________________________________________

*  "Liyakat dilenmek"le ilgili akla gelebilecek küfürler sadece bu duruma ve o ya da bu şaire özel değil, bu ve benzeri cümleleri hangi nedenle olursa olsun herhangi bir an için oraya koymanın “OK” olduğunu düşünen “editör”, “reklamcı”, “şair”, “ağabey”, “kol ağası”, “müdür” her sıfata birden edilmiştir. 

**   Kitabın yayımlanmasının hemen ardından Hilal Kaplan'ın TV programına konuk olarak beraber katılan Osman Konuk ve Akif Kurtuluş bu arka kapak yazısından bahsetmişler ve bunu "bir kaza" olarak, "bir şanssızlık" olarak adlandırarak bu rezalete kol kanat gerdiklerini bir de TV ekranından ifade etmişlerdir. Bu yazının konusunu oluşturan bütün kesimleri tek bir fotoğraf içinde gösteren küçük ama önemli bir ayrıntı.