25 Nisan 2010 Pazar

Türkçe’de Gizdökümcü Şiir


Türkçe’de Gizdökümcü Şiir

Bıkmadım
koyu renkler kullanıyorum hayatımda
koyu mavi, acıyı anlatırken
sessizce öperken, koyu beyaz
ve saçlarım hakaretlerle okşanırken
koyu bir itiraf sarıyor beni. [İsmet Özel, Propaganda]


Enis Akın

Hasan Bülent Kahraman’a göre “Türkiye’de henüz itiraf edebiyatı yok”.[1]
İngilizce confession kelimesi, günahların, kişinin iç barışıklığını sağlamak için ayinsel itirafı anlamına geliyor. Confessionalist poetry deyimi için, itiraf kelimesinin olumsuz çağrışımları göz önünde tutulursa gizdökümcü şiir daha iyi bir karşılık. Bu ikinci terimde de sorun yok değil. Şairin süreçteki tasarlayıcı etkisini azaltarak şiiri bir iç dökmeye, veya örtüsünü kaldırmaya indirgeyen bir anlamı var. Gizdökümcü şiiri düşününce, ortaya dökülen gizin aslında günahlarla bir ilgisi olmadığını, travma yaratan olayın yeniden sahnelenmesi olduğunu söyleyebiliriz.
“Waldo Sen Neden Burada Değilsin?”de İsmet Özel bir anısını anlatır. Çok sıcak bir gündür, İsmet Özel Ankara’da bir mezarlığın, ağaçların gölgelendirdiği serinliğine sığınmış piposunu yakmaya hazırlanırken, karşısındaki 12-13 yaşlarındaki çocuk sorar: “Dolu mu içiyorsun, abi?” İsmet Özel soruyu anlamasa da çocuğu “evet” diye cevaplar:
Pipomu yaktıktan sonra budalalığım kafama dank etti. Çocuk pipomu doldurup doldurmadığımı değil, içtiğim şeyin esrar (veya başka bir uyuşturucu) olup olmadığını sormuş ve ben de soruyu anlamadığım için ona evet demiştim. Şu anda onun gözünde esrar içen biriydim. Yüzümü mezarlığa çevirdim. Bütün varlığım sosyal, kültürel, ahlaki, fizik yoğunluğuyla dışa taşma basıncı altındaydı. Mısra zihnimde parladı:
Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz[2]
Bu, İsmet Özel’in ilk kitabının ilk şiirinin ilk dizesidir! İsmet Özel ilk şiirinin ilk dizesinde yaşadığı bir ânı şiirde “itiraf etmekle” kalmıyor, anılarında itirafını da itiraf ediyor. Ama elbette İsmet Özel’i bu kadar kolay suç üstü yakalayamayız, Sefa Kaplan’la yaptığı söyleşide[3] şiirlerindeki “ben” kelimesinin “Türkiye” olarak okunması gerektiğini söyleyerek hem kaçamak yapmaya çalışır, hem de rahatça itiraf edebilecek bir alan yaratır. Öyle ya: ben eğer şiirimde ben derken “ben”den başka bir şey kastettiğimi söylüyorsam ve herkes bana inanıyorsa (açıkçası buna kendimi inandırıyor olmam bile yeterli) serbestçe kendimden bahsedebilirim. İşte o zaman “cumhuriyet” ya da “devlet” derken de kendinizden mi söz etmiş olursunuz gibi bir çok psikolojik yoruma kapı açan bir durum.
Bu yazıda İsmet Özel şiirinin gizdökümcü özellikleriyle ilgili bir yorum yapmak istiyorum. Yorum gerektirmeyen şiir değil, düzyazıdır. Yorum şiir ile ilgili olarak yapılabilir, hatta bir şiirle yapılabilecek tek şey onun hakkında konuşma, yanlış anlama, anlatma, çarpıtmadır, neticede “yorum”dur. Her okuma bir yorumdur ve yorumun doğrusu olmaz. Ve okur karşılaştığı her şairin şiirlerini istediği gibi, istediği yerde ve zamanda okuyan kişiye denir.
Sanatın mahremiyeti bozulacaksa, yani sanat illâ bir işe yarayacaksa bu konuda hiçbir okuma edimi masum değildir. Sanat bir takım duyularda başlangıcını ve sonunu bulan bir “süreç”tir ve bununla ne kadar çelişirse çelişsin aynı zamanda bir “tüketim nesnesi”dir. Horace tarafından 2000 yıl önce Ars Poetica’da basitçe ifade edildiği gibi sanat: Eğlendirmeli ve aydınlatmalıdır (aut prodesse aut delectare). Yorum, devreden çıkarılamaz, olmadığı zaman bile devrededir.
Şiir niçin parayla satılamaz? Kullanım değerinin o kadar büyük olduğu düşünülür ki, ona bir değişim değeri belirlemeye yeltenmek, fiyat etiketi iliştirmek değerini düşürür. Şiir bir “tüketim nesnesi” ise sadece kullanım değeri olan bir nesnedir. Kullanım değerini artırmak, yani her iki anlamda da şiiri kullanmak yorumdur: nesneler dünyasının aksine şiir, kullanıldıkça değeri artan şeydir, çünkü aynı zamanda bir duyuştur.
* * *
Bir okuma edimi olarak İsmet Özel ile gizdökümcü şair Sylvia Plath’ı üst üste okumak (yorumlamak) istersem Plath’ın Münih Mankenleri ile Özel’in Dişlerimiz Arasındaki Ceset’in kafiyeli şiirler (böyle bir şey varsa) olduğunu söyleyerek işe başlayabilirim.

Ortada kimse yok. Otellerde
Eller kapıları açacak ve cilalanmak üzere
Hazırlayacak ertesi gün içine geniş ayak başparmakların
Sokulacağı, ayakkabıları
Ah bu pencerelerin evcillikleri
Bebek dantelli, yeşil yapraklı konfeksiyon,
Kalın Almanlar dipsiz Stolz’larının[4] dibinde pinekliyorlar.
Ve siyah telefonlar kancalarına asılı


Biz şehir ahalisi, Kara Şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir.
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler
(...)
Biz şehir ahalisi, üstü çizilmiş kişiler
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle

Şehir uygarlıktır, insanın görmezden gelinmesini sağlayan biricik ortamdır; insanı şeffaflaştıran, benliklerini silen, bir sayıya, bir plakaya, bir sahip-olana indirgeyen şeydir. İkisinin de şehre çatması bir rastlantı mı? Bence değil. Şehirde ismimizden önce az mı kendimizi bir kat sahibi, mevki sahibi, araç sahibi, çocuk sahibi, hak sahibi, bilgi sahibi, vb. sahiplikler üzerinden tanımlamak zorunda kalmışızdır. İnsanlar sadece şehirde ve şehir sayesinde bir şey olmadan önce, bir şeye sahip olmak zorunda kalırlar ve bunun sık sık doğurduğu en temel insani duygu öfkedir. Şehir bastırılmış cinselliktir, hadım edilmedir, birikmiş libidodur. Bize tecavüz eder. İki şairin de şehre duyduğu öfkenin temeli aynı.
Sylvia Plath ve İsmet Özel, her ikisi de şiirlerinde anne ve babalarıyla uğraşmıştır: Plath’ın Babacım şiirine karşılık Özel’in Amentü adlı şiiri okunabilir:
İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
diye başlayan. Sylvia Plath’ın Babacım şiiri ise aşağıdaki gibi biter:
Şişko kara kâlbine bir tahta parçası saplı olarak
Köylüler seni zaten hiç sevmemişlerdi.
Mezarına topuk vuruyorlar, üstünde dans ediyorlar şimdi.
Hep biliyorlardı zaten senin sebep olduğunu bütün kötülüklere.
Baba, babacım, adi herif, işim bitti.
Elbette ki biri çıkıp bunların içerik ve ses tonu itibarıyla çok farklı şiirler olduğunu Sylvia Plath’ın babasına kızgınlık gösterdiğini, İsmet Özel’in sevgi gösterdiğini söyleyebilir. Katılıyorum. Sylvia Plath babasına tepki gösterir, ama bu tepkinin kenarlarını kaldırınca altından bir aşk görünmekte değil midir? Veya İsmet Özel’in aynı şiirin ilerleyen bölümünde “Tanrı uludur Tanrı uludur/polistir babam/Cumhuriyetin bir kuludur” demesinde babanın çaresizliğine yönelmiş bir öfkenin izleri bulunamaz mı? Cevaplamayın. Bu soruların cevabı önemli değil. Önemli soru şu: Her ikisi de kendilerini tanımlarken bir referansa, özellikle de babaya ihtiyaç duymuşlar mıdır? Evet. “Kendini tanımlarken babanın tanımlarından yola çıkmak” sözü elbette ki Oidipus’un gölgesinin düştüğü topraklara girmektir, ama bu bir değini yazısının amacını aşar.
Benzer olarak Plath’ın Bayan Lazarus’una karşılık olarak İsmet Özel’in Partizan şiiri okunabilir. İki şiir de ergenlik sancılarını çokça hissederler, ikisi de sahicilik arayışı içindedirler, ikisi de parçalanmaktan, ölümden söz ederler ve bu liste uzatılabilir. Gerek yok.
Sylvia Plath “gerçek yaptığım şeydir” diye düşünen 50’li kuşaktandır.[5] Burada biraz duralım. “Gerçek yaptığım şeydir” ne demek? Yeni bir gerçeklik algısının habercisi olarak bu sözler 1968’e, yani İsmet Özel’lere ulaştığında Plath’ın günlüğünün bir köşesinde kalmaktan çıkıp “gerçekçi ol imkânsızı iste” şeklinde sloganlaşacaktır.
Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor
kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak
[Of Not Being a Jew]
Mitolojiye yönelik ilginin modern şairlerin paylaştığı bir ilgi olmasının sebeplerinden biridir bu. Mitolojiden yararlanma esasında gerçeklikten kaçış değil, tam tersine yeni bir gerçeklik düzlemi arayışıdır. Mevcut gerçeklik yetersiz veya yanlış gelmektedir. Çünkü yarısından çoğu sivil 45 milyon insanın öldüğü bir savaştan çıkılmıştır ve Üçüncü Dünya Savaşı kapının eşiğinden burnunu göstermektedir. Hiç kimse güvende değildir. Gerçeklik sahtedir. Sahicilik yeniden tanımlanmalıdır. Esas sahte olan, yarım kesilen, sansürlenen, başlamadan biten ve bizi bütün cevaplanmamış beklentilerimizle, olma olasılığımız olan bütün kişiliklerimizden mahrum eden, ortada bırakan gerçeğin kendisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında şairler böyle düşünürler. Öfkeli elbette.
Böylesi bir dönemde ister istemez eski şiir inandırıcılığını yitirmiş, fazla şairane, fazla takınılmış tavır içinde kalmıştır. Dönemin ünlü eleştirmeni ve Sylvia Plath’ın ilk yayıncısı Al Alvarez bunun bir “nezaket hastalığı”, bir tür entelektüalizm olduğunu belirtir. Şairler nezaketi bir tarafa bırakmalı, sahici olmalıdırlar, hayatlarını nasıl yaşıyorlarsa şiirlerini de öyle yazmalı, öfkelerini gizlememelidirler.[6] Sylvia Plath ve İsmet Özel, ikisi de Al Alvarez’in öğüdünü tutmuş görünüyorlar.
Her ikisi de ellerinde biriken öfkeyle ne yapacaklarını kendilerine sordu. İkisi de yapacak bir şey buldu: Şiir yazdı.
İkisinin de şiirleri travmaya yol açan olayların kendilerince bir dökümü, itirafı, canlı bir tekrarıdır. Bu travmaların şiirde tekrar yaşanması sırasında ikisi de kendini zaten öyle olmuş olmasını isteyen rolünde kurgularlar. Sylvia Plath Ariel isimli şiirinde travmaya yol açmış bir ata biniş öyküsünü, “şimdi ben / buğdaya köpürüyorum, denizlerin parıltısına” diyerek yüceltirken, İsmet Özel kim bilir hangi kişisel düşüşlerinden birini “iniyorum kulelerinden katil” şeklinde taçlandırır ve Müslümanlardan uzaklaşmasının öyküsünü “kaçmak isterken vuruldu” şeklinde yeniden yazar. Şiir her ikisi için de travmaya yol açan olayların yeniden yazımıyla ilgili bir meseledir.
Sylvia Plath ve İsmet Özel gizdökümcü şiir bağlamında üst üste okunabilir. Sadece İsmet Özel değil, Turgut Uyar da aynı bağlamda ele alınabilir. Söylediklerim tartışılmayacak bir gerçeği ortaya koymak şeklinde değil, başka bir okuma olarak anlaşılsın: Türkçe’de gizdökümcü şiir vardır.
* * *
Burası bu yazının bitip yeniden başladığı yer.
Yukarıdakileri söyledikten sonra “Türkiye’de itiraf edebiyatı var mıdır yok mudur?” sorusunun önemine değinmek istiyorum. Soru batıda olanların Türkiye’de olup olmadığı sorusu olmamalıdır. Bu tür soruların her cevabı yanlıştır!
Bu, batılı kültürün bütün dünyaya enjekte ettiği, ezberletilmiş, aşağılık kompleksini baştan kabul eden bir sorudur. Doğrusu şu olmalıydı: “Türkçe’de Türk insanını kalkındıran, dik durmasını sağlayan, onun ayaklarının altına bir zemin döşeyen, kişilik edinmesinde, gerçeklik arayışında yanında olan şiirler var mı?”
Türk şiirinin büyük olup olmadığı sorusunun cevabı, herhangi bir karşılaştırmadan evvel sorulması gereken bu soruya bağlıdır. Evet! Türkiye’de çok güçlü bir şiir vardır, bu Türk insanının hayatta kalmasına yetecek her şeyi, karakteri, sahicilik duygusunu, gerekirse gizdökümcülüğü de içerir.
“Türk şiiri büyük müdür” sorusu sadece bir karşılaştırma ihtiyacına girmeden sorulabilir, karşılaştırma cevaba dahildir. Şu cevabı ancak herhangi bir karşılaştırmadan evvel verebilirsiniz: Türk şiiri büyüktür, soyludur. Bu cevabın başka sorusu yoktur.

(Enis Akın, Edebiyat ve Eleştiri)

[1] Hasan Bülent Kahraman, İtiraf mı Pornografi mi?, Radikal, 06/03/2003.
[2] İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin?, Çıdam Yayınları, İkinci Baskı, Kasım 1998, s 26.
[3] İsmet Özel, Sefa Kaplan Söyleşisi, Picus, Eylül 2004.
[4] Stolz: Almanca “gurur”.
[5] “Reality is what I make it”. Sylvia Plath. The Unabridged Journals of Sylvia Plath 1950-1962, Anchor Books, Ekim 2000, s. 150.
[6] Al Alvarez, The New Poetry, Penguin Books, 1962.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz