16 Nisan 2010 Cuma

“Milleti Temsil” Neyi Temsil Eder?

“Milleti Temsil” Neyi Temsil Eder? 

Enis Akın



Edebiyat Dostları Dergisinde yaptığımız haftalık dergi toplantılarından birine, bir üniversite öğrencisi, “dernek” adına düzenleyecekleri “aşk şiirleri” dinletisinde okumak üzere birer şiir istemek için gelmişti: Bir aşk şiirinizi verir misiniz? Bu akademisyen adayının önümüze öylesine düşen sorusu, hepimizin daha önce cevaplamış olduğu bir soruyu andırıyordu. Birkaç saniye için birbirimize baktığımızı hatırlıyorum. Doğru cevabı biliyorduk bilmesine ancak hiçbirimiz “gidiş yolunu” hatırlamıyorduk. Karşımızda iki seçenek vardı: Kolay yolu seçip geçiştirebilir veya zor yolu seçebilirdik. Şiire ilgisi belli olan bu 21-22 yaşındaki genci “kazanmak” gayretiyle, olsak olsak 25-26 yaşındaki “yaşlılar” olarak Edebiyat Dostları’nın ortaya koyduğu şiir anlayışında (her dergi ortaya bir şiir anlayışı koyamaz, Edebiyat Dostları bu açıdan şanslıydı) “aşk konulu” şiirin neden olmadığını anlatabilmek için önce “konulu şiir” denen şeyin olup olmadığını, eğer varsa neye benzediğini tartışmak gerekmişti.

Hiçbir şair, masaya “avangard bir şiir yazmak” veya “millet meselelerini temsil etmek” için oturmaz. Buna rağmen sanat tarihi boyunca, bireysel özerkliği savunan şiirlerle, toplumsal sorumlulukları savunan şiirler arasında yapılan ayrımların üzerine kocaman teoriler inşa edilmiştir. Yüzyıllardan beri özgürlük-zorunluluk, birey-toplum, özne-nesne ve benzeri ayrımları “var” saydık. Bu ikililer arasında doğal olduğu varsayılan böyle bir rekabet gerçekten var mı, yoksa biz mi uyduruyoruz? Oysa bu ikililerin bir dünyanın ayrı yarım-kürelerinde yaşamadığını hayal etmek hiç de zor olmayabilir. Kendilik duygumuzu güçlendiren şiirlerle, adalet duygumuzu güçlendiren şiirler arasında bir tercih yapmak zorunda, belki de, değilizdir.

Geleneksel düşünüş çerçevesinde “özerklik” insani bir arzudur, ona sahip olunur; öte yandan bireyin toplumsal dayanışmayı arzu etmese de, toplumun emirlerine uyması beklenir. Her zaman özerklik isteriz, ama sadece mecbur kalırsak yardımlaşacağımızı varsaymaya alışmışızdır. Topluma karşı “görevlerimiz” çocukluktan başlayarak sürekli çeşitli biçimlerde kulağımıza tekrarlanır. Geleneksel özne-nesne manzarasını aşmaya kimsenin gücünün pek yetmeyeceğini çok iyi bilmekle beraber, bunun “farkında” olmakla bir uzlaşma alanı yakalanabileceğini düşünüyorum. Bu da daha önce bir dostuma söylerken farkına vardığım bir sözle başlıyor: Burası Türkçe!

Ama buradaki Türkçenin “Türk” olmakla özel bir ilgisi yok. Aynı şeyi bir Almanın da söyleyebileceğini unutmadan ve dili Osmanlıcaya, Kürtçeye veya İngilizceye karşı savunuyormuş gibi bir gösterişe/hamasete kapılıp boğmaya yeltenmeden söylenen bir “burası Türkçe”. Dildeki arınma çabalarının veya dile her müdahale girişiminin, esas itibariyle dil ile değil politikayla ilgili olduğunu bilen bir “burası Türkçe”. Başka bir millete, ırka veya dile karşı olması gerekmeyen, bir yaşantı olarak “burası Türkçe”. Namık Kemal ile Cenap Şahabettin’i, hiç zorlanmadan bir araya getirmiş olan bu lisan denizi içinde “millet için” olan ile “insan için” olan çeşitli versiyonlarıyla kavga halinde ama bir arada yaşıyor.

Edebiyat-ı Cedide’nin avangard romancı ve şairleri için çok terennüm edilen bir eleştiriydi: “milleti temsil kabiliyeti yok”. Bu eleştiri cinsi, klişe olması bir yana, ciddi bir hegemonya arzusunu da içeriyor: Şairin konu seçimi üzerinde tahakküm kurulacak, esas olarak sadece politik veya dinsel inançlardan bahsetmesi sağlanacak, bireyin yüzyıllar içinde değişen psikolojisinden (örneğin “züppe”den) söz etmesi engellenecek, ederse de karalayacak ve bir “olumlu tip” önerecek, vb.

“Millî Roman” eğer bir janr sayılabilecekse, terimin kaldırabileceği kadarından çok fazlası “millî”, çok azı “roman”dır. Murat Belge’nin yazdığı gibi edebiyat açısından tam bir felaket olan sonuçlarına (Taraf Pazartesi, Eylül – Kasım 2008) yakından bakarken görünen o ki, “milleti temsil” ettiniz mi sanat adına yapacağınız pek bir iş kalmaz, artık estetik tembelliğin başladığı yerdesinizdir. Milletin kendisinin “millî edebiyattan” elde ettiği faydanın ispata muhtaç olması da işin cabası.

Bir şiirin “milleti temsil kabiliyeti” sorgulanırken, korkarım ki hemen her zaman şairden beklenen Türkçeyi ne kadar verimli kullanarak ne gibi yeni zirvelere taşıdığı, ne gibi yeni ifade imkânları getirdiği filan değil, şairin o günlerde önemli olduğu farz edilen toplumsal meselelerden söz etmesi ve bu yolla toplumsal olarak az ya da çok bir güce sahip bir figür rolüne geri kavuşmasıdır. Evet, Tanzimat’tan, yani şairin toplumsal güçler matrisinin koordinatları dışında kalmasından beri, böyle bir motif var. “Temsil”den vazgeçen ilk şairden beri (bu isim belki de Abdülhak Hamid’dir, en azından Mehmet Kaplan’a göre) bu klişeler, edebiyatçılara sorumluluklarını hatırlatmak adına ortalıkta dolanmaya devam ediyor. Bu eleştirinin ima ettiği sosyal sorumluluk projesinin, yıllardır değişmeyen “andımız”dan farkı pek kalmamasına rağmen, “insan” her geçen gün daha karmaşık bir şey haline geliyor.

Bence “milleti temsil” beklentisinin estetikle de, milletle de bir ilgisi yok; “şair”in statüsünü, iktidarını, gücünü geri talep etmekle bir ilgisi var. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bu talep edebiyat adına değil, edebiyatçı adına yapılıyor. Bu bir güç-nostaljisidir; şairin henüz saraydan uzaklaşmadığı günlerdeki gibi, devletin taltiflerine şayan olması ve devlete hizmet etmesi adına istenir. Şairin devlet otoritesine boyun eğmesini kast ederek ama bunu böyle söylemeden, buna en yakın “eleştiri”, eğer buna eleştiri denebilirse, “milleti temsil kabiliyeti” beklentisidir. Sorun “güç” ile ilgilidir, kim uyum gösterecek, kim karşı çıkacak?

Devletin sütten çıkmış ak kaşık olmadığı da muhakkak. “Yitirilmiş olan güç yitirilmiştir, biz şiirimize bakalım” desek bile “şairle devlet” ilişkisindeki ikinci tarafa, yani devlete, “devlet işte” deyip geçmek de kolay değil. Devletin kurallara göre oynamama lüksü her zaman var: Kenan Evren meydan mitinglerinde 12 Eylül öncesinin ne kadar “tu-kaka” olduğunu anlatmak için şiir okumadı mı? Tipik bir devlet olarak, TC de elbette eski hizmetkârını, şairi, tatlı tatlı olmazsa zorbalıkla her zaman kullanmak ister, elinin altında görür, görecek.

Öte taraftan, her “memeli” gibi, uyum gösterdiğimiz ilk iktidarın “annenin memesi” olduğunu hatırlayacak olursak “her türlü itaatten uzak bir hayat” gibi bir başarı ölçütünün söz konusu olamayacağı da açıktır. Bazı zamanlarda, bazı durumlarda şairler de, elbette “uyum” göstereceklerdir. Eğer otoriteye uyum göstermekten kaçış yok ise, benim önereceğim bu konuda işe yarayabilecek şöyle bir formül var:

“Atılan taşın ürkütülen kurbağaya orantısı formülü”!

Buna göre önceki kuşakların önemli isimlerine baktığımız zaman, her birinin “şiirinden süzdüğümüz bal”ı, “otoriteyle aynı yatağa girme ilişkisi”ne bölebiliriz. Son kuşaktan üç isim Enis Batur, Hilmi Yavuz, İsmet Özel’i örnek olarak alsaydık, hepsinin “orantısı” birbirine çok yakın çıkardı. Örneğin, içlerinde şiiri en yaygın kabul gören İsmet Özel, “güç arzusu” açısından da en sorunlusudur. Bu isimlere bakarken neredeyse bir “kuşak sabiti”nden söz etmenin bile mümkün olduğunu düşünmemek elimde değil.

Atılan Taş / Ürkütülen Kurbağa = Kuşak Sabiti f (1970 – 1990)

Veya şakayı bir taraf bırakıp, tersinden söylersek, bir şairin şiiri hakkında ne kadar olumlu düşünüyorsak, ondaki “güç arzusuna” o kadar tolerans gösterebiliyoruz.

Örneğin “millî şair” olarak anıldığı halde devletle arası hiç düzelmemiş olan Mehmet Âkif’in, İsmet Özel’in yaptığı gibi “şiirlerimde ben kelimesinin Türkiye olarak okunması gerekir” demeye hiç gerek duymuş olmaması olması neden hiç şaşırtmıyor? Doğrudur, İsmet Özel sadece kaçmak isterken vurulur; kaçmaktadır, ama tam da vuruldum diyerek kaçmaktadır. “Kaçmak isterken vurulan” Türkiye midir, yoksa İsmet Özel’in kendisi mi? Cevabı önemli olmayan bir soru.

“Millî şair” Mehmet Âkif ile “devlet şairi” Yahya Kemal arasında kısa bir karşılaştırma da ilginç sonuçlar verebilir. Mehmet Âkif, İstiklal Marşı’nı TC’ye armağan etmiş olmasına rağmen, devlet tarafından sunulan taltifleri elinin tersiyle bir kenara itmiş ve TC statükosu üzerine yazmayı reddetme özerkliğini kazanabilmişken, Yahya Kemal, çeşitli büyükelçilik görevlerinde devletin sunduğu varlıklı ve saygın koşullarda yaşamış, genç TC’nin devlet politikalarıyla çelişmeyen, ılımlı şiirler ortaya koymuştur. “Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur” diye bir deyim var. Devletin sağladığı “para ve unvan” madalyonun bir yüzü ise, madalyonun her zaman bir ikinci yüzü vardır. Yahya Kemal örneğinde, ikinci yüz, şairin temlerinin ne kadarının oto-sansür olarak törpülenmiş olduğu ile ilgili bir soru işaretidir.

2002 yılına geldiğimizde, Enis Batur, YKY Genel Yayın Yönetmeni olarak çevresindeki “iyi insan”lar ve “iyi yazar”lar arasında yaptığı ayrıma istinaden “yayımladığım halde sevmediğim” ve “yayımlamadığım halde ilişkimi koruyabildiğim” şeklinde kurduğu bir analojinin izini sürerken, “masasıyla özdeşleşmiş” kurum-şairin bir örneğini vermekte olduğunun belki de farkındadır. Bir dil sürçmesi diyebiliriz: “Yayımlayan” Enis Batur değil, olsa olsa adına Yapı Kredi Yayınları denen ve onu ücretli bir personeli olarak çalıştıran “kurum”dur. Aynı dönemlerde Semih Gümüş’ün YKY’nin bir yayını ile ilgili bir eleştirisi için Enis Batur “kuruma karşı suç işledi” gibi, bünyesinde çalıştığı kurum adına konuşan cümleler de kurar (Semih Gümüş, Milliyet Sanat, Haziran 2004). Bu tür cümlelerden “şair”i ayırt etmek iyice imkânsızdır.

Şairin toplumsal gücü elbette vardır, ama bir neden olarak değil bir sonuç olarak. Bunun dışında kalan, Harold Bloom’un sözünü ettiği “güçlü şair” ile “güçlü bir toplumsal figüre dönüşmek için yanıp tutuşan şiir heveslisi” arasında iki dünya kadar fark var. Ama benzer yürüyüş imgelerine yaslanan ve Türkçenin çok ustaca kullanıldığı “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” ile “Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle” arasında veya “Atlılar atlılar kızıl atlılar” arasında bu kadar fark yok. Oğuz Atay da, Turgut Uyar da, Ece Ayhan da bu ülkede yaşayan insanlar için en az Mehmet Âkif kadar sahici, en az onun kadar, Türkçeye ve onun meselesine bağlı şair ve yazarlardır. Kendilerini parlatmamışlar, şiirde, romanda, dilde bir şey olsun istemişlerdir. Evet moderndirler ve onların algıladığı biçimiyle modernizm, hayatı düzen ve bütünlük içinde görme girişiminin iflasıdır. Artık hayatın kaza eseri olmayan bir tezahürünün mevcut olmadığını anlama yaşımız geldi. “Hakikat seyyar bir metaforlar ordusudur.” (Nietzche)

Bu yazının yukarıdaki bölümünde Richard Rorty’den yararlanarak çizdiğim çerçeve içinde “milletin sorunlarını temsil etmek isteyen şair” klişesini “güç nostaljisi içindeki şair” klişesiyle değiştirmeyi öneriyorum. Bana sorarsanız şairin amacı, yazdığının bir karşılığı olup olmadığını durup bitmeden sormak değil, bir “üslup” edinmektir. Ortada herhangi bir üsluba sahip olmayan pek çok “şiir heveslisi” var ve olmaya çalışmak üzere hiçbir şey yapılmazken, tersine en umut vaat etmesi gereken amatör edebiyat dergileri tarafından “milleti temsil” dosyaları yapılıyor ise, ne yapacaksınız, siz de dönüp dönüp aynı şeyi yazıyorsunuz: Şiir ne düşüncesiz, ne de salt düşünceyle yazılabilir. Anlam, şiir için bir kriter değildir, sadece böyle bir boyut olduğunun unutulmaması gereklidir.

Bir yerde “anlamsız olduğu doğrudur İkinci Yeni şiirlerinin ama içeriksiz oldukları söylenemez” diye yazmıştım. “Anlamsız”dan kastım, içeriğin dondurulmaması, mesajın belirsiz bırakılmasıydı. İkinci Yeni şiirinde anlam belirli değildir, oynaktır, çoğuldur; öyle ki, şiirin içinde bir şeyler olup bitmektedir ancak olup bitenler belirli bir anlama indirgenemez. Ama sırf bu nedenle içeriksiz oldukları da söylenemez ikinci yeni şiirlerinin, hatta tam tersi söylenebilir.

Bütünsel, mükemmel, tutarlı bir anlam aramak, hatta “hayatın anlamı”nı bulmak neden bu kadar önemli? Sanki aradığımız mükemmellik içinde kendi mükemmelliğimizi, aradığımız bütünsellik içinde kendi sonsuz varlığımızı, aradığımız güzellik içinde kendi ebedi tutarlılığımızı bulacakmışız “gibi” oluyor. Tüm bunlar çocukluğumuzdan vazgeçemeyişimizin tortuları. Bunlar “ego”nun kulağımıza fısıldadığı güzel sözler. (Ego yalan söyler – Freud). Bu tür güç isteklerinden şairin kendini arındırması gerekiyor. Ama olmayacak biliyorum. Güç az.

Peki! Teslim oluyorum! Zaten bu kutupsallıklardan kurtulmaya gücümün yetmeyeceğini söylemiştim! İllâ gerekliyse “milleti temsil” edelim, ama eserimizin içine tam olarak ne kadar “estetik” koyacağımıza biz, şairler karar verelim! İllâ gerekliyse “milleti temsil” edelim, ama en öncelikli kaygımız, kurduğumuz cümlelerin otoriterlik ile ilişkisine bakmak olsun! Birbirimizi en çok klişeleri ne kadar güçlendirmekte olduğumuzla eleştirelim! Saf “estetik” iyi bir eser, bir milleti en mükemmel “temsil” eden şeydir! Sloganımız bu olsun! En çok buna inanalım!

Kullandığımız tek dil atalarımızınki olmayacaksa, onların ölü metaforlarına tapınmayacaksak, alıştığımız söz dağarı, yavan terimler repertuarı artık kendi hikâyemizi anlatmaya yetmiyorsa, “milleti temsil”den önce, “temsil”in neyi temsil ettiğini üzerine düşünmeli.

Ey Türk Şairi birinci vazifen kendine bir üslup edinmek!

Mütekabiliyet teorilerini bir tarafa bırak ve özel bir mizaca sahip olmaktan korkma!

Her şeyi unutsan bir tek şeyi hatırla: Burası Türkçe!

Karagöz Dergisinde yaımlanmıştırs Sayı 7, 2009.

1 yorum:

  1. birkaç nokta var. kaçmak isterken vurulan ben değil. o belki de ismet özel şiirlerindeki nadir üçüncü şahıslardan biri. bu yüzden onun yerine türkiye koyunca olmuyor diye kızmamak lazım. şair benin yerine demiş, bütün zamirlerin yerine dememiş. bir de mehmet akif istiklal marşını kahraman ordumuza armağan ediyor. tcye değil. kahraman ordumuzu tc olarak alıyorsak sürtünme kuvvetini ihmal ediyoruz demektir. oysa sürtünmeler önemlidir.

    YanıtlaSil

yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz