22 Nisan 2010 Perşembe

Türk edebiyatının 3 silahşörleri: güzel, çirkin ve sevimli

Türk edebiyatının 3 silahşörü: güzel, çirkin ve sevimli


Enis Akın

Geçen gün bir arkadaşım sordu: Neden seviyorsun Turgut Uyar’ı? Bir hafta kadar bu soruyu cebimde dolaştırdıktan sonra, aşağıdaki olayı hatırladım, sanırım bir yanıt içeriyor.
1988’de Edebiyat Dostları’nda “Ağlama Duvarı” başlığıyla, Türk Şiirinde “anneler”i araştıran bir yazı yazmıştım. Esasen yazı, şiir kitaplarında yapılmış bir “anne” taramasıydı, ki yaptığım taramalarda Turgut Uyar’ın “Anneler Kaçar Gibidir”i dışında “anneden bahseden ve ağlamayan” bir şiire rastlamamıştım. 20 yıldan fazla bir süre sonra, hâlâ da rastlamadım. Yazıda da bunu yazdım, “nedir bu annenin temsil ettiği”, “gerçekten kaçış isteği”, “yenilginin kabulü” gibi, kendimce o zaman için önemli tespitler yaptım.
Yazı yayınlandıktan sonra Adalet Çutsay’dan öğrendiğime göre Arif Damar dergi ekibini, ama benim adımı özellikle vererek, evine “çağırtmıştı”. Arif Damar’ın canı benimle ilgili bir şeye sıkılmış, ama nedir, henüz bilmiyoruz, söylenmiyor. Gittik, oturma odasında koltuklara dizildik, Arif Damar beni karşısına çekti, “Ağlama Duvarı” yazımdan söz ederek “şu şiiri okudun mu”, “bu şiiri gördün mü” gibi sorular soruyor. Birazdan soruların miktarı artmaya başladı, soruş biçimleri de tersleşmeye: “Bu şiirden niye söz etmedin?” Sık sık bana onun kendi şiirlerini okuyup okumadığımı soruyor. Halbuki okudum, ama baskı altındayım. Okuduklarımın yarısını utancımdan “okumadım bilmiyorum” gibi cevaplar veriyorum. Epeyce bir azardan sonra benimle uğraşmaktan sıkıldı, bununla ilgili bir yazı yazacağını söyledi ve kalkabileceğimizin işaretini verdi. Kalktık. Ertesi günlerde bir yazı geldi dergiye. Yazısında da elbette “bu yazı benim şiirlerimden söz etmediği, beni olumlu örnek olarak sunmadığı için kötüdür” demedi de işte, ne yapmışım Attila İlhan’ı kırk kuşağı içinde saymışım. Ben de cevap niteliğinde, ama doğrudan hedef göstermeyen bir yazı yazdım, geçti gitti.
Mesele bu değil, mesele şu: 24 yaşındayım hayattaki 3. eleştiri yazımı yazıyorum benden 40 yaş büyük, ünlü bir şairin evine çağrılıyorum, başka şairlerin, yazarların ortasında sorguya çekiliyorum, sonra bütün bunlar bir tarafa bırakılıyor, bir cümle cımbızlanıyor: “Sen nasıl Attila İlhan’ı 40 kuşağı sayarsın?” Doğru. Saymamam gerekir. Ama gencim dünyayı gözüm görmüyor. 40 kuşağını zaten sevmiyorum, dergi olarak cümleten sevmiyoruz. Attila İlhan’ı da sevmiyoruz ama önemli buluyoruz; Arif Damar’ı sevenler içimizde çoktu, ama önemli bir şair miydi? Bilmiyorum.
Yıllar sonra Akif Kurtuluş ve Mahmut Temizyürek’le birlikte, Ankara’da Turgut Uyar'ın SEKA’daki masa arkadaşı Latif Yaz’la görüştük. Mükemmel bir beyefendi olan Latif Yaz o gün orada bize Turgut Uyar’ın en çok korktuğu şeylerden birinin, yanında çalışanları (odacı, çaycı, vb.) kırmaktan duyduğu korku olduğunu söyledi. Turgut Uyar’ı severim, ve önemli bir şairdir. Kendinden küçükleri ezmekten korkmak gibi bir erdeme sahip olabilecek büyüklükteydi, şiirlerinden de zaten bunu okuyabiliyoruz.
Turgut Uyar’ı neden severim? İnsanın içindeki psikolojik yıkıcılığı illa bir yere yönlendirmek gerekiyorsa, sırf sportif amaçla olsa bile, bunu kendinden büyüklerinize (toplumsal statü sahiplerine, iktidar odaklarına, vb.) yönlendirmek gerek. Turgut Uyar’ın şiirsel babası Nurullah Ataç’a saldırısı aynen böyle, sportiftir; Ömer Faruk Toprak’la, Attila İlhan’la kavgaları, Bir Şiirden’e aldığı şairler karşısında aldığı tutum bu ilkeyle uyum içindedir. Apolitiklikle suçlanan şiiri, bizi part-time-ezen, part-time-ezilen türdeki solcu-şairlerin “solcu”luklarından koruduğu için sevdim Turgut Uyar’ı. Ve çok sevdim. Çağdaşlarına hiç benzemedi.
Şiddetle barışık olan, başına “devrimci” kelimesini koyarak, diktatörlük, hiyerarşi, iktidar, manipülasyon, tasfiye, infaz, vb. hemen hemen bütün hegemonik ilişki biçimlerini onaylayan tipik sol politikacı, iktidarın ezen, sömüren, gasp eden biçimleri arasında bir fark varmış gibi bir tutum takınarak, sadece sömürüye karşı olmanın konformizmiyle artık karşı çıkılacak hiçbir şey kalmamış, “konuyu kapatmış” olduğuna inanır. Oysa ezme-ezilme, emir-komuta ilişkileri de egemenlik kurma praksisinin bileşenleridir. “Egemen olan diyalogcu bir şekilde davranamaz” (T. Adorno, Otoritaryen Kişilik, Om Yay. s. 98).
Şimdi, hiçbir şair, hiyerarşi-sevgisini, otoritaryenliği, totalitarizmi, etnosentrizmi, faşizmi şiirinin ortasına koyup “bununla şiir yaptığını” savunamayacağına göre ve bu tutumların yaşantımızda çok büyük bir yer kapladığını bilerek şunu sorabilirim: bunlar çağdaş şiirde nasıl tezahür ediyor? Bir sanat eserini ne faşist yapabilir? Ya da daha doğrusu bir sanat eserinin faşizm endeksini neye göre belirleyebiliriz? Aklıma faşist sinemanın abartılı derecede şık erkekleri ile güzel kadınları geliyor. Stereotip sevgisi (stereopati) önemli bir anahtar. “Bütün tipolojiler dünyayı koyun ve keçilere ayırmanın bir yolu değildir” (Adorno, s. 278) ama kendilerine hiçbir bireysellik alanı (sapma) bırakılmamış tipolojilere kuşkuyla bakılabilir:
Naziler kendi şemalarına uymayan şeylere, hele hele kendi şeyleştirilmiş, “stereopatik” bakış tarzlarını kabul etmeyen şeylere dayanamazlar. (Adorno, s. 278)
Ancak modern insanlardaki klişeleştirme eğilimlerini teşhis ederek –onların varlığını yadsıyarak değil– her şeye nüfuz eden sınıflandırma ve kapsama yönündeki zararlı eğilime meydan okunabilir. (Adorno, s. 280)
Yeterince şairin bu soruyu kendine sorduğunu sanmıyorum, hele “şiire dahil olan hayat”larını da işin içine katınca rakam çok az. Bu “çok az”a ait olan ikisi, Türk şiirinin iki sevimsiz ihtiyarı Sezai Karakoç ve Turgut Uyar, nonkonformist Türk şiirinde onurlu bir çizgiyi devam ettirenlerden. Tevfik Fikret’ten beri Türk Şiirinde nonkonformizmin bir tarihi var. Bu liste Nâzım Hikmet gibi, Enver Gökçe gibi, taltiflere gönül indirmemiş birçok isimle uzatılabilir ama ne kadar uzatılırsa uzatılsın bu listede, örneğin, uzun zamandan beri İsmet Özel yok. Meşhur ve müphem tekne gezintisine çağrılmamakla hak ettiği “asi” statüsünü çoktan yedi bitirdi.
Sezai Karakoç, Turgut Uyar… Konformizmin, yani benzemeye çalışmanın dışında kalma, şiiri sosyal güce her zaman feda etmiş olanların dışında kalma gücünü gösteren bu tarihe ait olanlardan bahsederken bugün ancak sevgi duyabiliriz. Onların bu sevimsizliği bir kat daha fazla sevgi hak etmiyor mu? Sezai Karakoç kendisi için yapılan (fragmanını izlediğim kadarıyla, oldukça kötü) filmin prömiyerine katılmıyor ve son başbakana randevu vermemesiyle meşhur. Diğerinin, Turgut Uyar’ın, fotoğraflarında, bir dostumun değişiyle, onun “patlama sonrası” yüz ifadeleri var. Bir insan hiç mi, bu kadar mı gülmez? Bir damla sevgi göreceğim, iki dirhem kibir sarhoşluğu yudumlayacağım, bir miktar imtiyaz tadacağım diye hiç mi müdanası yoktur. Nasıl olmaz?
2. Yeni ile 2. Dünya Savaşı sonrası psikolojisi arasında hiç küçümsenmemesi gereken paralellikler olduğunu daha önce de yazdım. İşin daha net söylenmişi şu: Turgut Uyar’ı anlamak için faşizmi anlamak gerek. Toplama kamplarında öldürülme kuyruğuna giren çıplak insanların, kadınların, çocukların fotoğraflarını gördünüz mü? Sizin yaşadığınız çağda, ülkede, şehirde, mahallede, apartmanda kaç tane 5 yaşında kız çocuğu öldürüldü? Hiç sistematik olarak öldürülmeden önce, “nereye gidiyoruz baba” diye soran bir çocuğa cevap verdiniz mi? Savaş sadece faşistlerin icraatı de değildi, siz hiç iki yüz bin kişiyi yan yana gördünüz mü? Tek bir hayat önemsiz midir? İki yüz bin kişiyi tek bir bomba ile ortadan kaldırmayı aklınız alıyor mu? Bunları düşünmeye başlayın, Turgut Uyar’ın şiirini düşünmeye başlarsınız.
Evet, Turgut Uyar’ın şiiri karanlık bir şiirdir. “Kayayı Delen İncir” gibi bunu yadsıyan isimlerle yazılmış kitapları olsa bile, bir temayül olarak, öyledir. Karanlık, Turgut Uyar’da bir “aydınlık habercisi” değildir. İnsanın iyi olmadığına dair bir inanıştır, bu da onu bütün bir “aydınlık yarınlar” klişesinin bir eleştirisine getirir. Bilinçli veya sezgisel hiçbir önemi yok, buna isteyen pozitivist-aydınlanmacı aklın bittiği yer desin, isteyen T.C.’nin kuruluş ilkeleriyle, komünist “güneşe akın” metaforlarının kesişim kümesi desin, “aydınlanma” o zamanlar pek çok şeyi açıklıyordu. Küçük bir örnek, 50 küsur yıl önce 20 yaşlarındaki Ahmet Oktay’ın yaşamının son yıllarındaki Nurullah Ataç’a yönelik eleştirisinin ana fikri, Ataç’ın “aydınlığı savunmaması” olabiliyordu ve bunun bir açıklayıcılığı vardı. Bugün yok. Bugün kimse aydınlık övgüsü şiiri yazamaz, yazmadığı için eleştirilemez, politikada bile bir motif olarak yeri kalmadı. Aydınlık fikri basit bir değer yitimine uğramadı, aydınlığın savunabileceği yer bitti, karanlığın dışı kalmadı. Aydınlıkta ışık kalmadı: Adorno bunu şöyle ifade etti: “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz.” İnsanlık 2. Dünya Savaşında şiirini yitirdi, umut “anlamını” yitirdi. “İnsanlar iyidir” “bazı insanlar iyidir”e dönüştü. 2. Dünya Savaşı toplumun çirkin yüzünün örtüsünü açtı:
Benim donumu ve Gülbeyaz'ın donunu
ve yattığımız yatağın örtüsünü
Yüreksiz kişilere gösterip onları güldürdüler.
[Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur]
“Bir işkence biçimi olarak teşhir” toplumun sık sık başvurduğu şiddet biçimlerinden biridir. Başka bir teşhir hikayesi, Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ı akla geliyor: Bir vitrinde canlı manken olarak çalışan, yaz ortasında beyaz mantosuyla plaja giden ve oradaki insanlar tarafından tartaklanan dilenci, neredeyse varoluşsal bir gerekçeyle intihar eder. İkisinde de toplum, sapmaları sistematik olarak ve bundan bir zevk alarak cezalandıran bir yapıdır. Turgut Uyar’ın “toplumu, mutlak bir kurtuluş umudu olarak görmeyen şiiri”, bu tarafıyla hep Attila İlhan için rahatsız edici oldu.
“Son 50 yıldır Türk Edebiyatında sergilenen en büyük faşizm eylemi nedir” diye sorulsa hiç tereddütsüz Attila İlhan’ın Turgut Uyar’ın ölümünün arkasından söylediği sözler, derim. Alıntılamaya gerek yok, Sanat Olayı dergisinde altını imzalamaktan imtina ettiği bir yazıyla “halka yabancılaştığı için” zaten uzun zaman önce öldüğünü söylüyordu. Yayınlandığı zaman birçok da tepki gördü ama ben başka bir yönden ele alacağım. Adorno’ya göre bu “tarz” eleştiriye, “başka” bir dünya görüşü de sıkça başvurur:
Çağdaş Amerikan demagoglarının uygulamaları da dahil olmak üzere, bütün modern faşist hareketler (…) hep popülist ve art niyetli bir biçimde anti-entelektüeldir. Faşizmin hiçbir zaman tutarlı bir toplumsal kural geliştirmeyip, kuramsal bilgiyi ve düşünmeyi ısrarla “halktan yabancılaşma” diye itham etmesi bir rastlantı değildir. (Adorno, s. 120)
Şiddet her zaman bir üçüncü gerektirir: yargıç. Şiddet her zaman bir meşruiyet sorusu uyandırır çünkü. Uyandırmıyorsa, uyandırmasına izin verilmiyorsa, savcı ve yargıç aynı kişidir demektir. Linç budur. Asım Bezirci’nin 2. Yeni Olayı adlı kitabı, nesnesini linç etmeyi hedefleyen metindir. Kendisine kurban olarak seçtiği 2. Yeni Şiirini “katil” olarak sunma becerisi. Bütün kayda değer manevrası budur: Bilgisizleri hedeflerler; kasıtlı bir biçimde şiirleri manipüle eder ve ancak bilgisizler karşısında başarıya ulaşabilir… Kendisine baş düşman olarak klişelere baş kaldıran bir tutumu, ancak kendisini bütünüyle devlet sayan bir ideoloji seçebilir. Bu, çift ahlaklı bir sistem içinde işleyen bir linç dağarcığıdır.
İşin tuhafı, bizim kendisi üzerinde hiçbir tasarrufta bulunamadığımız ama bizim üzerimizde bütün tasarrufta bulunma hakkına sahip bir tanrısallık fikriyle barışık bir dindarlığa yaslanıyormuş gibi geliyor bütün bunlar. Solculuğun böylesine otoritaryen bir çizgiye yaslanması, dininse tarihte otoriteye başkaldırmakla çok daha fazla ilgisi olmuş olması nasıl açıklanabilir? Bilmiyorum.
27 Mayıs ve İttihat Terakki sevgisine baş vurmaya gerek kalmadan, Attila İlhan’ın faşizm cetvelinde yüksek puan alacak bir şair olduğunu söyleyebiliriz.
yamyassı burunlarıyla inanılmaz zenciler
kıpkızıl ateş tozları gözlerinin akında
terlemiş dazlak kafaları çok fena parlıyor
/…/gizli kokularla açılıp kapanıyor burun delikleri
[bunlar insanı parçalar]
“…ter kokuları kırbaç gibi şaklayan zenci kızlar, ağır ve hantal almanlar…”
(Hangi Seks, s. 56)
Attila İlhan’ın karakterleri o kadar stereopatiktir ki, dinlenebilirliğini sürdürmek için 1) ikileme ishaline vardırır işi (yamyassı, kıpkızıl, vb.), 2) kitaplarını fahişeler, çökmüşler, eşcinsellerle doldurur (ancak bunlar bile rastlantısal sapmalar değil, yapısal özellikler olarak sunulur, yalnızca paylarına düşeni olurlar). Potansiyel faşist karakterin temel bileşenlerinden biri stereopatik zihniyettir. Aşağıdaki cümleleri Attila İlhan’ın ön yargılarına iyi bir bakış atmamıza olanak verir (abç):
“… o iri kalçalı nankör suratlı köylü Fransızlardan birisi…” (Hangi Seks, s. 225)
“… geniş kalçalı sana sarısı sarışınlarıyla ünlü Alman şehri…” (Hangi Seks, s. 266)
“… lahana kalçalı, lahana beyazı bu ‘tendürüst’ kadına [Beyaz Rus Nadejda] …”
(Dersaadet’te Sabah Ezanları, s. 210)
“…Beyoğlu’nda, camlı kahvede ibneler, yuvarlak kalçalarını, kuğular gibi teşhir ediyor.”
(Zenciler Birbirine Benzemez, s. 96)
“…İtibarlı masalarda, zıvanalı Rus cıgaraları içen, iri kalçalı, beyaz sarışın birtakım yoğun [Rus mülteci] kadınlar, …” (Sırtlan Payı, s. 261)
“Madam Atina, işten anlar gözleri ile, dalgalanıp duran kalçalarına, bakıp bakıp …”
(Kurtlar Sofrası, s.460)
Attila İlhan’ın Batı tapınması ile tiksintisi barış içinde bir arada yaşar. Alman ve Fransız kadınlarından ve eşcinsellerden başka kimsenin kalçası yoktur. Ondaki, her nasılsa Marksist sosla kaplanmış, üniforma, top-tüfek, asker, “erkek kafiyeler” sevgisiyle, “gavur kalçası” sevgisini birleştirince Nazi filmlerini andıran bir imge dünyası ortaya çıkar. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve apolitize edilmiş estetik mükemmellik!
Ancak ergen duyarlılığa karşılık gelen ve herhangi bir psikolojik derinliğe sahip olmayan Attila İlhan’ın devrimcileri, inanırlar, yalnızca ve düz bir biçimde inanırlar. Kendi ideolojileri içinde yüzerler; ideolojilerini hissetmemize, onu algılamamıza ve onu değiştirmek için bir şans elde etmemize imkan vermezler. Onların tek sorunu, yalnızca, eldeki araçlarla devrimci mesajı iletmektir; eldeki araçlar kesinlikle doğrudur. Önüne hazır olarak gelen ideolojileri, değerleri, mitleri, biçimleri dönüştürmekle ilgili bir süreci görmezden gelen Attila İlhan’ın devrimci tipleri, “başka biri” olmaktan korkar. Eğer bu bir edebi yöntemse, içerikten bağımsız da olsa, içerikle ilgili de olsa küllen sağcıdır. Attila İlhan’ı rahatlıkla Türk sağına armağan edebiliriz.
Turgut Uyar’ı neden seviyorum? Gözyaşı dolu ve stereopatik bir şiir yazmadığı, sapmaları ve bireysellikleri dışlamayan bir şiir yazdığı için, örneğin annesine bir barut yakıştırması yapabildiği için, sevimsiz olabilme cesareti gösterdiği için, beni özgürleştirdiği için seviyorum. Attila İlhan yalnızca faşizm endekslerinde yüksek not aldığı için değil, Turgut Uyar’ın kararlı özgürleştirici şiirinden korktuğu, o şiir içinde kendi dünyasının kökten bir eleştirisinin yer aldığını sezinlediği için yukarıda sözünü ettiğim eylemi yaptı, ölünün arkasından küfür etmeyi seçti.
Turgut Uyar’ın üzerini ot bürümüş, Aşiyan’daki mezar taşında harfiyen şu yazılı: “Turgut Uyar Ağustos 1928 – 1985”. Onun ustalıkla mücadelesi, sanki “ustalarla” mücadelesi gibi, yanlış okunuyor. Ustalık Turgut Uyar’da dışsal bir şey değil kendi kendisiyle mücadeledir, bir insanın hayatta en iyi yaptığı ve çok iyi yaptığı bir işi öğrenmeme mücadelesi belki de onu intihara sürüklemiş, kendisiyle mücadelesidir. Ustalarla mücadele etmek iyidir ve gereklidir, ama esas olan kendiyle mücadeledir, demiş oldum. Bir avcının kendisiyle mücadelesi: Türk Şiirinin güçlü bir nonkonformist damarı var, vahşiler var. Turgut Uyar bizden bir Fatiha bile istemiyor. Mezar taşıyla bile ezber bozuyor. Bütün bunlardan genel olarak ne öğrenebiliriz; bir dizi sevimli, evcil, muktedir şiir ödülü jüri üyesinin ödül vermekten korktuğu bir şair olmayacaksanız, şiire hiç bulaşmayın.



Yasak Mevve (Mart 2010)

1 yorum:

  1. "hazırlandın diyelim bir yolculuğa
    "bu ylnızlığı da olabilir" diyor birisi
    dayanıklı mısın bakalım
    silahın nedir
    ilkin asfalt ve beton
    bir bakarsın önün ardın su kesilir
    yüzme de bilmezsin ayrıca"

    Turgut Uyar
    Varlık Şiir Antolojisi (2003)

    /

    "dumanın içinden geçerken
    içimden dumanlar geçiyor

    ben artık ateşe ibadet ediyorum"

    Enis Akın

    Varlık Şiir Antolojisi (2003)

    Hiç kimsenin, hiçbir akımın vs.gözünün yağından beslenmeyen, çok güzel bir eleştiri...

    YanıtlaSil

yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz