7 Ekim 2009 Çarşamba

garaj adamları (hikaye)

Garaj Adamları


Enis Akın


Beni adam edemediniz.

“Doğru” dedi Sami abi, “sen adam olmazsın”. Sonra ayağa kalktı. Sana bakarak montunun bir kolunu geçirdi, diğerini de kolunu iyice arkaya atarak geçirdi. Son olarak iki kolunu da öne uzatarak hopladı, ağır mont üzerine zar zor oturdu. Garajın kapısından görülebildiği kadarıyla bulutlu bir kış günüydü. Öğlen saat ikiyi geçiyordu.

Sami abiyle günlük vedalaşmanıza doğru hızla yaklaşıyordun. Birden aceleci davransan, Sami abi daha hazırlığını tamamlamadan “hadi güle güle”yi ağzından kaçırıversen –lan hepsi hepsi kelimelerdi– sahne anlamsızlaşacak ve durumu kurtarmak için hızla başka kelimeler bulman gerekecekti. Hele aceleyle “hojçakal” gibi birşey filan çıksa ağzından, belki birkaç hafta boyunca Sami abinin her türlü bakışını “acaba alay mı ediyor” diye yorumlayacaktın. O zaman işin iyice zordu, küçük alaycılıklara hazırlıklı olmalıydın. “Unutma! Birisi sana bir yumruk atarsa sen o yumruğu al ve daha kuvvetle kendine çek, en iyi kurtuluş bu”. Alaycılığı yenmek için kendine onlardan daha çok gülmeliydin. Herşeyi bu kadar ciddiye alma!

İlişkiniz neticede bir iş ilişkisiydi, bu kadar elektrikli filan olması gerekmiyordu, hepsi bir zamanlama sorunuydu. “Neyse” dedi Sami abi, ince bıyıklıydı, kapının koluna elini koydu, arkasına bakmadan: “Hadi eyvallah”. Oh, hiçbir şey yerinde edilen bir veda sözü kadar kolayca gerçeklik hissini bir yerlerden –nerden?– bulup getiremezdi. Üzerine basa basa söyledin: “hojj çakal”. Bir eliyle tuttuğu kapının kolunu bırakmadan döndü, senin yüzünde bir utanma ifadesi göremeyince hafifçe sırıttı, dışarıya doğru seğirtti. Gıcırtılı bir kapı sesi duydun, sonra sessizlik.

Sen, Şükrü, şimdi kendinleydin.

Sami abi enine boyuna iri bir adamdı (onun gibi olanlar hiç zamanlama sorunu yaşamazlar). Her tarafından sular damlayan bu karanlık garajda altı yıldır çalışıyordun ve Sami abiyle günde 8 dakikalık –çıkmak için hazırlanması bu kadar sürüyordu– ilişkin, ayda bir uğrayan patronu saymazsan tek iş ilişkindi. Sami abiyi hergünün aynı 8 dakikası görmek, adeta dinsel bir törenmişcesine hazırlanmasını, her seferinde montunun yakasını düzeltmeyi unutmasını, fermuarını güçlükle geçirmesini ve yukarı çekmesini seyretmek ve “hadi eyvallah”ı beklemek. Bunda bir şey vardı. Toprak kaymasını önlemek için beton blokların dökülmesi ya da bir western filminde baş aktörün bara yanaşıp “bir viski” demesi gibi bir şey. Zamanı durduran, oturaklı bir şey.

Ortaklaşa bir garajı çeviriyordunuz. Sami abi sabah beşte geliyor, sen öğlen ikide gelip garajı ondan devralıyor, gece on birde kapatana kadar bekliyordun. Yaptığınız işin temeli buydu: beklemek. İlk bakışta herhangi bir yoruculuğu olmayan bir işti, ama neredeyse sıfır emek harcamak gerekmesi, adamı günün sonunda epey bir yorgun düşürüyordu. Kasların belki fazla enerjiyle yüklü kalması, nedenini açıklayamadığın bir bitkinlik, yorgunluk değil bitkinlik ya da boşlukla yorgunluğun uhulanmış hali. Bazen, uzun süre konuşmamaktan, dişlerinin birbirine kenetlendiği, ağzının yüzünün birbirine girdiği olurdu. Bir garajda beklemek zamanın ta kendisiydi. Dakikalar, saatler, saniyeler değil, katı bir şey olarak zaman öylece ortada duruyordu. Saatlerin gösterdiği ise sadece geçmiş ve gelecek anlardı, onlar da durmuş ya da duracak olan şeylerdi. Belirli bir anda olabilecek tek olay, birinin çıkış ya da giriş yapması oluyordu. Motosikletli kız hariç, bugün giriş yapacak mı acaba? Onu düşünmek, 500cc’lik patlıcan moru chopper’ının üstünde kaskının altından sarkan saçlarıyla gelip karanlığı delen bir ışık şeridini düşünmek gibiydi. Dışarıda başka bir şey –ne?– vardı. Bakışlarını esir alan masa saatinden kurtarırken derince bir nefes aldın.

Sadece arasıra müşterilerin yıkatmaya bıraktıkları arabaları yıkarken düşüncelerden uzaklaşabiliyordun. Şimdi saat 5 civarlarındaydı. Bir müşterinin arabasını yıkıyordun, fırçanın geçtiği yerlerde köpüklerin kaportanın boyasını kaplamasını, sonra birer ikişer eksilerek metalik mavinin yeniden ortaya çıkmasını izliyordun.

Garaj, şehrin iş merkezlerinden birinin altındaydı. Giren çıkan iş adam ve kadınlarına Sami abi “günaydın” der, sen Şükrü, aynı kişilere “iyi akşamlar” derdin. İner kalkar geçiş, bir düğmeye dokundukça ince bir inilti sesi çıkararak iner ve kalkardı.

Şimdi basınçlı su, bitmeyen enerjisiyle dünyadaki bütün kirleri yok edebileceğine dair yeminler ederek kaportanın üstüne fışkırıyordu. Köpükler panik içinde dağıldılar.

Geçen hafta mıydı, yoksa geçen ay mı, bir bisikletli abone vardı, Edward, adı buymuş, halbuki ne de çok Türk’e benziyordu. O gün garajın arka tarafında bir ses duymuştun, yavaşça o tarafa seyirttin. “Ulan gene o moruk genel müdür, sekreterinin memelerini elleyip otuz bir çekiyorsa?” Ayakların geri geri gidiyordu, aslında senin derdin değildi ya, sekreterin ağlamasını görmeye dayanamıyordun. Hafifçe başını uzatmıştın, Edward’dı, yerdeydi, başını tutuyor, parmakları arasından kan sızıyordu. Sonra ağır çekimle izlenen bir sahne bitmiş gibi, hareketlerinde âni bir hızlanma olmuştu. Onun bisikletini bağladığı bölümde havalandırma boruları iyice alçalıyordu. Patron bir zamanlar bu boruların üzerine “dikkat başınızı çarpmayınız” gibi yazılar astırmıştı da sen itiraz etmiştin, “yazıyı görenler zaten boruları görmüşlerdir, yazıyı yere yazalım”. Patron sana garip garip bakmıştı, galiba vazifene fazla anlam yüklediğini düşünmüştü. “Off kötü kanıyor, kaskını niye çıkardın ki?”

İşte o gün öğrenmiştin, 29 yaşında İranlı bir göçmen olduğunu, adının da Edward. Epey uğraşmıştınız kanamayı durdurmak için, ellerin kanlanmıştı. Edward’ın aids’li olabileceği o gittikten çok sonra aklına gelmişti. Aslında evhamlı bir heriftin, günde birkaç kez ter basmalarla sonlanan endişelere kapılırdın. Aman canım boşver, olursa olsun, o gün birşey olmuştu, bir işe yaramıştın. Hristiyandı, demek İran’da hristiyanlar da yaşıyordu. Kaç ay önceydi hakikaten, altı ay oldu mu?

Saat 7 civarları, günün en yoğun saatı geride kaldı. “İyi akşamlar Şükrü”. “İyi akşamlar Edward.” Hiç “günaydın” demediğin Edward çıkış yaptı.

Sen, Şükrü, akşamları, sabahları, gün içinde yapılması gerekenleri aynılaştırarak her gün aslında tek bir günü yaşıyor gibi olduğunu uzun zaman önce fark etmiştin. Zaman yok edilebilir bir şeydi: Tekrarlamak insanın ölüme karşı geliştirdiği en etkili ilaçtı. Arada sırada maaş konusunda karşılıklı yakınmanızı saymazsak Sami abiyle ayrılmalardan oluşan bir ilişkiniz vardı. Ucuca eklendiğinde birbirinize habire aynı veda kelimelerini söylüyordunuz: “Hadi eyvallah”, “güle güle”, “görüşürüz” ya da sadece “hadi”. Bu kelimelerin zamanında söylenmesi çok önemliydi, bu ikinize özel bir ilişkinin tüm kelime dağarcığının bir nefeste, hayır birkaç, çıkmasıydı: “güle güle”. Sanki ters bir vurgu, bütün şeyleri, hayatı, bir şey yapmayı, ya da hiçbir şey yapmamayı anlamsızlaştıracak, önündeki dokuz saatte bir boşlukla baş başa kalmana yol açacaktı. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi kalakaldığın oluyordu bazen böyle.

Sabah olanları hatırladın yeniden. “hojj çakal” ha, ne yapıyorum ben, “kendisini komik sanıyor” demiştir şimdi Sami abi, dişlerinin arasından tısladı zaten. Ya da sana öyle gelmişti. Sami abi şehirde bir randevusu olduğu için biraz geç çıkmıştı. Son aylarda yaptığınız en uzun konuşmaydı. Allah allah, nerden de geldik bu konuya? Sen neden olduğunu anlamadığın bir şekilde “seni seviyorum” deyivermiştin konuşmanın bir yerinde, o da “sen adam olmazsın” ve “hadi eyvallah”. Sami abi gittikten sonra kendine neden başka bir iş aramadığını sorup durdun. Belki bu iş için fazla duygusaldın. Belki aşık olman falan gerekiyordu. Tuvalette çişini yaparken başını yana çevirip aynaya bakma alışkanlığı edinmiştin, yüzünü görebildiğin bu ender anda hep aynı soruyu sorardın: Motosikletli kız bugün gelecek mi acaba? Bir korna sesi.

Motosikletli kız bugün gelmedi. Artık paydos saatiydi. İşten çıkmak üzereyken kazağını ters giydiğini fark ettin, ama garajdan bir an önce çıkıp gitme isteği, kazağını çıkarıp tekrar giymene engel oldu. Nedense çıkma saati gelince bir telaş kaplıyordu içini. Sonra anahtarlarını kaybettiğini fark ettin. Telaşla aranırken masanın üzerindeki ıvır zıvırı bir oraya bir buraya ittin. Önce kazak şimdi de anahtar, hay aksi! Aramanı hızlandırıyor, bulamadıkça daha çok telaşlanıyordun. Sonra durdun, başını kaldırıp derin bir nefes aldın, kazağını çıkarttın ve düz olarak yeniden giydin. Giyer giymez anahtarı da buldun. Oda küçüktü, kazağını çıkartabilmen için belli bir pozisyonda durman gerekiyordu ve bu sırada karşındaki duvara asılı hırkanı gördün. Uzanıp cebinden anahtarlarını aldın. Çok eskidi bu lacivert hırka da. Aklın Sami abiyle konuştuklarına takıldı yeniden. “evet” dedin kendi kendine “Aşığım ben, ama kime? Sadece henüz bunu bilmiyorum”. Korna sesi. Geç kaldığı halde seni yerinde bulabilen şanslı bir araba sahibi çıkış istiyor. Düğmeye basarken avcunun içini göstererek selam verdin “iyi geceler”. Kadın sana fazladan bir gülümseme fırlattı. Bir gurur kapladı içini, “hepimiz bir şeyiz aslında, bir yer kaplıyoruz”. Üstündeki dev binanın beton blokları arasında yüzlerce hemcinsin çalışıyordu ve sen onlardan farklı değildin. Bir kedi değildin mesela, yani kediden çok yukarıda çalışanlara yakındın. Miyavlamıyordun, “iyi geceler” diyordun. Artık eve gitme zamanıydı.

Odanın yere sürten alüminyum kapısını açmak için biraz zorlamak gerekiyordu. Son bir kez dönüp içeri baktın, anahtarı ararken karıştırdığın masanın üzerinde okumayı uzun zaman önce bıraktığın bir kitabın sırtı görünüyordu. Yapabileceğin en iyi şekilde miyavladın, beceremediğini fark ederek kendi kendine güldün. Kapıyı kapattığını altı çığlık çığlığa yere sürten alüminyum sesinden anladın, şaşırdın. Ellerini ceplerine sokarak montunu bedenine sıkıca sardın. Dışarısı soğuk olmalıydı, sen, Şükrü, havanın çoktan kararmış olduğunu biliyordun.

Çıktın.



Adam Öykü, 2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumunuzu yazmak için bu alanı kullanabilirsiniz