kekeme şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kekeme şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2011 Cumartesi

31 Aralık 2010 Cuma

Üzerinde durulmaya değer bir yöntemsizlik önerisi olarak: Kekeme büyük Türk şiiri

Üzerinde durulmaya değer bir yöntemsizlik önerisi olarak: Kekeme büyük Türk şiiri


Enis Akın

İletilebilir derecede değersiz diye bir deyime ihtiyacımız var: Dolaşıma girebilmek üzere paketlenmiş ve standartlaştırılmış acının bir biçimi yoktur; ikna edici değildir, bir samimiyet yaratmaz ve eğlendirmez, dolayısıyla bir içeriği de yoktur. Kullanıla kullanıla ifade gücü azalmış ve sonunda ölmüştür; anlama dönüşmüştür. İletişim çağındayız, ballandıra ballandıra anlatılabilir acılar, karnı acıkanın ağzına düşmek üzere pişmiş armutlar olarak dört bir yandan üstümüze fırlatılmakta. Marka pazarlama faaliyetleri, bu çerçeveden bakınca, karşımıza her gün en mükemmel şiirlerle çıkıyor zaten. Bu bile bazı şiir çevresi üyelerince yeterince göz açıcı olamıyor ki, şiir yazmanın en yöntemli, en malumatfuruş, en mükemmel biçimleri iletişim kanallarını tıka basa doldurmaya devam ediyor. Bunu şiirle karıştıran malum çoğunluk da, doğal olarak, “şiir okumuyor”. Ben de okumuyorum, öylesini.

Elindeki, adına “ömür” denen sınırlı sürenin bir gün biteceği olasılığı karşısında korkuyla kekelemeyen, vereceği cevabı şaşırmayan, yüzünü ateş basmayan bir insanın; hayatını anlamlı bir bütün uğruna harcamıyor olma olasılığı karşısında titremeyen, üşümeyen, tereddüt geçirmeyen bir insanın; üzerine titrediği şeylere zarar vermiş olma olasılığı karşısında ağlamayan, cinnet geçirmeyen, öfkelenmeyen bir insanın yazdığı şiiri ilginç bulmuyorum. Utançları, endişeleri, korkuları, vb. ile yüzleşebilen bir insanın, “hiçbir zaman kaybetmemiş olmayı” istemeyen bir insanın yazdığı şiir ise farklı. Bu insan ne yazacak? İşte onun yazacakları çok ilgimi çekiyor, onun şiiri için dolu bir merak taşıyorum.

Aristocu girişime kulak vererek “özümüzü keşfetme” peşinde mi koşmalıyız, yoksa Freud’u dinleyerek “kendimizi kurcalamaya” girişmemiz mi gerek? Politik kurumlar, savaşlar ve sanatsal yaratımın yanı sıra, dil sürçmeleri, espriler ve rüyalar da insanî arzunun dışavurumları. İnsan kültürü, en derindeki arzularını, gerçekleştirmek bir yana, belki de hiçbir zaman bilemeyecek olan insana, her iki anlamda “kendini bil”menin emredilmesiyle var ve olanaklı hâle gelir. İnsanî kendini gerçekleştirme isteği ve bu isteğin yasaklanması: O zaman dil en dipteki varoluşsal çatışmanın gerçekleştiği arenalardan belki de en önemlisi olur. Sanatların insana vaat ettiği zamandan bağımsızlık (ölümsüzlük) vaadi, dilde var olma umududur. Yazı her zamandır ve konuşma her yer: Dilde var olmak için yanıp tutuşan insan, her zaman ve her yerde olmak vaadiyle kandırılmış bir ruhtur, ona şair de diyebiliriz.

Bu yazı çerçevesinde, kekeme kavramını bir övgü olarak kullanıyorum, bir erdemi belirtiyor. Korkularını gizlemeyen, ifade gücünün sonuna geldiğinde bunu da cesaretle ifade edebilenler, aksadığını ortaya koymaya cesaret edebilenler hayatı ilginçleştiren kimselerdir. Şiir sadece bunlardan oluşmaz elbette, ama her durumda cevap verecek dört başı mamur bir dile sahip olmayanların, umudun “ense kökündeki boşluk”la karşılaşmaya yeltenmiş olanların işidir şiir.

Şiirde işte bunu çok önemsiyorum: Her durumda cevap verecek dört başı mamur bir dile sahip olmama, hayatın sürekli uyanık olmaya zorlandığı bir çağda insana küçük avantajlar sağlayan özellikler listesinin başında bir yerlerde duran “malumatfuruş”luğun reddedilebildiği halde konuşmanın sürdürebildiği bir yerdir şiir.

İçimizden kekeme olmak üzere seçtiklerimiz, yani şairler, hayata çözümlenecek bir bulmaca olarak bakmak yerine, onda ilginç karmaşalar ve problemler görürler. Çünkü çözümler çok sıkıcıdır, hazır çözümler hepsinden daha çok.

Başka birçok düşüncenin yanı sıra psikanalizin kavramlarını şiir yorumlarken kullanışlı buluyorum. Bunu söyler söylemez iki soruyu cevaplamam gerekiyor: Birincisi, şiir yorumlanabilir mi? İkincisi ve daha zoru: Psikanalizin kavramları bu iş için ne kadar biçilmiş kaftandır?

Şiir yorumlanabilir mi? Öncelikle şunu saptayalım: Yorum gerektirmeyen şiir değil, düzyazıdır. Şiir ile ilgili olarak yapılabilecek tek şey, onun hakkında konuşma, yanlış anlama, anlatma, çarpıtmadır, vb. yani “yorum”dur. Sanatın mahremiyeti diye bir şey yoktur ve bu konuda hiçbir okuma edimi masum değil.

Peki, şiir psikanalitik kavramlarla yorumlanabilir mi? Bu soruya verecek iki cevabım var. Biri evet, diğeri hayır! Önce evet cevabım: Edebiyatta karakterin psikolojik aşamaya geçerek, insan psikolojisinin ortaya çıktığı anı işaretleyen Raskolnikov’u Freud yaratmadı, Raskolnikov’un içimizden biri olduğunu gösteren, psikoloji biliminden çok daha önce, Dostoyevski’dir. Şimdi, elbette, psikanalizi düpedüz keşfetmiş bir alan olan edebiyata psikanalizin kavramlarının uygulanmasından daha doğal bir şey olamaz. Üstelik bu iş için kurulan bir eleştiri dalı bile var: Psikanalitik Edebiyat Eleştirisi.

Bu tür eleştiri ürünlerinin çok kötü örneklerine rastladığım için uygulama alanından bahsetmek için belki biraz sabırsız davranarak hemen olumsuz cevaba geliyorum: Freud’un edebî eserleri psikanalitik açıdan bizzat çözümlediği makaleler, henüz kurulma aşamasındaki bir bilim dalının kendine yer açma gayreti olarak görülmeli. Freud bu türden metinlerin edebiyatın içinde yer almasını umursamaz, onun kaygısı psikoloji bilimine bir an evvel saygınlık kazandırmaktır. Freud’un kendi koşulları altında meşru da görülebilecek bu ufak el çabukluğu, öncelikli alanı edebiyat olan edebi eleştiri metinlerinin Freud’un çalışmalarını örnek almasını engeller.

Ayrıca, burada psikolojinin birbirinden farklı iki yaklaşımı olduğunu, deyim yerindeyse iki Freud olduğunu belirtmek gerek. Birincisi, klasik psikanaliz, insanlardaki davranış bozukluklarını, kökenine inerek, yani bastırılmış bir gerçeği keşfederek çözebileceğini savunur. Bu yaklaşımın altında insan davranışlarını nevroz, depresyon, obsesyon, şizofreni, psikopati, vb. derinlikli bile olsa genel kategorilere ayırmak vardır. Buna karşı bir eleştiri olarak ortaya çıkan varoluşçu psikiyatri adındaki diğer bir yaklaşıma göreyse, insan determinist kurallara göre açıklanamaz, her biri kendi içinde bir genelleme olarak ele alınır. Psikiyatri açısından her ikisi de çok geçerli yöntemler olsalar da, ben psikanaliz terimini kullanırken kastımın daha çok varoluşçu psikiyatrinin yaklaşımları tarafında olduğunu belirtmeliyim.

Evet, psikanalizin kavramlarının edebiyat eserine uygulanabileceği bir bölge vardır; ama sınırı iyi çizmek gerek. Kanımca bu bölgenin sınırı, metinde patoloji araştırmak, kişilik çözümlemesi yapmak, metindeki sembolleri kazımak, psikolojik jargon gevelemek gibi tatsızlıkların başladığı yerde aşılmış demektir.

Bütün bunlardan sonra sorduğum soruyu ancak değiştirirsem cevaplayabileceğimi fark ediyorum: Psikanalizin kavramları edebî incelemelerde kullanılabilir mi? Rüyalarla sanatsal yaratımı birbirine karıştırmadığımız sürece, estetik kaygılarla arzuların doyumunu karıştırmadığımız sürece, edebî çözümlemelerle edebiyatla ilişkili kişiliklerin psikanalizini karıştırmadığımız sürece, evet.

Psikanalitik edebiyat eleştirisi yazarın, metindeki kişilerin veya okurun psikanalizi üzerine yoğunlaşan bir eleştiri türüdür. Oysa bunların yerine edebî metinde, gerçekten yaşayan bir şey olarak edebî metin üzerinde belli psikanalitik kavramları bulmak, kurgulamak ve uygulamak, psikanaliz ve edebiyat ilişkisi sorununa şimdilik bir cevap getirebilir sanırım.

Sanat bize “deneyim”i sunar. Eleştiriyse karşımıza “Mars’tan gelen” aklın deneyimi hakkında bir açıklama sunar. Örneğin, pek çok kişi, Charlie Chaplin’in filmlerinde çizdiği saf, çocuksu, serseri, kahraman kişiliğinde ham, yapış yapış bir duygusallık bulabilir. Psikanalitik bakış, böyle düşünen ya da hisseden kişilerin kulaklarına bir şeyler fısıldayabilir: Örneğin Şarlo’nun “yaralanmış veya düşmüş bir kadını kurtarma çabasının altında, filmlerinde sık sık ortaya çıkan uçkuru gevşek ve bundan dolayı utançlı annesini kurtarmak ya da annesini olduğundan başka bir şeye dönüştürerek belki kendini kurtarmak için çabaladığını” söyleyebilir. Şarlo’yu yapış yapış bir duygusallık içinde gören kişiler, bunu okuyunca, en azından bir an durup düşünmek ihtiyacı hissedeceklerdir. Ama hemen sınırı yeniden hatırlatmak isterim: Bu, sadece, bizi Chaplin’in filmlerinin bir tercümesine götürmediği sürece faydalıdır. Chaplin’le ilgili psikanalitik açıklama onunla empatik bir ilişki kurmamızı kolaylaştıracak ek bir bakış olarak, diğer olası bakışların arasındaki yerinde mutlu olduğu sürece işe yarar.

Psikanalitik eleştirinin bir ton koyusu ideolojik eleştiridir: Herhangi bir ideolojik eleştirinin bir eser yaklaşırken ilk yaptığı iş onu bir ifadeye indirgemektir. Bu işlemden hemen sonra kendi yorumuyla arasında bir mesafe kalmayan metin her türlü sorguya, işkenceye hazır hâle gelir; evet “sanatın mahremiyeti diye bir şey yoktur” ama sanatsal olduğunu bir kez kabul ettiğimiz her metin, eleştirisinden belli bir uzaklıkta durmayı hak eder.

Psikanalitik eleştirinin aşırı otoriter uygulaması da biçimsel olanı, tasarlanmış olanı şairin elinden alır. Ergenliğini yitiren “sanatçı” ideologun yönetiminde sanatsal yaratma gücünü bırakır. İdeolojik eleştiri, hakkında olduğu eserin değerini artırmayıp eserle yarışır ve kendi değerini esere zarar vererek yaratmaya çalışır. Yeni şeyler söylemeye değil, eseri çözmeye çalışır, kategorilere ayırmaya çalışır; iddiası ve hüneri budur. Ancak herhangi bir eleştiri, esere hükmetmeye, eserden daha akıllı olmaya kalktığında kendi varlık koşulu olan bir prensibi de çiğner: Eleştiri harika olanın hizmetçisidir. “Harika olan”, yani eser, olmasaydı eleştiriye gerek kalmazdı, en azından benim inandığım anlamda eleştiriye.

Benim aldığım anlamıyla kekemelik, bir yanıyla, psikolojide Freud tarafından parapraksi veya Freudiyen kayma kavramı altında ele alınan genel konuşma yanlışlıklarından esinlenilmiş bir kavramdır. Parapraksi, Yunanca para-, yanında, üstünde, hatalı, yerine anlamlarına gelen bir ön ek ile, alışkanlık ürünü veya yerleşik pratikler anlamındaki praxis kelimelerinin eklenmesinden oluşur. Önerdiğin yaklaşıma göre kekemelik, sadece kişinin konuşmasındaki değil, davranışlarındaki kaymaları da içeren bir anlama gelebilmektedir.

Bu çerçevede “Kekeme Büyük Türk Şiiri” adlandırması ile Türk Şiirinde belki bugüne kadar üzerinde fazla durulmamış bir şiir kanalından söz açmayı denedim. Örneğin, Türk Şairlerine kendinden bahsetmeyi öğreterek modern Türk Şiirinin kurulmasına katkıda bulunduğu genel kabul gören Abdülhak Hamid, karısının ölümü karşısında çaresizliğini anlattığı Makber’de kendine has bir kekemelik içindeydi:

Yazdıkça mürekkebi kuruttum,
Bir şey diyecektim ah unuttum!

Her şairin kekemeliği kendine göre; ama başarısızlıklardan cesaretle söz edebilen bir şiir Türk Şiiri: Kekeme, bir erdem olarak kekeme.

Türk Şiirinde kekemeliğin ilk örneklerin 12. yüzyıla kadar geriye gittiğini belirten incelemelere rastladım.(1) Nesîmî, Bursalı Feyzî, Lutfî, Ali, Rahmî, Nehrî, Abdî ve Celal Sılay’a ait şiirlerin örnek olarak alındığı bu incelemede, kekeme şiir, “kekemelerin konuşmalarını, yani aynı heceyi tekrarlamalarını taklîden yazılmış manzumeler” olarak tanımlanıyordu.

Başka bir çalışmada, Dursun Ali Tökel ise, divan şairlerinin de farklı söyleme arayışından muaf olmadığını, “deneysel edebiyat kavramı içerisinde mütalaa edilmesi gereken kekemeliğin divan şiirinde çok geniş bir alana tekabül etmekte” olduğunu belirtir.(2) Kekemeliğin Tökel ve Çelebioğlu tarafından yapılan iki tanımı da geçerli olmakla birlikte, Çelebioğlu kekemeliğe yalnızca bir taklit, bir ses meselesi olarak yaklaşmakta, Tökel ise, kekemeliğin psikolojik boyutunu bir kenara bırakarak onu yalnızca şiirsel bir arayış olarak ele almaktadır. Bundan başka pek çok şairin kekemelik kavramını, giderilmesi gereken, adeta tıbbî bir rahatsızlık olarak kullandığına sık sık şahit oldum.(3)

Ben kekemeliği daha geniş, soyutlanması daha zor bir alanda incelemek isterim, çünkü diğer türlüsü Türk Şiirinin hak ettiği anlam ve önem açısından yeterince bir açılım sağlıyor gibi görünmüyor.

Herkesin hayatının bir döneminde yaşamak istemediği halde yaşamak zorunda kaldığı anlar vardır. Bu tür anlar, daha sonra, insanların kendine açıklayamadığı, ama yine de başarısızca açıklamaya çabaladığı anılara dönüşür. Biz, yani halk, içimizden en akıllı, en yetenekli olanları, yani şairleri, psikolojinin travma adını verdiği ve tanımı “insanın yaşantısıyla bütünleştiremediği deneyimler” olan endişeleri, illâ yaşasınlar diye değil belki ama, başka şeylerin yanı sıra bize anlatsınlar diye seçeriz. Kekemelik, böyle bakınca üzerinde durulmaya değer bir yöntemsizlik önerisi olarak karşımıza çıkıyor.

Henüz ifade edilmemişi ifade etmek, hayat karşısında kekeme bir dili seçme cesareti gösteren şairlerin iyi yaptığı bir iştir. Hayatta ve şiirde dil sürçmelerinin, kekemeliklerin, kıvranmaların, hayatın indirgenmek istendiği kusursuzluğunu delip geçen rastlantıların faydalarını azımsamamak ve Freud’un belirttiği gibi, “tesadüfün kaderimizi belirlemeye değer olduğunu kabul etmek” gerekir.

Kekeme şiirin karşısında en çok, “iyi şiir sırtta bir ürpertiyle hissedilir” diyen A.E.Housman’ı görüyorum. “Sırtta hissedilen ürperti” ile “beyinde hissedilen ürperti” arasında yaratılan böyle bir ayrım, belki fütürizm, lettrizm, vb. mekanik sanat akımlarına, hatta belki sosyalist gerçekçiliğe karşı bir eleştiri olarak 1930’lar Britanyasında anlamlıydı ama bugün manipülatif/popülist sanatla, bu yaklaşım arasında bu kadar kolay bir çizgi çekemeyiz. Sanatın duyusallığının vurgulanması karşısında, kekeme şiir yazarı, en kontrollü anlarında bile ortaya çıkıveren hatalarından süzdüklerini ifade edilebilir kılan bir insan olarak, eğer illâ sırtta bir ürperti yaratmak gerekiyorsa, bunu da planlayarak, tasarlayarak elde edilecek bir sonuç olarak görür.

Üretim bandının gündelik hayata uygulanması demek olan kusursuzlaştırılmış pazarlama iletişimi ve her şeyin hızlandırılmış versiyonunun hükmettiği bir dünyada kekemeliğin bir güç, bir yetenek olduğunu iddia ediyorum. Dil sürçmeleri, yanlış yerde kullanılan kelimeler, konuşurken yapılan hatalar, susturmaya çalıştığımız bir benliğin sesi olarak mükemmeliyetçiliğin gözlerinin içine fırlatılan sırıtkan bir bakış olarak insancadır.

Üç isim: Behçet Necatigil, Edip Cansever ve İsmet Özel. Bu üç şair her biri farklı on yıllarda yazmış, birbirini reddetmiş, şiir beğenimizi az ya da çok bugüne getirmiş şairler. Hepsinde bir kekemelik bulabiliyorum.

Behçet Necatigil kendini bu dünyaya ait hissetmez. Bu onun dilinde bazen uzun suskunluklar, bazen kelimelerin parçalanması, bazense “K T L” (katil? tekil?) şiirindeki gibi seslilerin kaybolmasıyla sonuçlanır:

Bilsem bir Buridan’ın eşeği
İki zaman – farkı ne peki saman
Hangisi daha iyi ölüp gidiyorum yahu
Tekil çoğul k t l güzel ya farkı ne
İkin ara bu dünya etin itin yağması

Behçet Necatigil bir ayağı aksayan bir ritimle yazdığı şiirlerinde sık sık uzun esler verirken şiirlerin yazıldığı karanlık gecelerin izlerini hissettirir: “Susmak kalemdir.”

Edip Cansever’in kafasını kurcalayan kentli insanın kasvetli durumudur: Milyonlarca insanla birlikte yaşayıp yalnız kalmak nasıl mümkündür? “Çağrılmayan Yakup” ve “Ruhi Bey” gibi şiirlerde Edip Cansever’in çizdiği boşluk duygusu, büyük şehirleri, çöllere benzeten uçsuz bucaksız bir karanlıktır.

Boşluğa bir anlam yakıştırma çabası, bütün İkinci Yeni şairlerinin telaffuz edilmemiş ortak amacıdır.(4) Onların kekemeliğini kökeni ölüm karşında duydukları bir korku değildir, daha çok bir insanın elinde sınırlı bir zaman aralığı olduğunu fark ettikten sonra bununla ne yapacağını bilememe durumu vardır. İşte bunun için Türkiye’nin en toplumsal, en politik yıllarında da yazmış olsalar da, “sıkıntı” ile doludur şiirleri. Bu varoluş sıkıntısı, o günlerde, yani şiirden fazlasıyla toplumsal görevler beklenen durumda, bir tür aristokratik sıkıntıyla karıştırıldığı için (ve biraz da Türkiye’de, o günlerde, sosyal kavga içinde olanların müsamaha duygusu devletten miras alınmış olduğu için) yaygın bir nefret uyandırdı. İkinci Yeni şairleri, hayattaki amacın ne olduğu konusunda, oyuncağıyla ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibidirler, ama bu onları daha az şair yapmaz, tam tersine: “Şairler yaşayamadıklarını yazarlar” (Sezai Karakoç, Şairin Kuşkusu).

Oysa tam da o günlerin bireyi yalnız bırakan toplumsal savaş ortamında, İkinci Yeninin, Türkiye’nin sosyalist şiirini yazmış oldukları iddia edilebilir. Tabii eğer illâ sosyalist şiirin kan ve barut kokması gerektiği temel metinlerde bir yerlerde yazılıysa ve bu ayrıntı benim gözümden kaçmışsa, iş başka (!).

İsmet Özel’in kekemeliği, dilde gerçekleşmez, ama diğer kekeme şiir yazarlarında olduğu gibi, endişe onun şiirinde de gündemin ortasındadır. İsmet Özel’in endişesi ne Behçet Necatigil gibi ölümle, ne de Edip Cansever gibi boşlukla ilgilidir. İsmet Özel elinde sınırlı bir zaman olduğunun ve bununla ne yapması gerektiğinin farkındadır: Komünisttir, Müslüman’dır, Türk’tür, her zaman ve her yerde bir şey yapmaktadır. Onun endişesi yapıp ettiklerini sonralayan suçluluk ile ilgilidir; bu, davranan ve davranışının doğru mu, yanlış mı olduğuyla yüzleşmek zorunda kalan aktif insanın endişesini yazar. Her eylemle birlikte gelen, hatalar, hata riskleri, hata olasılıkları, suçluluk, pişmanlık, utanma, kendinden iğrenme, vb. onun şiirinin, geçirdiği dönemleri delerek aynı kalan yapı taşlarıdır. Onun kekemeliği şairin hayatının şiire dâhil olduğu bir bölgede gerçekleşir. Bu, onun şiirlerinde bazen bir küfür olarak (“Gırtlağımda bir harf büyüyor”), bazen bir panik olarak (“Bu vapuru kaçırırsam beni belki de cinnet basar”), bazense öfke sonrası geçici bir kabullenmişlik olarak yansır (“yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?”).

Kekeme Türk Şiiri geleneği tabii ki saydığım isimlerle sınırlı değil, Nâzım Hikmet’ten, Cahit Zarifoğlu’na, Ergin Günçe’ye, Metin Eloğlu’na kadar ve 12 Eylül darbesinin dilsizleştirici ortamında ergenliğini yaşamış birçok şaire kadar aynı gelenek içinde sayabiliriz. Kekeme Türk Şiiri adını verdiğim yaklaşım, şiirin kenarında kalan bir veçhe değil, tam tersine şiirin merkezindeki bir yaklaşımdır.(5)

Şair, vaat ettiği gibi, tüm-akıllı olamaz ama olmayı denemek zorundadır. Paul de Man şöyle yazar “Bir kodun doğru ya da yanlış olduğunu sormanın anlamı yoktur, ama mecazın işe karıştığı her noktada bu soruyu paranteze almanın imkânı da yoktur. Bu soru göz ardı edildiğinde mecazî patikalar sisteme tekrar girer; kutupsallık, tekrar, normatif ekonomi ya da olumsuzlama ve sorgulama gibi gramerle ilgili mecazlar kisvesi altında.”(6)

“Önümüzde yeni bir sosyalleşme dalgası olduğu” tahminleri nedeniyle midir bilinmez, kapitalizmin en yenilikçi unsurları bir süredir “kolektif zekâ”, “kalabalıkların gücü”, “biz benden daha akıllıyız” gibi kavramlarla konuşmaya başladı. Şiiri yöntemlerle değil yöntemsizliklerle yazabiliriz, ancak şiirde kalıcı olacakların, Paul de Man’in bu sözlerini daha iyi kavrayanlar olacağını sanıyorum.



1) Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, Kekeme Dili (Lisân-ı Pepegî) ile Şiirler, MEB, 1998, s. 497. Burada, uzmanlık alanım olmamasına rağmen, Halk Şiirinde de pek çok kekemelik örneklerinin bulunduğunu belirtmek isterim. Bunların bazılarında kekemelik sadece ses taklidi olarak değil, anlamı da çoğaltabilecek bir zenginlik içinde kullanılmaktadır. Örneğin, “Ayna Ayna Ellere” isimli Karadeniz Türküsü’nün sözleri aynen şöyledir: “Ayna ayna ellere / Ayna düştü göllere / Ayna düştü gö / Ayna kurban olayım / Seni tutan ellere / Seni tutan el // Limanın gerisinden / Görünüyor araklı / Görünüyor a / Kızlarla konuşmaya / Meraklıyım meraklı / Merakıyım me.” Ancak, çoğunlukla, bir anlam bütünlüğü aranmaksızın, bağlantı amacıyla ve belirli sesleri elde etmek için kalıplar tekrar edilir. Örneğin, “Gel şirin gel di gel gel / Di gel di gel adına kurban / Di gel di gel şanına hayran / Di gel di gel gadan ben alım.”

2) Dursun Ali Tökel, Yrd. Doç. Dr., Bir Beden Kusuru Şâirin Malzemesi Olur Mu: Nâbî’den Cüce Diliyle Yazılmış Bir Şiir, http://www.dalitokel.com/read.asp?63

3) Son örneklerden birinde, kekemelik, “sesin, akışın ve bütünlüğün kaybolması” olarak düşünülmektedir. (Osman Özbahçe, Modern Şiirimizin Kökleri, Ebabil Yay., 2008, s. 9.)

4) Varlık Dergisinde Mayıs ayında yayınlanan “‘Mavi’ Dergisi ve 1950’li Yılların Başlarında Şiirde Bağlanma Tartışması Üzerine Bir Not” başlıklı yazımla ilgili, ortak odak noktaları Attilâ İlhan üzerine bazı tespitlerim olan bazı eleştiriler yayınlandı. Benim yazdığım yazı Mavi Hareketi diye bir hareket olmadığının altını çizmek amacıyla yazıldı. Eğer Attilâ İlhan, Mavi Dergisi’nden bir “hareket” devşirmeseydi, ardından da 2. Yeniyi Mavi “hareketine”, oradan da kendine bağlamak gibi, kendisi için ufak, ama Türk Şiiri için ölüm kalım meselesi bir tahrifata kalkmasaydı, yazımın bağlamına hiç de girmeyebilirdi. Turgut Uyar, Attilâ İlhan’a bakışını (bir iddiaya göre Hasan Hüseyin’e cevap olarak yazdığı) “Bir Şaire Mektup” başlıklı 30 Ağustos 1960 tarihli Ülke Dergisi’nde A. Turgut imzasıyla yeterince açık olarak belirtir: “Şiirinizde büyük ölçüde bir Attilâ İlhan etkisi var. Hatta bu etki bir hava halini almış çoğunda. Attilâ İlhan bile kendine rağmen, o ağlamaklı, tumturaklı havayı bir çıkışa götürememiş o komitacı vocabulaire’ı, o tragique üslup bile onu kurtaramamıştır.” Bundan sonra Attilâ İlhan’ın adını, politik çağrışımları için değil de, hakikaten şiiri için ananlar olacaksa, “onu niçin sevmemiz gerektiği” yönünde derli toplu incelemeler okuruz herhalde. Bu çerçevenin dışında kalan, yazarının “birilerine laf ettirmeyen adam” rolüne soyunarak yazdığı yazılar, vb. 1950’lerde bağlanma ile yeni tanışan Türk Edebiyatı için belki ilginçti, artık değil.

5) Bu, şiirin merkezinden söz almak meselesi önemli. Örneğin, içinde bulunduğumuz aylarda Metin Kaygalak’ın, son yıllar Türk Şiirini değerlendiren ve bu arada ister istemez onun kendi şiirini yorumlama araçlarımızı güçlendiren bir çalışması yayınlandı. (“1990’lı Yılların Poetik Zemini Üzerine Notlar, Varlık ve Şiir”, Hürriyet Gösteri, Haziran-Temmuz-Ağustos 2008 S. 294.) Kaygalak, “onto-teolojik şiir” gibi bir kavramla Heidegger üzerinden, bence, aslında arasına mesafe koymaya çalıştığı İsmet Özel’e oradan da 2. Yeniye bağlanıyor. Bugüne kadar kendine Alevilik, Kürtlük ve mistisizm gibi, dışarıdan sağlanan kimliklerin onun şiirine sunduğu bağlamı şiirinin okunması için yeterli bulan Kaygalak, bu kez şiirin merkezine doğru (ve de doğru) bir hamlede bulunuyor. Bir şair Kürt kimliğiyle, Alevi kimliğiyle iyi şiir yazamaz mı? Ya da kültürel üstyapının şaire atfettiği meslekî, cinsel, vb. kimliklerle? Yazabilir, ama burada çok can alıcı bir konu var: Şiirin merkezi son derece dardır. Kaygalak özelinde konuşmamakla birlikte, dinsel, ulusal, politik, cinsel veya meslekî, ne tür kimlik üzerinden olursa olsun, şiire dışarıdan enjekte edilen, dolayısıyla denetlenemeyen ve şiire rastlantısal anlamlar getiren, herhangi bir toplumsal olarak belirlenmiş anlamla yetinen şaire, ilkokul ödevinde şiir yazan çocuklara şair demediğimiz gibi, henüz yeterince şair diyemeyiz. Bununla aradaki farkı çizmek, yani öncelikle şiir yazma ehliyetine sahip olmak gerek. İcazet burada anahtar kelime. Bir “ilk şiir”i yayınlamadan önce, o şiirin içinde okunacağı şiirsel bağlamı, eleştiri yazıları yolu ile kurmak gerektiği, daha Edebiyat Dostları’nda iken bana verilmiş bir “terbiye”dir. Yeri burası değil, ama bunun, kıymetini bileni ziyadesiyle ödüllendirecek bir imkân, bir olanak olduğunu, toplumsal anlamların ve yanlış yorumların bitmeyen saldırısına karşı, şairin yan-anlamları, atıfları, yorumları denetlemek için elindeki tek araç olduğunu belirtmekle yetinelim. Metin Kaygalak’a dönersek, onun tam da İsmet Özel’le arasına mesafe koymak için seçtiği kavram olan “başarı” (ya da daha doğrusu “başarısızlık”) kavramını irdeledikçe, “Kekeme Türk Şiiri” (ve bu arada merkez) içinde bir yer edinmeye doğru ilerleyeceğini söyleyebiliriz.

6) Paul de Man, “The Epistemology of Metaphor”, Sheldon Sacks (ed.), On Metaphor, The University of Chicago Press, 1984, s. 27. Bu kitaptaki denemeler, 1978 yılında sponsorluğu Chicago Üniversitesi tarafından yapılan bir sempozyuma dayanmaktadır.




Karagöz Dergisinde yayınlanmıştır, 2009

18 Nisan 2010 Pazar

"Gelenek geleneğin reddidir" (Mehmet Öztek Söyleşisi)

"Gelenek geleneğin reddidir" 

Mehmet Öztek


1) “heves Şiir Eleştiri” dergisinin davetlisi olarak katıldığınız bir oturumda, Sabit Kemal Bayıldıran, kitaplarınızın isimlerinden (“Hiç Ama Birini”, “Öyleyse Ayrılalım”, “Puşt Ahali” ve “Öpünce Geçmez”), ve sanırım özelde “Puşt Ahali”den yola çıkarak şiirinizin “muhalif” bir kimliği olduğunu söylemişti. S. K. Bayıldıran’ın sözünü ettiği anlamda“muhalif” tanımlamasına katılmakla beraber, özellikle “Öyleyse Ayrılalım”daki “Çok Hoş Doğrusu Biz Azız” ve “Hiç Ama Birini”den “Öpünce Geçmez”e kadar süren “İşte Geldik” adlı şiirleri referans göstererek, şiirinizin verili şiire de muhalif olduğunun altını çizmek isterim. Gerek kullandığınız sözce, gerekse de “kekeme” söyleyiş bakımından, Enis Batur’un deyimiyle “sınıftan sıkıldığı için dışarı çıkan”, verili şiire muhalif bir şiir... Buna rağmen, şiirlerinizde, özellikle Turgut Uyar ve Ece Ayhan özelinde İkinci Yeniyle metinlerarası ilişkiler de sıklıkla göze çarpıyor. “Verili saygınlık kalıpları”nı zorlayan bir şiirin, öteki metinlerle (özellikle şiirlerle) ilişkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
Gelenek geleneğin reddidir. “Babama saygı duyarım” gibilerinden bir şey var mı bilmiyorum, her şeyin son derece mükemmel ve ölü olduğu bir dünya, mesela bütün delikanlılar yakışıklı, bütün kızlar güzel, herkes son derece ailesine bağlı vb. Mükemmellik cinayeti. Herkesin ne istediğini bildiği bir dünya var mı bilmiyorum, ama bütün bu tablo bana çok pornografik geliyor, her şeyin çırıl çıplak soyulmak yolu ile arzunun öldürüldüğü bir dünya. Böyle bir yerde kültür olmaz, herkes babasına benzeseydi geleneğe ne gerek kalırdı? Kısacası gelenek dağa kalkmalardan yapılır, Pir Sultan’dır, Nâzım’dır, Turgut Uyar’dır, Ece Ayhan’dır, geleneğe karşı savaşmayan kimse geleneğe katılamaz. Başkalarını, ortalamayı, abilerini, yaşlıları, birbirlerini memnun etmek için şiir yazarak, mevcut beğenileri okşayarak, gereksinmelerin sırtını kaşıyarak gelenekçi olunmaz, tüketim nesnesi olunur. Yaşlı gençler var böyle çok. Önce ayrı bir şey olacaksınız yani. Hali hazırda yazılan şiirde yanlış/ eksik/ yetersiz/ boş/ saçma bir şeyler bulmuyorsanız neden şiir yazasınız ki?

“İşte Geldik”ler, uzun bir yokuşu tırmanmayı bitirdikten sonra ufku yeniden görmeye başladığım anları işaretliyor hayatımda. Yeni bir manzarayla karşılaştığımda, yeni bir yaklaşımın mümkün olduğunu fark ettiğimde, kurallar birden değiştiğinde geliyorlar. Doğru görmüşsünüz yani... T. Uyar ve E. Ayhan’la hesaplaşmayı henüz bitiremedim. Türk Şiirinin son basamağını işaretliyorlar, onların şiirini şerefli bir biçimde eskitecek, soylu bir biçimde tekdüzeleştirecek şiirler yazmak istiyorum. Bu, kendimi oynamaktan alamadığım bir oyun.

Muhaliflik konusunda Sabit Kemal üstadıma söylediğim şuydu; eskiden insanlar bir kimlik sahibi (erkek, kadın, devrimci, baba, solcu, sağcı, işçi, vb.) olmaya, yani kamusal bir takım kişiliklere sahip olmaya daha yatkındılar. Bu örneğin Nâzım’ın meydanlardaki kalabalığın şiirini yazmasını, yazabilmesini açıklar. Oysa şimdi bir kimlik sahibi olmamak peşinde koşuyor insanlar, kimliksizleşmeden çok bir tersinden-kimlik bu. Her şeye itiraz ediyoruz artık, bağcıyı da dövüyoruz, bağcıyı döveni de, hikâyeyi anlatanı da... Bir kimlik olarak muhalefet de sanırım her yere yayılmak suretiyle yok edildi ve artık meydanlarda okunacak bir şiir mümkün değil. Şunu merak ediyorum ama, hiçbir şey bilmediğim bir konuda, sadece söylemlerin söylemini dinleyerek itiraz mümkün müdür? Bir metodoloji olarak konulardan hiçbir şey anlamadan, konuşma biçimlerinden bilgi üretmek, bunların arasında bir taraf tutmak olanaklı olabilir mi? Böyle bir muhaliflikten yanayım, artık düpedüz politik zıtlarımla çok daha fazla anlaşabilmenin olanaklı olduğunu biliyorum.

“Verili saygınlık kalıpları”nı “Kekeme Büyük Türk Şiiri” yazımdaki bir dipnottan aldınız sanıyorum, şu anlamdaydı: Türkiye’de şiirde saygınlık arıyorsanız belli kalıplara uyacaksınız, işte kıdeme saygı duyacaksınız, ustalık ilişkilerine gireceksiniz, herkesin yaptığı şeyleri yapacaksınız. Bir takım dergi, gazete sayfaları, bir takım kapılar öyle ardına kadar açılmışsa şair kendine neyi yanlış yaptığını sorar, kural budur. Gelenekte yanlış bir şeyler bulmayanın şairliği lüzumsuzdur.

2) Soruyu metinlerarasılığa vurgu yaparak sormama rağmen, yanıtınızı gelenek çerçevesinde vermeniz isabet oldu; gelenek yerine metinlerarasılık dememin nedeni (ki “heves Şiir-Eleştiri”nin şu sıralar matbaada olan 3. sayısında bunu bir yazı konusu yapmıştım) metinlerarasılığın sadece “Baba”yı anmayı ya da kimi başarısız örneklerde olduğu gibi “Baba”ya sırt sıvazlatmayı değil, “Baba”yla didişmeyi de içermesidir.
“Gelenek geleneğin reddidir” derken sürekli geleneğin önemini vurgulayanların Türk Şiir geleneğinin dışında, ondan habersiz olduklarını söylüyorum. Bir çocuk doğar ve etrafında anneyi görür, anneyle bütünleşmesini önleyen bir şey vardır. Adına ne derseniz deyin: Baba ya da ensest yasağı ya da fallus. Erkek çocuk babayı devirerek bir fallusa sahip olmak ister, kız çocuk kendisi fallus olmak ister. Dolayısıyla erkekler için mesele, genellikle “sahip oluş”, kızlar için “oluş” meselesidir. Neyse. Söylemek istediğim şu, doğanın düzeninden insanın düzenine geçerken kastre edildiğimiz neyse, işte onun arzusuyla yapıp ettiğimiz şeyler, çıkardığımız sesler, bıraktığımız izler şiirdir. Her çocuk bir gün babasının yerini almakla programlanmıştır, sorun burada değil. Sorun bunu bile bile bazı babalar ve çocuklar arasında hakikaten dediğiniz gibi sırt sıvazlama ilişkisi var olabiliyorsa, ortada bir sahtekarlık var demektir. Kimse bana babasıyla ne kadar iyi anlaştığının numarasını yapmasın, o ya öz babası değildir, ya da o çocuk psikotiktir. Yani arzusuzdur, kendini kastre hissetmemiş, ergenlik dönemini geçememiştir. İnsan toplumunda babayla kız, anayla oğul arasında bir mesafesizlik yok. Oğulun ödipal yazgısı öyle yakıcıdır ki, gerekirse ideali uğruna ölebilmekten geçer. Sadece ve sadece dolayımsız haz yasaklandığı içindir ki bunlar var. Savaşlar, politika, devrim, bütün bir kültür ve elbette şiir buradan gelir...

Ama ne demek istediğinizi de anlıyorum, Borges’in ünlü kütüphanesini de bilirsiniz, yazılabilecek her şey yazılmıştır. Yazarın işi metinler keşfetmektir, vb. Ben henüz burada olduğumuzu düşünmüyorum, buraya gidiyor olduğumuzdan da şüpheliyim. Metinlerin yorumlanmasında hayatların hâlâ azımsanmayacak bir payı var; Nâzım hiç hapse girmemiş olsaydı “bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” diye yazamazdı, yazsaydı da beni ilgilendirmezdi. Ben bugün bir Turgut Uyar’a bir Ece Ayhan’a baktığımda bir metinler manzumesi görmüyorum. O kağıtta benim karşımda duran şey beni de ilgilendiren bir acı, sahici bir hüzün veya keyif olarak da geliyor bana. Örneğin Enis Batur’un yazdıklarında saf metinler bulabilirsiniz, ama beni yakalayanlar onlar değil, oğluyla gezisini anlattıkları daha çok ilgimi çekiyor.

Edebiyat hep kendi dışında bir şeylerle ilgilidir. Şair şiir yazmak dışında da bir şeyler yaptığı (adına yaşamak deniyor) için şiir yazar. Ama Kitap-lık dergisi örneğin “otomobil ve edebiyat” gibi bir dosya yapar ve iki “sektör” arasındaki ilişkileri sorgular. Ha otomobil sektörünün bir dergisi, ha edebiyat dergisi. Bir zamanların püriten ahlakı yerine şimdilerin iş ahlakı. Sonuçta bir araç olacak olduktan sonra şiir, ha politika tarafından kullanılmış ha sermaye tarafından. Kısacası YKY nasıl (bir zamanlarki) Enis Batur partisinin resmi yayın organıysa ve onların parti programlarının dışına çıkması düşünülemezse, bir zamanların “Sanat Emeği” dergisi de TKP şirketinin edebiyat sektöründeki girişimcileri aydınlatmak ve kendilerini pazarlama stratejilerini geliştirmek için kullandıkları bir dergiydi diyorum.

Türkiye’de esasen bir “ensest ahlakı” geleneği var, memleketi babasının malı sanmanın bir sonucu. Nedir? Ben işimi iyi yapmayı umursamam, ama babamla yatağa giriyorumdur, o mecburen beni korur, kayırır, vs. Ödül mekanizmaları neden bu kadar itibar kaybetti? Hilmi Yavuz oğlunun kazandığı ödülün son toplantısında jüride olduğu halde odadan neden çıktı? Enis Batur YKY’den ayrıldıktan sonra, kendisiyle beraber ayrılmayanlara neden aba altından sopa gösterdi? “Geceyazısı”nda YKY analojisi yaparken “kitaplığına saldıranların islamla ilgili kitaplara dokunmadığını” yazmakla kimlerle ittifak yapmayı istiyor?

Ensest ahlakının gerekleri bunlar. Balık baştan kokar. Kimse, Hilmi Yavuz dahil kimse, Hilmi Yavuz’un bir şiir beğenisi sahibi olup oğlunun hakikaten iyi veya kötü şiir yazıp yazmadığını seçebilecek bir iş ahlakına sahip olmasını beklemiyor. Kimse, Enis Batur dahil kimse, onlarca kişiyi işten çıkarırken -ki çıkarır, kapitalizm budur- neredeydi bu dayanışma duygun, şimdi nereden peydahlandı bu ittifak arayışı, diye sormuyor. Ensest ahlakının verili değer olmadığı bir kültürel ortamda Oktay Akbal, Mehmed Kemal nereden, hangi yeteneğiyle para kazanacaktı?

Osman Çutsay “bir Türk Edebiyatı var mıdır?” diye sormakta haklıdır. Babalık kurumunun işlemediği bir ortamda bütün ödüller, bütün yazı kurulları, vb. kokuşmaya mahkumdur. Ve koku yayılıyor. Neden bu ortamdan şehvetle uzakta durmuş olan örneğin bir Turgut Uyar, bir Cöntürk, bir Eser Gürson hâlâ en çok saygıyı hakkediyor ve topluyor? Uzak durdukları için. İnsan toplumunu ilk kuralı: Anandan/babandan, oğlundan/kızından uzak duracaksın: YASAK! İlk kural bu! Bu kuralın olmadığı yerde “insan kültürü” olamıyor.

3) “Bir Erdem Olarak Kekeme Büyük Türk Şiiri” başlıklı yazınızda “Kendiyle dalga geçen, davranan ve davranışının sorumluluğunu sırtlanan, kendi sözünün son söz olmadığını bilen, söz dağarcığının hayatın anlamlandırılmasında en ileri noktayı işaretlemediğinin gayet farkında, mevcut söz dağarcıklarını gülünç kılmakta becerikli, eğlenceli ve güçlü bir şiir kurtarabilir bizi.” diyorsunuz. Gerçekten de “eğlence” Enis Akın şiirini tanınır kılan unsurlardan biri: “benonu emdikçe hepobeni emen biberon”, “döküle döküle bitmez tchaikovsky”, “ama birgün kışlık sarayınızı uf yapabilir tchaikovsky” (“Öyleyse Ayrılalım”), “Çünkü bir boşluk/ ancak daha büyük bir boşlukla doldurulur”, “kum pompalayan olmak isterdim hayatın çatlaklarına/ heps heps diyebilmek için işşte geldik” “ben seni en çok nerenden affettim Nihal?” (“Öpünce Geçmez”) örneklerinde olduğu gibi, aşk, yalnızlık, sıkıntı, toplumsal arızalar kısacası hemen her şey eğlenceli bir lirizmin kapılarını aralayarak giriyor şiire... Enis Akın’ın Türk şiirinde doldurmaya çalıştığı boşluklardan biri budur bana kalırsa... “Hali hazırda yazılan şiirde yanlış/ eksik/ yetersiz/ boş/ saçma bir şeyler bulmuyorsanız neden şiir yazasınız ki?” dediniz; peki size göre nedir bu eksiklikler ve siz hangi eksikliği gidermeye çalışıyorsunuz?
Eğlenceli bir lirizm? Bilmiyorum, bazen bana son derece karanlık şiirler yazıyormuşum gibi geliyor. Genellikle televizyonda filan başkalarının ciddiye aldığı şeyleri komik, güldükleri şeyleri de çok trajik buluyorum. Türk Şiirinde ne eksik? Belki eksiklik eksik, yani arzu. Bir söz var, “hakikatin tersi yalan, yanlış, günah vb. değildir, hakikatin tersi klişenin tekrar edilmesi, tekrar edilmesi ve tekrar edilmesidir.” Türk şairini aynen böyle bir sahtekarlık içinde görüyorum, oysa geleneği reddetmek üzerine kurulmuş çok büyük bir gelenek var. Örneğin ilk sanat akımı sayılan Servet-i Fünun bir gerilla savaşı vererek gelişmiş. 1800’lerin sonlarında divan şairi saraydan kovulmuş ve bütün gün ezberden şiir okuyan “harabat şairleri”ne dönüşmüşken Servet-i Fünuncular bu “nazireciler, iskatçılar, lügatçiler, intihalciler ve latifecilerden devşirme yeniçeri artıkları”na karşı savaş verir ve kazanır. Olay öyle başlıyor yani. Bir edebiyat dergisi edebiyattaki bir eksikliğin, antolojiyse artıklığın ürünüdür. Edebiyat dergisi sizsiniz, eksikliği siz tanımlayacaksınız. İllâ bir tanım gerekliyse, benim neyi eksik bulduğumun tanımı bugüne kadar yazdığım bütün şiirlerdir.

4) “Karanlık şiir”, evet katılıyorum, benim eğlenceli lirizmden kastım şuydu: Teknolojinin gelişim hızının, siyasal, sosyal ve kültürel erklerin insanı sürüklediği açmazların, ironiden de öte eğlenceye dönüştürülerek “sahici” bir dille imlenmesi... Lirizm vurgusunu, eğlenceye dönüştürülen bu arızaların, okurda bütün duyuları harekete geçirerek, öfke-kahkaha-hüzün arası gel-gitlere yol açmasından dolayı yaptım. Haydar Ergülen sizin şiiriniz için “kara kuğu” tanımlamasını yapmıştı; bu tanımda geçen “kuğu”yla benim “lirizm” tanımlamam arasında bir koşutluk var bence... “Karanlık”a birinci sorumda “muhaliflik” bağlamında vurgu yapmıştım ama, benim açımdan Enis Akın şiirinin ayırt edici özelliklerinden biri “karanlık”ın ironik hatta eğlenceli bir dille imlenmesidir. Şiirlerinizdeki ayırt edici diğer özelliklere geçmeden önce yaptığım eklemeyle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Tek bir şey: Haydar Ergülen’in nitelemesi beni heyecanlandırdı, mahcup etti ve düşündürdü. Kendisine teşekkür ediyorum.

5) Söyleşiyi “heves Şiir- Eleştiri” dergisinin yayın anlayışına çekmeye niyetli değilim ama, “Edebiyat dergisi sizsiniz, eksikliği siz tanımlayacaksınız.” dediğiniz için şu kadarını söyleyebilirim: Bu söyleşiyi Enis Akın’la yapmamızın nedenlerinden biri de, 2003 yılında yayımlanan kitaplarla ilgili yapılan değerlendirmelerde gördüğümüz bir eksikliği giderme isteğidir. Yeni, farklı bir şiirin yazılmadığından, şiirlerin birbirine benzediğinden yakınan herkesin, 2003’te yayımladığınız “Öpünce Geçmez”i ıskaladığını düşünüyorum. Türk şiirinde “Geleneği reddetmek”, “geleneği yıkmak” bağlamında bir eksikliğin benim açımdan, dolayısıyla “heves Şiir- Eleştiri” dergisi açısından söz konusu olmadığını da belirtmeliyim; çünkü “gelenek”ten anladığım(ız), alışıla geldiği üzere birkaç şairin şiirlerinden değil, “evet bu şiirdir” dediğim(iz) bütün şiirlerden hatta bütün metinlerden oluşan bir ağdır. Bu anlamda bir geleneği reddeden ya da yıkan bir şiirin nasıl bir şey olduğunu ben çok merak ediyorum açıkçası, böyle bir örnek bulabilir miyiz onu da bilmiyorum. Ama eksik olan şu; birçok şiirin, algıda, “yeni bir hakikat oluşturma”da, biçimde vs. geleneğe ya da öteki metinlere yeni bir açılım getirmemesidir.
Gelenek konusunda bugünden bir şey söylenemez, ama geçmişe baktığımızda, yukarıda söylediğim gibi, Türk Şiirinin ilk akımı sayılan Servet-i Fünun’dan başlayarak, Tevfik Fikret, hatta daha öncesinde Abdülhak Hamit, sonrasında Yahya Kemal, Haşim, Nâzım, Orhan Veli, Necatigil, Ece Ayhan, Uyar, Karakoç, Süreya, Zarifoğlu, Melih Cevdet, Can Yücel bunların hepsini geleneği yıkan şairler olarak görüyorum, unuttuklarım olabilir. Esasında bugün okunmaya değer kim kaldıysa, bakarsanız bunlar “bir” gelenekle savaşmıştır ve bu yüzden geleneğimizde de yer etmişlerdir. Bir de Mehmet Emin’den, Rıfat Ilgaz’a, Attila İlhan’a, Necati Cumalı’ya, Hasan Hüseyin’den, Arif Damar’a kadar hızla eskiyen bir silsile vardır ve bu yüzden de Türk Şiirinde yerleri yoktur. Ama Ercümend Behzad nereye girer, Asaf Halet nereye girer, bunların cevabı kolay da değil gerekli de...

Önemli olan Türk Şiirine bir de şöyle bakabilmek: Has şairler dışındaki herkes sadece dilin iktidarını istiyor, Orhan Veli’nin, Garip’in de buna karşı bir tavrı var, 2. Yeniyi, Turgut Uyar’ı da ben böyle değerlendiriyorum. Adam olmayı istemiyor, mutlak acemiliği istiyor, aslında Türk Şairinin tarihi, adamdan sayılmamanın, yabanîliğin tarihidir. Kendimce, halimce “adam olma”maya çalışıyorum ben de...

6) Ben şiir kuramının, yeni açılım getiren şiirlerle gelişeceğini, değişeceğini düşünüyorum; ama bugün baktığımızda şiir eleştiri metinlerinde bugüne kadar söylenen her şeye uyan şiirler çoğunluktayken, kuramı değiştiren, geliştiren ya da kurama uymadığı halde “evet bu da şiirdir” diyebileceğimiz şiirlerin eksikliği söz konusu... Edip Cansever “şairin işi kuramı bozmaktır” der. Tam da bu noktada “Öpünce Geçmez”deki (ki diğer üç kitabınız için de geçerli bu söyleyeceklerim) yaygın bir şekilde kabul gören kuramların bozulmasından söz etmek istiyorum: Sözcük ekonomisi bir; ikincisi, şiirde, Behçet Necatigil’in Mallarmé patentli deyimiyle “öykülemenin asgariye indirgenmesi”... Bana göre sizin şiirlerinize pek uymayan iki saptama... Bir hakikati başka bir açıdan duyurma isteğiniz, birçok şiirinizde bu iki saptamayı dışarıda bırakıyor, ben kendi adıma bu iki saptamayı önemsediğim halde söz konusu şiirlerinizin başka türlü yazılamayacağını düşündüm okurken... Çok konuştum, siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
“Ses” çok önemli benim için, en plastik şiirlerimi bile yazarken, yüksek sesle okurken yakalıyorum kendimi. Bu bir. İkincisi, o şiirler başka şekilde yazılamazdı evet, çünkü “bağlam her şeydir”. Ben esasen şiirdeki işimi bağlamlar yaratmak olarak görüyorum, şiir hep biraz “burada değil” olmalıdır, sadece göstermelidir, arkasındaki bir duruşu, bir durumu gösteren levhalar yaratıp gitmelidir. Şöyle düşünüyorum “ey okur sana her şeyi anlatacak değilim, işte sana bir harita, sen bilirsin istersen kullan, ama kullanmaya karar verirsen işinin kolay olmayacağını söyleyeyim, ayrıca nereye gideceğini ben bile bilmiyorum”. Bağlam derken de sizin deyiminizle bir “öyküleme” değil sözünü ettiğim, aynı anda bir çok olayın olması, birçok konu, birçok düşünce, birçok kaygı (illâ istiyorsanız birçok metinlerarasılık) hepsi aynı anda olup bitiyor, buna çalışıyorum. “Öykülemenin asgariye indirgenmesi” de değil, tersine şiirde bütün kaosuyla beraber yaşantının kazınabilmesine çalışıyorum.

Söylediğinizi sanki sonnet yazmamı bekleyen başkaları da söyledi. Bir sonnet yazacaksanız ancak “14 dizeli bir şiir yazar gibi” yazmak zorundasınız; ben uzun şiir seviyorum ve uzun şiirin ekonomisi, size verdiği olanaklar bambaşka bir şey.. Her şiirin aynı yoğunlukta olması gerekmiyor. Sizin de “şiirlerinizin başka türlü yazılamayacağını düşündüm okurken” dediğiniz gibi sevgili Mehmet, bir şiir başka bir şekilde yazılabilseydi başka bir şiir olurdu. Bir şeyi iki kere tekrarlarsanız bir bağlam yaratırsınız, beş kere tekrarlarsanız başka bir bağlam yaratırsınız. Kim size gelip de üç kere gereksiz tekrarladığınızı söyleyebilir ki?

7) Yaşantının kazınmasından söz etmişken, “Öyleyse Ayrılalım”daki “Görkemli Göğ” şiirinizden konuşalım; bana göre bu şiirin bağlamlarından biri, farklılığının farkına varan bir bireyin “kendi”ni kazımasıdır: “Atların yerine oyuna ben girdim”, “Dudaksızlığın yerine ben girdim”... “Edebiyat ve Eleştiri” dergisinin 69. sayısında Ömer Şişman ve Nihat Şimşek’in sizinle yaptıkları bir söyleşide, günümüzde biçim denemelerinin eksikliğinden söz ediyorsunuz. Şiirde biçim denemeleriyle, şairin “kendi”ni kazıması arasında bir denge arayışınız var gibime geldi... “Öpünce Geçmez”de de, her ne kadar kekemeliğin kurgusal bir metafor olduğunu söyleseniz de, söz konusu şiirlerin birçoğunda “konuşan özne”, kıstırıldığında kekelemeye başlıyor, bu da az önce sözünü ettiğim dengeyle mi ilgili?
Evet, kurgulanan kıstırılmanın kendisi, kekeleme başladığında kurgulama (ya da biçimsel deneme) bitmiyor, tam tersine başka bir faza başlıyor. Kekemelik işin kod adı, kıstırılma olur, babasızlık olur, cevapsızlık olur... Alıntıladığınız satırlar yazılalı on beş yılı geçti, o zamanlar bu tür işler “anlamsız” bulunuyordu, sanırım bugünden bakınca anlamlı bulunabiliyor. Sevindirici. Benim peşinde koştuğum anlam ne? Bilmek zorunda değilim. Ama “ben de varım, görün beni” diyebilmek değil. Örneğin, o satırlar yazıldığı sıralarda devlet, pişmanlık yasasından yararlanan “abiler”i TV’ye çıkartıp biz “gençlere” “biz kandırıldık, beynimiz yıkandı, siz kandırılmayın” gibi bir şeyler bir şeyler söyletiyordu. Otobüste kitap okuduğu için azarlanmış, saçlarını uzattığı için meydan dayağı yemiş arkadaşlarım var. Ele geçen silahların her gün sergilendiği günleri unutmadım ben: İçlerinde legal olarak basılmış kitaplar, daktilo ve pirinç çuvalları vardı.

Kısacası devlet-baba eline geçen her şeyi yaşıtlarımın ağzına fırlatarak konuşmamızı engelliyordu. Devlet deyince, ailenin, otobüsteki ahalinin dışında bir şeyden söz etmiyorum elbette. Bu bir acı mesela. Tek acı değil elbette, ama acı insanı dilinden eder, ifade edemez kılar. Kekemeliğe de salt bir aksama olarak bakarsanız yanılırsınız, kekemelik bir agresyondur, öfkedir. Acıdan insanın dili tutulur, öfkeyle kekelersiniz. Şiirdeki acı her şeyden önce bir kurgudur, acının illa bir ifadesi olacaksa ifadesi, neyin ifade edildiğinden bağımsız olarak, öncelikle bir süsleme sanatıdır.

8) Şiirde sesin önemine birçok yerde değiniyorsunuz, “Bir kadının güzellik unsurlarının üremeyle ilişkili olması rastlantı değil.” demeniz, sizin şiirlerinizdeki ses öğeleriyle ilgili yaptığım bir saptamayı anımsattı bana: Ses, sadece şiiri sesli okutmaya veya kolay hatırlanmaya uygunluğu bakımından değil, aynı zamanda anlam üremesine yol açacak şekilde kullanılıyor. Örneğin “döküle döküle bitmez tchaikovsky” dizesinde şiirin bağlamına uygun da olsa başka bir müzisyen ismi olsaydı şiir çok şey kaybederdi. Bir örnek de “heves Şiir- Eleştiri”nin 3. sayısında yayımlanan “taş taşımıyorum” adlı şiirinizden: “beni seviyo -bu suç ok esk ibi sudur biliyo- musun?” Sizin için şiirde sesi bu denli önemli kılan nedir?
Araba kullanırken Tchaikovsky dinlemeyiniz, tehlikelidir. Öfkeyi onun kadar çocuksu, doğal halinde yaşayan bir başka müzisyen bilmiyorum.

Kafiye hakkında şunu hiç düşündünüz mü bilmiyorum, örneğin kafiye sessel bağlantılar arasında anlamsal bağlantı aramaya yarar. Örneğin “uzak” ve “tuzak” kelimelerini düşünün, nedir aralarındaki yakınlık? Birbirine bu kadar benziyorsa yaratılışlarından gelen bir anlamsal yakınlık olmalıdır gibilerinden bir akıl oyununa varıyor.

Kelimeleri bölmek/birleştirmek de (örneğin “bu su çok eski bir sudur” içinde bir “suç” aramak) aynı işi daha yetkin olarak yapmaya yarayan modern bir şiirsel araçtır bana göre. Genellikle bir buluşu sadece bir şiirde uygulayıp bir yenisine geçiyorum. Türkçe’nin bir çok olanakları var, eklenimli bir dil neticede. Bir dönem ekleri bozarak/değiştirerek anlamın nasıl çoğaltılabileceğiyle ilgilendim. Harflerin taşıdığı anlamsal öğelerle ilgilendim. “K”ların yumuşak g’lere dönüşmesi ilgimi çok çekti bir süre. “Gök” kelimesi hariç sonu “k” ile biten tek heceli kelimeler ek alırken yumuşamıyor, bunu fark etmiş miydiniz?

Şiirde ses benim için önemli, ama Müşfik Kenter tarzında değil. Bir şiir yüksek sesle başka insanlara okunabilmeli, okunurken tiyatro oynanmamalı ve dinleyenleri okuyucunun değil doğrudan şiirin bir takım öğeleri kavrayabilmeli. Gözle okunurken bile var olabilir bütün bunlar, öyle bir sesin doğru ve tek ve mümkün bir okuması olmayabilir.

9) Keyfi övgü ve tanıtım yazılarının yanında, az da olsa şiire belirli bir yöntemle yaklaşılarak yazılan eleştiriler de var; örneğin siz birçok yazınızda psikanalizin verilerini kullanıyorsunuz. Psikanaliz ve şiir arasındaki ilişkiyle ilgili konuşalım isterseniz... “Evhamları ilham mı sanıyoruz” acaba?
Orhan Koçak’ın kendime şiar edindiğim bir sözü var “iyi şair zayıflıklarını avantaja dönüştürebilendir”. Şairler hakkında genel kanım da bu yönde. Değer verdiğim şairler üzerine yazıyorum, hiç biri karşısında küçülmeden ve böbürlenmeden. Nâzım’da çağın ruhuyla uyum içinde öfkeyle ağlayan çocuk gördüm, Necatigil’in nezaket anlayışının arkasında bir öğretmenin hırsını, kekeme şiirlerinin arkasında parapraksisini okudum, İsmet Özel’in sahicilik arzusunun arkasında Kristeva’nın kavramı olan chora’yı gördüm. En son Anday’daki baba düşmanlığının arkasına baktım. Şimdilerde İlhan Berk’in süslemeciliğinin arkasına bakıyorum.

Amacım bu önem verdiğim şairlerin kişiliklerini çözümlemek ya da psikanalitik jargon gevelemek değil ya da bir yapıtı özetlemek, tercüme etmek, reklamını yapmak da değil. Eleştiri harika olanın hizmetçisidir. En iyi hizmetçiler ortalıkta fazla dolaşmaz, ama ihtiyaç hissedildiği anda beliriverir. Psikanalizin kavramlarının uygulanabileceği bir alan vardır; çok geniş bir alan değildir bu, kantarın topuzunu kaçırırsanız bir bakmışsınız rüyalarla sanatsal yaratımı birbirine karıştırmışsınız. Hayır, yani evet. Bu oyun gücümüzü artırdığı sürece oynanabilir, önceden istediğimize karar verdiğimiz şeyi elde etmemize yardımcı olabilir.

10) “Varlık” dergisinde sizinle yapılan bir söyleşide İkinci Yeni şairlerinin ve İsmet Özel’in şiire “kendi”yi getirdiklerini ve artık şiirin “kendi”yi de aşması gerektiğini, hakkında sorumluluk hissettiğimiz, ayağımıza çelme takan, benlerimizin üstünü çizen “öteki”yle karşılaşmayı öğrenen “kendilik”in getirilmesi gerektiğini belirtiyorsunuz. Böyle bir şiiri deneyenler var ama henüz tam olarak başlatılmadı diyorsunuz. Bu şiiri deneyenler kimler ve size göre özellikle son beş yılda ortaya çıkan genç şairleri göz önünde bulundurarak sizi umutlandıran şairler var mı?
Var. Öncelikle Ömer Şişman var, arkadaşları onun kelimelerle oynadığını sanıyorlar ama o çok daha başka bir şey yapıyor; aşağı atlamayı deniyor, düşecek mi uçacak mı ben de bilmiyorum. Sadık Akfırat uzun zamandır sessiz, ama o zaten hep sessiz ve derinden ilerleyenlerdendir. Onun şiirlerini özledim. Gün Ayhan Utkan bir kitap çıkartıp yeraltına çekildi. Emel Güz’ü dikkatle izliyorum. Eren Safi güçlü ve yarasız bir kuşağın sezeryanını yapmaya çalışıyor, travmasızlıkta bir travma arıyor olması hakikaten ilgimi çekiyor. Hakan Arslanbenzer son zamanlarda dönüp tekrar bakmak istediğim şiirler yazıyor. Mehmet Erte’nin, “bunu yazsa yazsa İsmet Özel yazar” dedirten bir şiiri var, bağımsızlaştıkça daha iyi olacak. Serkan Işın bir gün kendini yakıp tutuşturmazsa iyi bir şeyler çıkartabilir. Derman İskender Över’in son kitabı kendisi için büyük bir adım, ama Türk şiiri için değil. Yine de kendini tekrarlamaktan sıkılmış olması sevindirici. Genel durum bu.

1980 kuşağından pek bir şey kalmadı geriye, evet, ama yine de bu kuşağa sövenlerde bir “general havası” bulmadan edemiyorum. Dikkatli bakın 80 kuşağının şiirlerine, kelimelerle, dille, konuşmakla çok fazla ilgili olduklarını göreceksiniz; Akif Kurtuluş, Haydar Ergülen, Hüseyin Ferhad. Çok yetenekliler ve dillerinden yaralılar. Bundan, bu tür bir kırılmanın kendisini de kurgulayabilen bir Ömer Şişman, bir Eren Safi neden çıkmasın ve 80’ler misyonunu neden yerine getirmiş sayılmasın, tıpkı Garip şiiri gibi.




Enis Akın (Heves Dergisi / Mehmet Öztek)